Küfür rejimi

Küfür sözcüğünün değişik anlamları var. Öncelikle sövmek için kullanılan söze küfür adı veriliyor. Günlük yaşamda küfür denildiğinde anlaşılan esas olarak budur. İkinci anlamı, Tanrı’nın varlığı ve birliği gibi dinin temellerinden sayılan inançları inançları inkar etmedir; bu yolda söylenen söz de küfür sayılıyor. Üçüncüsü, olumlu işleri kötü gösterme, varlıkları inkar etmedir. Devletçi sistem bir küfür rejimidir. Kadını köleleştirmesi, bu kölelik üzerinde öteki tüm kölelikleri inşa etmesi, en gelişkin kitle imha araçlarını geliştirmesi, savaşı yaşamın ayrılmaz bir parçası haline getirmesi ve kendisini adeta bir tanrısal düzen olarak sunmasıyla bu böyledir. İnsan eliyle yaratılmış bu tür lanetli bir kuruma tanrısal özellikler atfetmek küfrün ta kendisi oluyor.
Varlığı inkar etmek de küfür kapsamına giriyor. Türk devletinin yıllar boyunca olgusal olarak ve sorunsal boyutuyla Kürt gerçeğini inkar ettiği herkesin malûmudur. “Kürt yoktur, Kürtler dağ Türkleridir” söylemi, uzun yıllar devletin resmi tezi oldu. İnkar etme ya da yok sayma yok etme pratiğini beraberinde getirdi. Cumhuriyet döneminin Kürt isyanları gerçekte bu devletin geliştirdiği fiziki soykırımlar için sadece birer bahaneydi. Bu kıyım harekatlarıyla direnme gücü ve iradesi kırılan Kürt toplumu bu kez kültürel soykırım kıskacına alındı. Kürtler bir ‘insanlık suçu’ olan asimilasyona tabi tutuldu. Kürt toplumuna ‘pişmanlık yasası’ dayatıldı. Kürt bireyinin Kürtlüğü utanç duyması ve soykırımcıların kimliğine katılmayı bir kurtuluş yolu olarak görmesi için ne gerekiyorsa yapıldı. Kendini inkar etmek de küfürdü. Dolayısıyla küfür rejimi bir kesim Kürt’ü de küfrüne ortak etti.
AKP iktidarı bu küfür rejiminden sapmayı değil, tersine aynı rejimde derinleşmeyi anlatıyor. AKP görünürde Kürt varlığı kabul ediyor imajı yaratsa da, “Düşünmezseniz, Kürt sorunu da olmaz”, “Kürt sorunu yoktur, Kürt kökenli vatandaşlarımın sorunu vardır” türünden belirlemeleri, özünde inkarın da devam ettiğini ortaya koyuyor. Özcesi, AKP iktidarı Kürt halkı, öteki etnik topluluklar ve emekçiler karşısında tipik bir küfür rejimini temsil ediyor.
Başbakan sövgü anlamında da küfürdeki maharetini sergilemekten kaçınmıyor. Siyasi muarızları zatıalilerinin küfürlerinden bolca nasibini alıyor. Muhteremin küfürlerine özellikle BDP ve bir ölçüde CHP hedef oluyor. Anlaşılan odur ki, küfretmek İmam-Hatip mezunu bir başbakan olmanın ayırt edici özelliklerinden biri olarak kabul ediliyor: Asker-milletin gözüne girmek ve takdirini kazanmak istiyorsan yüksek perdeden konuşacaksın. Sözcüklerin iki yanı keskin kılıç gibi muarızlarının tepesine inecek. Biraz da kabadayılık taslayacak, maçoluğunu iyice belli edeceksin. Kamuoyunca tartışılmaz ‘karizmatik lider’ olarak benimsenmek için keşfedilen yöntem işte bu oluyor. Küfür düzeni olan devletçi sistemde ısrarın kaçınılmaz sonucu budur.
HPG Amed Eyaletinde beş kadın gerillanın kazayla yaşamını yitirdiğini açıkladıktan sonra, aynı Başbakan mal bulmuş mağribi gibi bu açıklamanın üzerine atladı. Bu gerillaların kaçarken yakalanıp kurşuna dizildiğini defalarca dillendirdi. En son Mardin’de yaptığı bir konuşmada aynı iddiayı tekrarladı. Nasıl olsa ailelerin en azından şimdilik gerillaların cenazelerini alıp otopsi yaptırarak ölüm nedenini öğrenmeleri mümkün değil. Bu gerçeğin farkında olan Başbakan, kuşku yaratıp ailelerin kafasını bulandırmak için iftira ve yalana başvurmakta bir beis görmüyor. HPG açıklamasının koşullar nedeniyle kazadan aylar sonra gelmesini de yine kendi ‘kurşuna dizme’ tezinin kanıtı olarak değerlendiriyor.
Açıklamanın gecikmeli yapıldığı bir gerçektir. Ancak bunun HPG’nin içinde bulunduğu koşullarla bağlantısı var. Hiç olmazsa Kürt halkı bu gecikmenin nedenini anlamakta zorluk çekmiyor. Peki, Başbakanın başında bulunduğu hükümet ve kendisine bağlı olan Genelkurmay Başkanlığı ne yapıyor? Savaşta verdikleri kayıpları olduğu gibi kamuoyuna yansıtıyorlar mı? HPG haklı bir savaşın içinde olduğuna inandığından, savaşta can veren mensuplarını ‘kayıp’ olarak değerlendirmiyor. Şehidin, yaşamın en diri gücü olduğuna inanıyor. Bu yüzden her şahadeti gururla topluma ilan ediyor. Zaten halk da çocuklarını kınalarla ülke toprağına veriyor.
Başbakan, bu katliamı gizlemek ve basına yansıtmamak için gösterdiği gayreti toplum unutmuş gibi Roboskî’de katledilen otuz dört insanımızın anneleri ve yakınlarının acısını en iyi kendisi ve partisinin anladığını söylüyor. Bu katliamın gizlenmesini engelleyen ve toplumun gündeminden düşürmeyen BDP milletvekillerini ise sahte gözyaşları dökmek ve acıları istismar etmekle itham ediyor. Burada da küfrün devreye girdiğini belirtmek gerekiyor. BDP’lilerin olumlu davranışını ters gösterme de özünde küfür oluyor. Kendi kanaatimi söyleyeyim: Doğru, Erdoğan Kürt anaların ne denli dayanılmaz acılar çektiklerini iyi anlıyor. Ama bu öyle empati kurarak gerçekleşen bir anlama değil, “Size hayal bile edemeyeceğiniz acılar yaşatacağız” diyen birinin anlama biçimidir. Bu cümle Abdullah Gül’e aitti. Erdoğan da Roboskî katliamı ertesinde Genelkurmay Başkanı’nı tebrik etmekle bu cümleye aynen sahip çıktığını gösterdi. Elinizi vicdanınıza koyun ve cevap verin: katliamı ilk önce gizlemeye gayret eden ve katliamını gerçekleştiren güçlere teşekkür eden bir Başbakanın kurbanların yakınlarının acılarını herkesten daha iyi anladığını söylemesinde herhangi bir olumluluk veya doğruluk bulunabilir mi?
Başbakan burada da durmadı. PKK’nin elini Kürt çocuklarından çekmesi için Kürt anaları PKK’ye karşı tavır almaya çağırdı. PKK’nin ne yaptığını herkes biliyor. PKK Kürt kadınlarını ve çocuklarını kendi kimliğine ve kültürüne sahip çıkmaya ve bu uğurda mücadele etmeye çağırıyor. Bu çağrı her iki kesimde de olumlu karşılık buluyor. Kadınlar ve ‘gençliğin gençliği’ olarak çocuklar Kürt özgürlük mücadelesinin en dinamik güçleri olarak sahneye çıkıyor. Bunun karşısında Başbakan ne yapıyor? “Kadın da olsa, çocuk da olsa, kendi kimliği ve kültürü için mücadele eden karşısında güvenlik güçlerimizi bulur” demiyor mu? Binlerce kadın ve çocuk cezaevlerine doldurulmadı mı? Çocuklara akıl almaz işkenceler uygulanmadı mı? Yine Pozantı örneğinde görüldüğü gibi hayvanlık hortlatılıp aynı çocuklara tecavüzün önü açılmadı mı? Bu gerçeklere gözlerini kapatan Başbakanın sözü edilen çağrısı ev sahibini bastıran yavuz hırsız örneği ile örtüşmüyor mu?
Kürt analarına çağrı aslında bir teslimiyet çağrısıdır. Kürtlerin zulme hiçbir tepki vermeden boyun eğmesini istiyor. Bu çağrının özü olarak böyledir. Kürt çocukları Kürt toplumu üzerinde hükmünü icra eden kültürel soykırım uygulamasının en başta gelen objeleri durumundadır. Tecavüz kültürü öncelikle bu sübyan kesimini hedef alıyor. Okullar birer yeniçeri ocağı gibi işlev görüyor. Bu anlamda tecavüz sadece Pozantı’da değildir, Kürtlerin yaşadığı her yerdedir. En iğrenç tecavüz bu devşirme yuvalarında gerçekleştirilen halidir. Öyle bir tecavüz ki, muhatap olan kimseyi kendi tarihsel köklerinden, kimliğinden, dilinden ve kültüründen koparıyor. Bunun adı piçleştirme politikasıdır.
Aynı şekilde Kürt çocukları ve gençleri uyuşturucuya alıştırılıyor. Bu işi bizzat polis yapıyor. Polisin “Dağa çıkmaması için kundaktaki bebeğe bile uyuşturucu veririm” dediğini sağır sultan bile duymuştur. Öte yandan en başta da Kürt çocukları ve gençleri fuhuş batağına çekiliyor. ‘N.Ç. olayı’ bunun sadece sıradan bir örneğidir. Namuslu her Kürt bireyinin öncelikle bu gerçeği görmesi ve tavır alması en temel insanlık görevidir. Kirli ve kanlı pençelerini Kürt çocuklarından çekmesi gereken bir güç varsa, o da tecavüzcü devlet ve onun yürütücü gücü olan AKP iktidarıdır.
Kendisi olmak ve özgür yaşamak isteyen bir Kürt AKP iktidarının bu küfür rejimine ortak olamaz. Hükümetin ve AKP’nin başı rüzgar ekiyor. Biçtiği de fırtına olacaktır.
