Masa da Masaymış: Şu Anda Burada Mıyız?

Kültür/Sanat Haberleri —

  • Şu Anda Burada Mıyız, kurgusu itibarıyla yer yer gerçeküstü bir noktaya ulaşıyor. Yer yer diyorum çünkü dönüp dolaşıp geldiğimiz yer, yani o masanın etrafı hep gerçek.
  • Şu Anda Burada Mıyız, Pınar Öğünç’ün ilk romanı. Alışılageldik ajitasyonlar ya da gerçekçi bir tarz kaygısı söz konusu değil. Okuyanın meşrebine göre değişen, kimisi için masalsı kimisi için ayna işlevi taşıyacak, çok katmanlı bir novella.

BİLGE AKSU

Üç beş ay önce, Nuri Bilge yeni filmini yine büyük bir çalım ve gururla anlatırken kendisine sorulan, neden tüm filmlerini taşrada çektiği sorusuna tuhaf bir cevap veriyordu. Ona göre, insan her yerde aynı insandı ve taşradakiyle şehirdekinin ortaklığı, bizim sandığımızdan epey fazlaydı. Birçoklarına göre bu cevap elbette bir geçiştirme hamlesiydi ki üzerine yazılıp çizilenler orada kalmadı. Peki gerçek ne sizce? Nuri Bilge ya da onun gibileri, toplumun büyük kısmının yaşadığı şehirlerden neden uzak duruyor?

İlk bakışta buna bir tercih denemeyeceğini anladığımızı varsayıyorum. Örneğin İstanbul’un Esenyurt’una ve Çanakkale’nin ortalama bir ilçesine baktığımızda, taşra diye adlandırılan ve üzerinde birçok anlam katmanını barındıran yaşam tarzı hangisinde daha baskındır? İstanbul denen metropolü, gerçek dünya deneyimiyle, yani örneğin konserler, sergiler, turistik geziler bakımından hangisinde yaşayan eşit gelirli biri daha kolay deneyimleyebilir? Taşra kelimesine önerilen Türkçe karşılığı, yani ‘dışarlık’ vurgusunu ele aldığımızda, Esenyurt’lu bir işçinin böyle hissetmeme ihtimali nedir?

Farkındayım, oldukça kişisel ve aşırı yorumu arzulayan sorular bunlar. Fakat son dönemin sanatsal üretimine baktığımızda bu soruların hangi saikle olursa olsun daha sık sorulması gerektiğini düşünüyorum. Nuri Bilge ve benzerleri, muhtemelen şehirde çekecekleri herhangi bir filmin politik bir katmandan sıyrılamayacağını bildikleri için böyle yapıyorlar. Taşrada sıradan bir hayat, gerçekten de çoğu zaman sıradan bir hayattır. Fakat Esenyurt’ta, Pendik’te, Buca’da ya da Kepez’de o işler pek öyle olmuyor.

2021’de Pınar Öğünç’le bu sayfada konuşmuştuk. Unutamadığım bir röportajdı. Pandemi Zayiatı adlı kitabı yeni çıkmıştı ve Covid-19 denen garabetin yakıcı dönemlerinin tam ortasındaydık. Bilenler bilir, Pandemi Zayiatı, Türkiye’de pek rastlamadığımız bir kitap türü. 35 farklı bireyin, ki onlara yakın zamanda Prekarya denmeye başlandı, salgın ve karantina sürecinde neler yaşadığını kişisel izlenimler üzerinden bir araya getiren bir röportaj serisi. Prekarya olarak adlandırılan bu insanların ortak özelliği, çalıştıkları işlerin temel bir uzmanlığa ya da sürdürülebilir bir kariyer olanağına sahip olmaması. Yani gelip geçici ve performansa dayalı işler bunlar. Dolayısıyla iş bulmaları ve işsiz kalmaları epey olağan.

Böyle bir röportaj serisinden sonra Pınar Öğünç, ilk romanıyla geçen ay karşımıza çıktı. Daha önceden Aksi Gibi ve Beterotu adlı öykü kitaplarını okumuştuk. Her ikisinde de, belirli ölçüde hem prekaryayı hem de plaza çalışanlarını ele aldığı hikaye örnekleri mevcuttu. Bu kez, 150 küsur sayfalık bir kurguda, yalnızca prekarya sınıfı yer alıyor.

Pınar Öğünç, gerçek bir toplumcu edebiyatın zamana göre yeniden şekillenmesi gerektiğini bildiğinden, başkaları gibi taşrayı ya da modası geçmiş soyut imgeler arasında bulmaya çalıştığımız sınıfları anlatmıyor. Gazetecilik disiplininde de yaptığı üzere metropol gerçeğini odakta tutarak, kurgularında şehir hayatını ve burada yaşanan türlü sosyal çatışmayı ele alıyor.

Sekizinci kişi kim?

Şu Anda Burada Mıyız, Kolektif Kitap tarafından basıldı. Yukarıda belirttiğim gibi, 150 sayfa civarında bir novella bu. Arka kapakta da belirtilen sekiz kişinin bulunduğu bir masa etrafında şekilleniyor hikaye. Bu kişilerin ortak özelliği, prekarya sınıfına dahil olmaları. Örneğin Cihan korsan sitelere belgesel ya da dizi çeviren borçlu bir genç, Suzan işsiz bir coğrafya öğretmeni, Azra gündelik işlerde çalışan bir üniversite öğrencisi, Kenan şoför, Erol tuhaf bir hizmet sektörü emekçisi. Cihan’ın kardeşi Ferda uzun süre bankacılık yapmış ama canından bezmiş. Bir de bunlara eşlik eden, Erol’un 11 yaşındaki oğlu Doruk var. Saydınız mı bilmiyorum, toplamda yedi kişiye ulaştık. Sekizinci kim? Şimdilik böyle kalsın.

Toplumcu edebiyat, eskilerde gerçekçiliği de içerirdi. Kronolojik zaman akışı ve olay örgüsü, gündelik dil ve diyalog kurgusu ve elbette köy/tarla/ağa içerikleri… Zamanın ruhu nasıl değiştiyse, edebiyat algısı da değişti ve toplumcu edebiyat artık yalnızca gerçekçilik vaat etmiyor. Neyse ki aradığımız da o değil zaten.

Şu Anda Burada Mıyız, kurgusu itibarıyla yer yer gerçeküstü bir noktaya ulaşıyor. Yer yer diyorum çünkü dönüp dolaşıp geldiğimiz yer, yani o masanın etrafı hep gerçek. Mesele şu ki, Cihan ve Ferda’nın dedeleri Mazhar Bey ölünce, daha cenazesi bile kalkmadan, oturdukları eski evin bir yerinden su sızdığı tespit edilmiş. Babası da Cihan’ı arayıp görev vermiş, parkeler kalkmasın diye arada bir sızan o suyu kurulayacak. Sonra nasıl olduysa, bu sekiz kişi işte bu masanın etrafında buluşmuş. Kapalı balkonlu bir mutfakta, iki uzun florasanın altında, küçük bir elektrikli sobaya bakıp oturuyorlar. Geri kalanı, açıldıkça açılan kişisel öyküler.

Hepsi bir tuhaf bunalım

Kitabın en dikkat çekici özelliği, belirli imgeleri sıkça tekrarlaması. Onları buluşturan masadan tutalım, her düştüklerinde yardıma koşan kızıl kiremit taşına; bilinmeyen bir dünyayı evrenlerine dahil eden tuhaf su sızıntısından arada bir beliriveren Sığırcık’a kadar uzanıyor bu durum. Ferda’nın orkidesi, Suzan’ın çekmeceleri de dahil buna. Ya da örneğin, çöp kovasının üzerinde felsefenin dibine vuran Doruk’a ne demeli? Ansiklopedileri güvenilmez bulan, ölüleri koleksiyon yapan Doruk… En son bakıyor ki olacak gibi değil, ortamdaki herkese bir kurşun dökme isteğiyle yanıp tutuşuyor. Çünkü dediğine göre, hepsi bir tuhaf bunalım, bir yetememezlik, bir sıkıntı, bir sıklat içinde. Geceleri onu uyutmayan, diğerlerinin gürültülü çene kasılmaları bile kanıtlıyor bunu. Doruk, çocuk yaşta olan biteni hepsinin üstünden, geniş bir çerçeveden görüyor belli ki.

Kitabı Pandemi Zayiatı’ndaki iş kollarının bazılarına dair bir kurguya benzeten yalnızca ben değilim. Gerçekten de söz konusu meslekler, şehir hayatının en yakıcı deneyimlerini yaşayan iş kolları. Bazen mıcır taşıyan, bazen korsan taksiye çıkan Kenan’ın radyoya yaptığı güncellemeler, metropoldeki kaosun ufak tefek izdüşümleri. Yine korsancılık sayesinde ekmeğini bulan Cihan’ın görece faydalı olabilen belgesel çevirileriyse ayrı bir pencere. Bütün bu modern tasanın orta yerinde, dünyanın tarihine ve canlılığın evrimine dair kafa yormamızı sağlıyor arada bir. Kim bilir, belki de babasının ona dair en büyük sırrı öğrendiği noktada kurduğu cümlelerin tesiri var bunda. Dünyanın bir düzeni var ve kadın-erkek bu işe yarıyor diye bağırmış babası ilkin, bir kere senin bu varoluşun doğaya aykırı diye devam etmiş. Geçmişi, evreni ve doğanın düzenini hatırlattığı çevirilerini arada bir sesli okumaları, belki de ona iyi geliyor.

Azra genç bir kadın. Sosyal Hizmetler’i dondurmuş ilk yılında çünkü parasız okumak mümkün değil. O da mecbur, bulabildiği her işi yapmaya başlamış. Kimi zaman bazı eğlence mekanlarının kapısında duruyor, içeri damsız giremeyen erkeklere yardımcı olmak için. Karşılığında bir bira yeterli. Bazen de kalacak yer için gecenin sonunda birilerini ikna etmesi gerekiyor. Ama kimi zaman, parklarda ve banklarda uyuduğu da vaki.

Kurguyu değiştiren Suzan

Suzan’a bir parantez lazım. Çünkü kitabın kurgusunu değiştiren biri. Üniversitedeki N.’ye yazdığı mektuplar sık sık araya giriyor. Bu yazılanlar hem bir aşk ilanı, hem de kişisel bir günlük, bir nevi terapi nesnesi. Onun buna ihtiyacı var çünkü okulu bitirip aile evine döndüğünde, dünyada kendisine yer kalmamış gibi hissetmiş. Annesi zırt pırt odasına girip dakikalarca çekmece karıştırıyor, kendi çekmecelerini. Dolayısıyla buna hakkı var. Zaten Suzan’a tek bir göz vermiş, ona yeter demiş. Ama yetmiyor, evde bazen meditasyonlarla kendi dünyasına kaçmaya çalışıyor Suzan. Nitekim kitap boyu süren, o anda orada olmamalarımız da hep, onun yazdığı mektuplar kadar.

‘Z’nin içindekiler’

Gelelim son karaktere. Tanıtımlar da dahil, herkes bu kitapta sekiz kişinin olduğundan bahsediyordu. Fakat bu sayıya bir yaklaşıkta kalmamızın sebebi, bende de biraz muğlak. Kimleri Masa’yı ve Loca’yı bir karakter olarak dahil etmiş, çünkü biraz evvel benim de yaptığım gibi, Pınar Öğünç bu kelimeleri özel isim gibi büyük harfle yazmış. Kimileri arada bir görünen Sığırcık’ı dahil etmiş. Onlarla birlikte gezmeye dahi çıkıyor neticede. Ama emin olmamakla birlikte, üst kurmacayı oluşturan bir Z. Karakteri mevcut sanıyorum. Kitabın ilk yarısındaki 12. Bölümün sonunda bahsi geçen ve sonrasında karakterleri hızla tanımaya başladığımız numarasız bölümleri yazan kişi. Son sayfadaki 13. Bölümde de imzası var. Burada yazar, dipnot düşerek ‘Z’nin içindekiler’ diye bir kısım eklemiş. Burada masa ve loca gibi imgeler de yer alıyor. Ve tabii, kitabın ikinci kısmında girip çıktığımız birçok evren, imge ve hikaye de öyle. Bu kısmı sanıyorum yazar da aydınlatmak istemedi. O yüzden daha fazla kurcalamayalım.

Şu Anda Burada Mıyız, ilk romanı olsa da senelerce edebiyatın merkezinde ve çevresinde gezinmiş Pınar Öğünç’ün bir devam işi. Her zamanki gibi işçiler, yoksul hayatlar ve metropolün çaresiz bırakan temposu başrolde. Fakat alışılageldik ajitasyonlar ya da gerçekçi bir tarz kaygısı söz konusu değil. Okuyanın meşrebine göre değişen, kimisi için masalsı kimisi için ayna işlevi taşıyacak, çok katmanlı bir novella.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.