MEHMET BAYRAK: Alevi katliamları ve Maraş

Türk Devleti‘nin resmi ideolojisi, gerçekte „alaturka faşizm“den başka bir şey olmayan „Türk-İslam sentezi“dir. Geçmişteki „imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz“ yutturmacası gibi, Türklük adına Türk ırkçılığı, İslâmlık adına bir Sünni mezhep olan Hanefilik temel alınarak oluşturulan bir „Devlet Müslümanlığı„ devlet ideolojisinde başat kılınmış; ulusal, inançsal ve kültürel alandaki diğer tarihsel ve toplumsal gerçeklikler ret ve inkâr edilmiştir. Bu anlayışın doğal sonucu olarak da, Türk ve Hanefi kitle dışındakiler çağdaş demokratik haklardan yararlandırılmamışlardır.
Türkiye toplumunun sınıfsal, ulusal ve inançsal alandaki sorunları aslında bir bütündür ve birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bugün hâlâ sıcak bir noktada bulunan Kürt ve Alevi sorunları, aslında yalnızca Kürtlerin ve Alevilerin sorunu değil, Türk-İslam ideolojisinden rahatsız olan bütün kesimlerin sorunudur. Çünkü bu iki sorunun da çıkış noktası II. Abdülhamid‘le başlayıp İttihad dönemine uzanmakta, uygulaması Cumhuriyet dönemine dayanmakta, keskinleşmesi ise askeri cunta yönetimlerinden beslenmektedir. Dolayısıyla, bu sorunlar demokratik ve barışçı kurallar içinde çözümlenmedikçe, oradaki rahatsızlığın titreşimleri toplumun diğer kesimlerine ve katmanlarına da yansıyacaktır.
Nitekim, gerek CHP döneminde Maraş, Malatya ve Sivas‘ta, gerek Demirel, Türkeş ve Erbakan‘ın partilerinden oluşan 2. Milliyetçi Cephe Koalisyonu‘nda Çorum‘da, gerekse Doğru Yol – SHP Koalisyonu döneminde Sivas/Madımak ve Gazi‘de yaşanan katliamlar bu devlet güdümlü ve yönlendirmeli Türk-İslâm sentezci ırkçı- faşistler ve yobazlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bunun böyle olduğunu bilmek için, Ecevit‘in ölümünden sonra gizli kasasında bir MİT raporunun çıkması, Susurluk skandalı veya Ergenekon olayı gerekmiyordu…
Katliama katılanların insan dokusu bunu açıkça göstermektedir. Bazı katliamlarda seyirci kalan devlet, kimi Kürt illerinde ve büyük şehirlerde teröre eylemli olarak da katılmaktan çekinmemiþtir. Zaten, 1921‘deki Koçgiri katliamı ile 1937/38‘deki Dêrsim katliamları doğrudan ordu birliklerince gerçekleştirildiği gibi, 1995‘teki Gazi katliamı da „derin devlet“ güçlerince başlatılmış ve ardından devletin kolluk kuvvetlerince güpegünüz, insanların gözü önünde gerçekleştirilmiştir. Yani Gazi ve Şırnak örneklerinde olduğu gibi devlet, kiminde açık eylemci, kimindeyse örtülü eylemci, seyirci veya işbirlikçi konumundadır.
Şöyle bir bakıldığında, son yüz yıllık Türkiye tarihi neredeyse bir katliamlar, sürgünler, etno-dinsel arındırmalar ve asimilasyonlar tarihidir. Geçmiştekiler bir yana, son 50 yıllık Türkiye tarihinde neredeyse her ay bir katliamın yıldönümü anmaları yapılmaktadır. Salt Alevi katliamları açısından bakıldığında şu tabloyla karşılaşıyoruz: 5 Mart (1971) Kırıkhan; 12 Mart (1995) Gazi; 17 Nisan (1978) Malatya; 27 Mayıs - 4 Temmuz (1980) Çorum; 11 Haziran (1967) Elbistan; 2 Temmuz (1993) Sivas/ Madımak; 4 Eylül (1978) Sivas; 19 - 24 Aralık (1978) Maraş katliamları… Bunlara 1960‘lı yılların ortalarında Muğla- Ortaca‘da cereyan eden saldırıları da ekleyebiliriz. Mustafa Kemal döneminde, altyapısı hazırlanmadan üstten bir kararla getirilen sözde „lâiklik“in, gerçek lâiklikle ilgisi olmadığı açıktır. Türkiye toplumunun dinsel-inançsal-kültürel akışına aykırı olarak yukarýdan alınan bu karar, iddia edilenin tersine lâiklik adına başta Alevilik olmak üzere diğer inanç ve kültür musluklarını kapatarak, „tek tip toplum“ adına Hanefi-İslam temelinde yeni bir yapılanmaya gitmiş, - salt Sünni musluğunu sınırlı ölçüde kısmakla - lâikliği getirmemiş ve kurumlaştırmamıştır. Dahası, gerek okullarda, gerek camilerde, gerekse özel dini eğitim mekânlarında yapılan Alevi aleyhtarı propagandalar, katliamcı zihniyeti daha da cesaretlendirmiştir. Cumhuriyet dönemi boyunca yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmeler bu gerçeği defalarca kanıtlamış, ancak Alevi toplumu yine de iğfal edilebilmişti. Koçgiri, Dêrsim ve sonraki katliamlar işin bir yanı; Evkaf ve Şer‘iye Nezareti ile Şeyhülislamlığın yerine Hanefi Müslümanlığı temelinde Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın ikame edilmesi, Alevi tekke ve dergâhlarının kapatılması ve Askeri Cuntalarla başlatılan „dini toplum“ uygulamaları, Alevilerin hiçbir zaman cemlerini bile özgürce yapamamaları, herşeyi yeterince anlatmaya yetiyordu.
Zaten, 1925‘te çıkarılan bir kanunla Alevilik resmen yasaklanırken, Mustafa Kemal (Atatürk), 1926 yılında Diyanet aracılığıyla Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır‘a bir Kur‘an tefsiri hazırlatıyor ve bu tefsirde „başta Alevilik olmak üzere ehl-i sünnet (Sünnilik) dışındaki görüşlere ve Hanefilik dışındaki diğer Sünni mezheplerin görüşlerine tefsirde yer verilmemesi; hüküm içeren âyetlerin de Türk-İslâm geleneği gözönünde bulundurularak yorumlanması“ direktifini veriyordu. (Bkz. Hürriyet, 19.11.1997).
Nitekim, sonradan gelen sivil ve askeri yönetimler de diğer kanallarda biriken farklı renk ve tattaki suyu Hanefi Müslümanlığına dönüştürüp, bu musluğu sonuna kadar açarak ve dini devletin her katında örgütleyerek, varolan sözde lâikliği de ortadan kaldırmışlardır. Başka bir deyişle, bünyelerine uymayan böylesi bir suyla beslemeye çalıştıkları diğer zümreler de yozlaşmaya yüz tutmuştur… Bugün Aleviler başta olmak üzere diğer azınlık inanç mensupları, din dersi mecburiyeti, din okulları örgütlenmesi, köylerine zorla yapılan camiler ve Diyanet‘in ayakoyunlarıyla, hâlâ bir dini örgütlenme ve sünnileştirme saldırısı karşısındadırlar. Osmanlı döneminde bile gerçekleştirilemeyen Alevi-Bektaşi köylerine cami yapma operasyonu, kendisine Kemalist diyen 12 Eylül Cuntacıları döneminde gerçekleştirilmiştir. Halkın rızası ve isteği dışında zorla dayatılan bu camilerin kaldırılması öncelikli hedeflerden biridir. Çünkü dini kurumların başındakiler, bir yandan Türkiye halkının yüzde 99‘unun Müslüman olduğunu söyleyerek Alevileri de bu kategoriye almakta, öte yandan bu kitlenin yaşam hakkını tehdit edecek boyutta düşmanlık yapabilmektedir. Kanımca bugün Alevi toplumunun önünde iki handikap vardır. Birincisi, Aleviliğin İslâm karşısındaki konumu, ikincisi ise Alevi toplumunun devlet içindeki konumudur. Eğer kimilerinin savunduğu gibi, Alevilik „Müslümanlık“ ise, o takdirde ayrı bir hak istemeye gerek yoktur, çünkü Müslümanlık zaten örgütlü egemen dindir. Rejim tarafından hâlâ resmen kabul edilmemesine, ikinci sınıf bir „zümre“ olarak görülmesine ve dıştalanmasına rağmen bu gerçeği görmüyorlarsa, Türk-İslâm sentezi temelinde örgütlenen devletten şikayetçi olmalarına gerek yoktur. Açıktır ki, Alevi toplumunun demokratik haklara kavuşması, öncelikle bu sorulara cevap bulmasına ve dünden bugüne yaşayageldiği „tek yanlı aşk“tan kurtulmasına bağlıdır.
Bu nedenle herşeyden önce Aleviliğin, Türkiye‘de örgütlenen ve egemen olan Müslümanlık‘tan çok ayrı bir düşünce biçimi, bir inanç, daha doğrusu bir „doğal ve felsefi din“ olduğu açık açık ifade ve ilân edilmelidir ki, kimse onlar üzerinde oyun oynayamamalıdır…
Gerçekte, İttihad-Terakki hareketinden bu yana Alevi-Bektaşi kitle istismar ve iğfal edilmektedir. İttihad-Terakki ile başlayan bu sürece daha sonra CHP, DSP ve SHP katılmıştır. Bu partilerden özellikle CHP, Alevi toplumunu, üzerinde her türlü tasarrufta bulunabileceği, çantada keklik bir güç olarak görmektedir. Türkiye‘de hakim sınıf ve güçler, ancak şeriat akımlarının güçlenmesi karşısında bu kesimi bir dayanak, bir sigorta olarak görmekte, bunun dışında bu kitleye kesinlikle saygı göstermemektedir. Bu kitlenin sözde sosyaldemokrat partilerin güdümünde olması, sermaye sınıflarının da işine gelmektedir.
Unutulmamalıdır ki, başta tek parti dönemi olmak üzere her dönemde Kürtler gibi Aleviler konusunda da gizli raporlar düzenlenmiş ve politikalar üretilmiştir. Bu politikaların temel amacı, Alevileri yedekte tutma ve kullanmadır.
Öyleyse, yapılacak öncelikli işlerden biri, demokratikleşmede önemli katkısı olabilecek bu toplumu, sözde sosyaldemokratların güdümünden ve iğfalından kurtarmak ve bunu herkese ilan etmektir. Alevi toplumunun yeri, halkları ve inançlarını özgür kılacak gerçek bir demokrasi partisidir. Gerçek bir demokraside önemli bir işlevi bulunacak olan Alevi toplumunun, demokratik örgütlenmeye ve demokrasi mücadelesine gerçek bir güç olarak katılması gerek kendisi, gerekse tüm toplum için hayati öneme sahiptir. Alevi toplumu, gelecekte bu doğrultuda yapacağı örgütlenmeler ve demokrasi bileşenleriyle yapacağı güçbirliğiyle, inanıyorum ki Türkiye‘nin demokratikleşmesinde bir dönemeç oluşturabilecektir. Son dönemlerde, kimi Alevi örgütlerinin bu doğrultuda ciddi bir sorgulama içine girdiklerini ve olumlu bir yöneliş gösterdiklerini yakından izliyorum. Geçmişte, kendilerini ifade etmelerine bile izin verilmeyen Alevilerin düzenledikleri kurultayları da bu açıdan önemsiyorum. Bu noktada gerek Alevi toplumunun geçmiş ve yakın tarihini sorgulaması, gerekse devletin tarihiyle yüzleşmesi büyük önem taşımaktadır. Bu sorgulama ve yüzleşme yapılabildiğinde; geçmişten günümüze süregelen Alevi katliamlarının bir „siyaset tarzı“ olarak gerçekleştirildiği acı bir biçimde anlaşılacak ve bundan tarihsel-toplumsal büyük bir ders alınacaktır.
Ancak böylesi bir sorgulama ve yüzleşmeyle birlikte Aleviliğin gerçek kimliği temelinde ve gerçek laiklik ekseninde bir örgütlenmeyle demokratik haklarına kavuşacağına ve bir daha katliamlara maruz kalmadan, diğer inançlarla birlikte özgürce yaşayacağına inanıyorum.
