Mehmet Said AYDIN: Yazıldı mı o şiir?

Üzerinden iki yıl geçmesi bir yandan dehşet verici aslında. “Bizim de 68’imiz 78’imiz oldu” motivasyonuyla söylemiyorum bunu. Anakronizm başa bela bir şeydir ve sık düştüğümüz şehvetli bir yanılgıdır. İki yıl geçmiş ve ben buna inanamıyorum. İlk hissim bu.
Gezi üzerine iki yazı yazdım sanırım, birkaç da soruşturma yanıtladım. İki yazının ilki, henüz Park (büyük harfle anılacak metin boyunca) düşmemişken (aslında burada tırnak içi var) yazılmıştı ve Park'ta kurulan kütüphaneye dairdi. İkincisi, Park düştükten, olan olduktan, geçen geçtikten sonra yazılmış bir yazıydı ve Türkali’nin “kavgamızın başkenti”ni ödünç alıyordu.
#gezikütüphanesi
4 Haziran Salı günü, twitter’da #gezikütüphanesi yazıldı. Henüz öğlen saatleriydi. Zaten gezici bir kütüphane vardı; insanlar “neden olmasın?” demeye başladı. Bir anda yayınevlerinden “Varım” tweetleri akmaya başladı. Akşam ofisten çıkarken elimde birkaç kitapla Park’a yollandım ve kafamda şöyle bir fotoğraf vardı: Çadırların orada bir masa olacak, o masanın üzerinde kitap istifleri olacak, isteyen de gelip alacak. Alana ulaştığımda gördüğüm şey çok acayipti. Birbirini tanımayan insanlar yan yana gelmiş, başlarında onları yönlendiren biriyle taş taşıyorlar ve basbayağı bir kütüphane inşa ediyorlardı. İlk kitaplar yerleştirilmişti bile. Kütüphanenin adı bulunmuş, bazı sözler yazılmış, “tasnif etsek mi?” sorusu bile gündeme gelmişti. Hiç tanımadığım insanlarla kütüphanenin önünde bir kaide oluşturmak için taş taşımaya başladık. “Bir müteahhit aranıyor”a cevaben, “Müteahhidin ne işi var burada?” denilen bir mesai böylece başlamış oldu. Yavaş yavaş insanlar toplanmaya başladı. Birkaç saat önce “neden olmasın?” denen şeyin, müthiş bir dayanışmayla oluvermesi gerçekten çok acayipti. İkidir “acayip” diyorum ama hakikaten başka kelimeye de başvurasım yok.
“Ev taşıyoruz anne, korkma”
İki yıl evvel, bugünlerde, ben Parkın civarında mukim biriydim. Direniş günlerinde ev taşımış, polisler kadar çektiğim ebeveynlerimi bu taşınma ile birkaç gün sakinleştirebilmiştim. Çatışmalı gecelerden birinde şeytan taşlama – kovalanma – kaçma – apartmana sığınma geleneğinin yaşatıldığı bir esnada annem aramıştı. Birbirini tanımayan belki 10 kişi, bir apartman boşluğunda bekleşiyorduk. Civarını pek de iyi bilmediğim bir semtti orası, beraber sığındığımız çocuklardan biri “Ben biliyorum abi, bana bırakın,” dediği için biraz tereddütle de olsa içim rahattı, apartman kapısının önünden sürüyle polis geçiyordu. Telefonum çaldı, annemdi ve bu defa da açmasam Kızıltepe’den kalkıp İstanbul’a gelmesi işten bile değildi artık. Açtım, “Evet evet anne, arkadaşlarla ev taşıyoruz, sesim mi? Ha apartman boşluğundayım, ondan yankılanıyor. Yok anne, yorulmadım, kalabalığız burada,” dedim. Muhtemelen şu an 9 kişi, o geceyi anlatırken “Yav biri vardı, annesine ev taşıma numarası yapmak zorunda kaldı” diye tarif ediyordur.
“Sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrardır”
Anlatılmışlığı var, burada anlatılır, anlatılacaktır:
2000’lerin başında, İstanbul gurbetinde gözaltına alınır biri. Bir başkası da 1990’ların başında Ankara’da gözaltına alınmıştır. Ankara’daki gözaltı normalde birkaç saat sürecekken, cep araması ve cepte bulunan küçücük bir kâğıt yüzünden günler süren işkenceyle cevaplanır. Cepteki kağıtta Kürtçe birkaç dize vardır. Birkaç aşk dizesi. O kadar. Ama Kürtçedir ve yazılmıştır, üstüne üstlük bir de cepte taşınmaktadır. Dayak için, işkence için daha büyük mazeret mi olurmuş kudurmuşa? 2000’lerin başındaki gözaltı da keza birkaç saat sürecek sıradan bir uygulamadır; YÖK protestosundan dönen alakasız üç beş genç arabaya tıkıştırılır. Üst aranır, cepten gene bir kağıt çıkar. O kağıtta yazan işkence ve günler süren tutsaklıkla yanıtlanır. “Sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrardır” yazmaktadır küçük kağıtta. Kağıtçıkta hatta.
İki sene önce bugünlerde, Taksim Meydanı’nda (bundan sonra büyük harfle Meydan olarak anılacak) bir bez afiş görmüştüm. İki ağacın arasına çekilmiş, kocaman harflerle yazılıydı, bizimkiler hemen civarında yorulmadan halay çekmekteydi. “Sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrardır” yazıyordu afişte. Altında durdum. Bu iki hikayenin bilgisiyle durdum altında afişin. Ağladığımı kim söyledi? Gözüme ağacın poleni kaçmıştır olsa olsa.
Türkiye’de bir şiir yazılıyor
Yukarıda da italik alıntıladığım ve o günlerde yazılmış kütüphane yazısının sonunda söylemişim:
Süreyyya Evren’in güzel kızı Ada’nın en büyük “aktivist” olduğu bu kütüphane, benim için biraz da “Ada Kütüphanesi”. Bu teklifimi Ada’ya da sundum; “Hayır, ben sadece resimleri yapıyorum. Benim adım olmasın.” dedi. Gözleri falan doluyor insanın böyle. Zaten biber gazı denen hadise bol bol göz yaşartıyor.
Kütüphaneye uzun bir yol izleyerek, iki kişinin elinden gelen deftere bir şeyler yazarken artık hava kararmıştı. İçerisi kitap dolmuştu, “gittiğimiz her yeri kendimize benzetmiştik” bir arkadaşımızın dediği gibi. Kitaba, söze, edebiyata, şiire hürmet aşka hürmettir çünkü. Aşk, yeri gelir bir memleketin tamamına “hop” der. Hop! Ağır ol bay düzyazı. Türkiye’de bir şiir yazılıyor.
O şiir yazıldı mı, doğrusu bilmiyorum. Ama üzerinden iki yıl geçmiş olması hakikaten dehşet veriyor bana. Arada kaç cenazeye gittim? Ankara’da Fuat mesela, İstanbul’da Berkin, gene İstanbul’da Hasan Ferit. Gittim, yürüdüm, elim cebimde başım önde yürüdüm. Ali İsmail’e şiir yazdım. Bu defa İstanbul sokağının zorunu gördüm. Tuttum onu Kürdistan’a uladım aklımda, aklımsıra. Bütün bunlar oldu. Oldu bütün bunlar iki yıl evvel bugünlerde.
Sonra düştü Park. O afiş Meydandan indirildi. Kütüphanenin leşini bile göremedim. Ama evi hakikaten taşıdım. Yorulmadım. Büyük bir şiir yazılırken, ev taşımaktan niye yorulsun insan?
