Mezardan ve yastan bile mahrum


AKP yönetimindeki Türk devleti, Silopi'de 3 Kürt kadınının infazı ardından daha fazla kamuoyunun gündemine giren Kürt illerinde katledilen sivillerin cenazelerine yönelik zulüm ve vahşeti gizleme telaşı içinde. HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız, "Morglarda bekleyen cenazeler bu sistemin kokuşmuşluğunun göstergesi. Yönetmelik değişikliği, cenazelerin gizli bir şekilde ortadan kaldırılmasına dönük kirli bir manevradır" dedi.
Kürdistan'da katlettiği ve defnedilmelerine engellediği sivillerin cenazelerini gasp ederek istediği yerde defnetmenin planını yapan Türk devleti, Adli Tıp Kurum Yönetmeliği'ni değiştirdi. Adalet Bakanlığı, Kürt illerinde operasyonlar sırasında hayatını kaybedenlerin devam eden sokağa çıkma yasakları nedeniyle gömülemeyen cenazelerini vali ve kaymakamların defnetmesinin önünü açacak bir yönetmelik yayınladı. Adli Tıp Kurumu Uygulama Yönetmenliği'ndeki değişiklik dün Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe konuldu.
Vali istediği yere defnedebilecek!
Önceden otopsinin sonuçlanması ve kimliğinin tespitinden sonra ailesine ve yakınlarına 15 gün içinde cenazelerin verilmesi görevi belediyeye aitken, yönetmeliğe "belediyeye veya mülki idare amirleğine teslim edilir" ibaresi eklendi. Aynı bölüme şu cümle de dahil edildi: "Kimliği tespit edilmiş olmasına rağmen ailesi ve yakınları tarafından 3 gün içinde teslim alınmayan cesetler de belediyeye veya mülki idare amirliğine gömülmek üzere teslim edilir."
Böylece sokağa çıkma yasakları nedeniyle ailelerin defnedemedikleri cenazeleri 3 gün sonra ailelerin haberi olmadan mülki idare amirliğinin defnetmesinin önü açıldı.
Master planının parçası
Hükümetin daha önce basına yansıyan yeni savaş konsepti planlarında, cenaze törenlerinin engellenmesine yönelik düzenlemeler de yer almıştı. İçişleri Bakanlığı ile Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı'nın hazırladığı Türkiye'nin ilk "terörle mücadele master planı"nında bölgedeki çatışmalarda hayatını kaybedenlerin cenazelerinin "örgüt propagandasına dönüştürülmesine izin verilmeyeceği" ifadeleri yer almıştı.
Cenazelere zulüm
Sur'da sokağa çıkma yasağı 38, Cizre ve Silopi'de ise 26. güne girdi. Bu süre zarfında 3 ilçe ile Şırnak kent merkezinde aralarında çocuk ve yaşlıların da bulunduğu 78 sivil, Türk devlet güçleri tarafından katledildi. Dün itibariyle Sur'da 16; Silopi'de 26; Cizre'de 33 kişi 'yasak' kılıfıyla katledilirken, Şırnak merkezde ise son birkaç gün içinde 3 kişi öldürüldü.
Sokağa çıkma yasağının devam ettiği Silopi, Cizre ve Sur'da devlet hastanelerinin morgları tamamen doluyken, bazı cenazelerin üst üste konduğu, bazılarının yemekhane buzhanelerinde saklandığı biliniyor. Silopi'de katleden sivillerden Taybet İnan'ın 7 gün boyunca yerde kalan cenazesini defnetmek isteyen ailesi son olarak Anayasa Mahkemesi'ne (AYM) başvurmuş, yaşam ve gömme hakkı gibi temel haklarının savaş halinde dahi ihlal edilemeyeceğini belirtmişti. Sur'da 3 gencin ailesi çocuklarının cenazelerini alabilmek için bir haftadır açlık grevinde. Şırnak'ta katledilen isimleri öğrenilemeyen 2 kişinin cenazesi 4 Ocak'tan itibaren vuruldukları Orman İl Müdürlüğü bahçesinden alınamıyor.
Morg anahtarı kollukta
Netleştirilememekle birlikte 50 civarında kişinin cenazesi henüz defnedilemedi. Gazetemize konuşan HDP Şırnak Milletvekili Leyla Birlik, "Şırnak Devlet Hasatanesinde 11 cenaze var. Ancak Silopi ve Cizre hastaneleri morglarında bulunanlarla ilgili net bir şey söylemek zor" dedi. Morgların hastane değil kolluk kuvvetleri denetiminde olduğunu kaydeden Birlik şu bilgiyi paylaştı: "Silopi devlet hastanesi yetkilileriyle, başhekimle 3 gün önce görüştüm. Bilgi veremiyorler. Morgun anahtarının kolluk kuvvetlerinde olduğunu söylüyorlar. 'Cenazeler getiriliyor, götürülüyor ama biz bilgi sahibi değiliz' diyorlar. Cizre'de de durum aynı. Morglar kolluk kuvvetlerinin denetiminde."
Birlik, Silopi'de morgda yer kalmadığını, cenazelerin artık Habur'daki soğuk hava deposuna götürüldüğünü de teyit ettiklerini ifade etti.
Silopi infazı ardından
Sivilleri katletmekle kalmayıp cenazelerine ve ailelerine böylesi bir zulmü reva gören Türk sömürgeciliği, şimdi de haftalardır morg kapılarında sokağa çıkma yasağının sona ermesi ve yakınları defin için bekleyen ailelerin cenazelerine el yokma derdinde. Buna meşruiyet kılmak için apar topar Adli Tıp Kurumu Uygulama Yönetmenliği'nde gerçekleştirilen değişikliği gazetemize değerlendiren HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız "Silopi'deki 3 kadın arkadaşımızın infazı ardından bu değişiklik acil olarak gündeme alınmış" dedi.
Vahşeti gizleme manevrası
"Bu yönetmelikle ailelerin rızası dışında cenazeleri defnetmeye niyetliler. Bu cenazeleri morglardan uzaklaştırmak istiyorlar. Bu kadar çılgınca bir adım" diyen Sarıyıldız'a göre yapılmak istenenin özü şu: "Şu an Cizre ve Silopi'de 20 günü aşkın süredir devam eden bu vahşet sürecinde 60'ya yakın insan katledildi. Bu büyük bir insanlık suçudur. Bunun yarın öbür gün tespit edilmesi halinde bu vahşeti uygulayanlar hakkında çok ciddi sorunlar ortaya çıkacak. Bu vahşeti görünmez hale getirmeye dönük kirli bir hamledir. Bu cenazeleri ortadan kaldırmak istiyorlar. Şimdiye kadar 10-12 tanesi civar köylerde toprağa verildi. Diğerlerini de aynı şekilde götürülerek gömülmesini istiyorlar. Çünkü morglarda bekleyen cenazeler bu sistemin kokuşmuşluğunun göstergesi. Bunun görünmesini istemiyorlar. Bu cenazeler toprağa verileceğine, bu vahşete son verileceğine, cenazelerin gizli bir şekilde ortadan kaldırılmasına dönük kirli bir manevradır. Halkımız tüm bunların farkında ama dünyanın batı kamuoyunun Türkiye'deki diğer halkların bu vahşeti görmesinin önüne geçilmeye çalışılıyor."
Aileler oyuna gelmeyecektir
Basında her gün abartılı rakamlar yansıdığını, Cizre için şimdiye kadar "200'e yakın örgüt mensubunun yaşamını yitirdiği" yönünde açıklamalar olduğunu hatırlatan Sarıyıldız, "Bu büyük bir yalan, büyük bir bilgi dezenformasyonu. Şimdiye kadar Cizre'de 32 sivil yurttaş katledildi, 24-25'i evli insanlardı, diğerleri çocuktu. Şimdi de evden çıkarılamayan 50 yaşında Osman Tekin isimli bir kişi var (Görüşmeden sonra ölüm haberi geldi ve sayı 33 oldu). Cizre'de katledinlerden 11-12'si defnedildi. Onun dışındakilerin cenazeleri morglarda bekletiliyor. Bu vahşetin üzeri örtülmeye çalışılıyor. Yapılan adımı böyle anlamak gerekiyor" diye belirtti.
Sarıyıldız, yakınları katledilen ailelerin talebini ise şöyle özetledi: "Aileler başından bu yana şöyle bir tutum sergilediler: Bu vahşet kalksın, güvenli bir şekilde cenazelerimize sahip çıkalım, cenazelerimiz hak ettikleri şekilde, kendi yaşadığımız merkezde, dini vecibelerine uygun bir şekilde alıp akrabalarımızla birlikte toprağa verelim. Ancak buna şu anda imkan verilmiyor. Ailelerin valiliğin 3 gün dayatması oyununa gelmeyeceğini düşünüyoruz."
İradelerini kırmak için
HDP Şırnak Milletvekili Birlik ise cenaze gaspının halkın iradesini kırmaya dönük bir adım olduğunu ifade etti. Birlik, "Hukuku da kendilerine göre uyduruyorlar. İnsanlar dini vecbilerini yerine getirmek, çocuklarını defnetmek, taziyelerini kurmak istiyorlar. Bu karar gayri ahlakidir, vicdansızlıktır. Tamamıyla halkın iradesini kırmak ve itaat ettirmek istiyorlar" diye konuştu.
İlk icraat Şırnak'ta
Düzenlemenin ilk uygulaması, 2 ilçesinde soykırım saldırılarının sürdüğü ve çok sayıda cenazenin bekletildiği Şırnak'a hayata geçirildi. Sağlık Bakanlığı'na bağlı Şırnak İli Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği'nden Şırnak Belediyesi'ne gönderilen bir yazıda Şırnak Devlet Hastanesi'nde bekletilen cenazelerin alınması istendi. Yazıda cenazelerin 3 gün içinde hastaneden alınarak defnedilmesi istendi.
HABER MERKEZİ
Kürt'ü insan görmüyorlar
HDP Bingöl Milletvekili Hişyar Özsoy, cenazelerin gaspedilmesiyle ilgili Türkiye Meclisi'nde yaptığı konuşmada, insanı diğer varlıklardan ayıran temel farkın ölüsünü gömebilmek olduğunu anımsatarak, "Eğer sen Kürt'e kendi ölüsünü gömme hakkı vermiyorsan onu insan kategorisinin dışına itmişsin demektir" dedi.
Özsoy, Meclis tutanaklarına geçen Genel Kurul konuşmasında şunları söyledi: "Kürtlerin cenazelerine yapılan hakaret, 1925'ten bu yana devam ediyor ve son derece sistemli, son derece sistematik bir politikadır. Şeyh Said'in ve 47 arkadaşının hâlâ mezar yerleri belli değil, Seyid Rıza'nın ve arkadaşlarının mezar yerleri belli değil, Said-i Kürdi'nin cenazesi nerede kimse bilmiyor. 1980'lerde askeri çöplüklere atılan cenazeleri biliyoruz, Kasaplar Deresi'ni biliyoruz, kimsesizler mezarlıklarını biliyoruz. 400'e yakın toplu mezarda 4 bin tane insanın hâlâ yerinin bulunmasını bekliyoruz. Bu yaz boyunca teşhir edilen, sürüklenen cenazeleri, sokak ortasında bekletilen cenazeleri gördük, gördük, gördük. Bu, sistemli bir devlet politikasıdır. İnsanı diğer varlıklardan ayıran temel fark kendi ölüsünü gömebilmektir. Eğer sen Kürt'e kendi ölüsünü gömme hakkı vermiyorsan onu insan kategorisinin dışına itmişsin demektir, kabul edilemez olan budur. Zaten insan olarak görmediğinizle hiçbir zaman barış yapamazsınız. Kürtlerin dirisiyle barış yapmak istiyorsanız, ölüsüne saygı duyacaksınız. İnsan olmanın gereği budur."
Tarih mezarda başlar
Hişyar Özsoy, gazetemizin 7 Mayıs 2012 tarihli PolitikART ekinde, "Araf'ta kalmak: Tarih mezarda başlar" başlık yazısında da bu konuyu işlemişti:
Latince'de "humanitas" (insan) kelimesi "humando" (gömmek) kökünden gelir; insan ölüsünü gömebilen varlık demektir. Kürtçe'nin Kurmancî lehçesinde "mirin" ile "mirov", Dimilkî lehçesinde "merde" ile "merdim/mordem" arasında da muhtemelen benzer bir etimolojik ve semantik ilişki söz konusudur. Tabiatın diğer varlıklarından en temel farklarımızdan biri bu belki de; ölülerimizi gömebilmek. İnsan topluluklarının yaşama ve ölüme yükledikleri anlamlar, bu olgular etrafında geliştirdikleri sembol ve ritüeller devasa bir çeşitlilik gösterse de, ölüsünü gömmek evrensel olarak toplumların zamansal ve mekansal devamlılığını sağlayan bir pratik olarak karşımıza çıkar. Birçok halk mezarları ile zamana ve mekana iz düşer, varlıklarını tarihe ve toprağa kaydederler. Kültürel antropolog Eva Domaska tarih
ile mezar arasındaki ilişkiyi, "Ölüm olmasaydı tarih
de olmazdı. Tarih ölümden beslenir. Tarih mezarda başlar" diye tarif
eder. [1] Tarih mezarda başlıyorsa eğer, başkaldırdıkları için devlet
tarafından öldürülen Kürtlerin mezardan mahrum bırakılmalarını nasıl
anlamak gerekir? Devlet öldürdüğü Kürtlerin cansız bedenlerinden ne
ister?
Diğer halklar gibi, Kürtler de ölülerine büyük anlam atfeder,
saygı ve sadakat ile yaklaşır, onları gelenek ve inançlarına göre doğru
buldukları, layık gördükleri şekilde gömer ya da gömmek isterler.
Dahası, geleneksel Kürt kültüründe "ölüyü yerde bırakmak" ayıp ve utanç
sebebi sayılır, ölüsünü yerde bırakanlar ölülerine karşı son görevlerini
yerine getiremeyenler toplumda kabul görmezler. Ancak, zor ve şiddet
ile modern tarihin dışına itilmiş bir halk olan Kürtler için son
yüzyılda ölülerini gelenek ve inançlarına uygun bir şekilde gömmek pek
de kolay olmamış, devlet iktidarının kendisine itaat etmeyi reddeden
Kürtlerin cenazelerine yönelik egemen tasarrufları Kürt meselesinin
temel çatışma alanlarından birisini oluşturmuştur.
Kültürel ulus
kuramcıları milliyetçi ideolojiler ile ölüm arasında tarihte öncesi
olmayan kurucu bir ilişki olduğunu belirtirler. [2] Ulus-devletlerin
farklı halkların bir arada yaşadıkları toprakları tek bir etnik grubun
"milli vatanı" olarak inşa etme süreci, yerin yalnızca üstünün değil,
altının da tek bir ulusun egemenlik arzularına göre yeniden
düzenlenmesini içerir. Bu sebepledir ki, örneğin, Türk ulus-devletinin
inşa sürecinde Anadolu ve Kuzey Mezopotamya topraklarının gayrı Müslim
halkları, tarihsel yurtlarında fiziksel olarak yok edilmekle kalmamış;
mezarları, anıtları, ibadet yerleri ile diğer kültürel ve tarihsel
izleri de tahrip edilip silinerek ulusal tarih ve mekânın dışına
atılmışlardır. Dahası, ulus-devletler kendi ölülerini ulusal şahadet
çerçevesinde yüceleştirip ölümü ulusal kimliğin inşasının ayrılmaz bir
parçası olarak kurarken, kendisine başkaldırıp isyan edenleri sadece
biyolojik olarak öldürmekle yetinmez, öldürdükleri bedenlerin bir anlam
ve değere dönüşmesini engellemek için onları sembolik ve politik olarak
da öldürmek için her türlü yol ve yönteme de başvururlar. Marquis de
Sade'nin ifadesi ile, düşman olarak gördüklerini bir defa değil
(biyolojik), ikinci bir kez daha (sembolik) öldürmek isterler. [3]
Kürtler
bu egemen sistem içinde paylarına düşen kimliksiz yaşama itiraz
ettikleri yerde, Sade'nin öngördüğü şekilde, hem biyolojik hem de
sembolik ölüm rejimlerinin değişik biçimlerine maruz kalmışlardır.
İşkence edilen, derelere atılan, askeri ciplerin arkasında sürüklenen,
dipçiklenen cenazeler, askeri çöplük veya kimsesizler mezarlıklarına
atılanlar, "kutsal vatan topraklarını kirletiyor" diye gömüldükleri
yerlerden çıkarılıp ellerle parçalanan cesetler, bombalanan mezarlıklar,
tahrip edilen mezarlar, kırılan mezar taşları…Sonuç olarak, sadece son
otuz yılda mezardan mahrum bırakılan ve insan gibi ölmesine müsaade
edilmeyen Kürtlerin sayısı onbinlerle ifade ediliyor. Bu ölülerin
birçoğu halen Araf'ta asılıdır. Sadece ölüler değil Araf'ta kalan.
Geride kalanlar da hayat ile ölüm arasındaki zaman-mekanda huzursuz
ruhları ile asılı duruyor. Cenazeler bulunamadığı için "bir gün çıkıp
gelecek" umudu acımasız bir melankolik şüphe haline dönüşürken, geride
kalanlar için yas bir türlü bitmiyor, ölüm hali süreklileşiyor. Ne
ölüler tam ölebiliyor ne de yaşayanlar hayata kaldıkları yerden devam
edebiliyor. Hayat ile ölüm arasında acımasız bir sıkışma, hayat ile
ölümün içiçe geçtiği gayrı-insani bir insanlık hali.
Judith Butler, "yası tutulamayan hayat hayat değildir" diyor. [4] Çünkü, hangi ölüm için yas tutulup tutulamayacağı, ölen kişinin "insan" olarak kabul edilip edilmediğine bağlıdır. Tam da bu mantıktan hareketle, egemenler kendilerine başkaldıranlar ya da itaat etmeyenler için yas tutulmasına, mezar yapılmasına çoğu kez müsaade etmez, onlarla kavgalarını Araf'a ve diğer dünyaya taşırlar. Ölüleri cezalandırma arzu ve siyaseti böylesi bir mantığın ürünüdür. Yas ve mezardan mahrum bırakma bir "insanlıktan çıkarma" (dehumanizasyon) stratejisi, bir egemenlik pratiğidir. Modern dünyada mezarsızlığa sistemli bir şekilde maruz kalan Kürtlerin durumunu belki de en iyi ifade eden paradigmatik örnek Sofokles'in Antigone tragedyasıdır. [5] Hikâyeye göre, Tebes kralı Kreon'un iki yeğeni savaşa tutuşur. Biri amcasına isyan etmiştir, diğeri amcası için kardeşine karşı savaşmaktadır. Savaşta her iki kardeş de ölür. Kreon kendisine sadık yeğeni için büyük bir cenaze merasimi yapılmasını emreder. İsyan eden yeğeni için ise yas tutulmasını yasaklar, cesedinin savaş meydanında bırakılıp kurda kuşa parçalatılmasını buyurur. Daha on yedi yaşında bir kız olan Antigone amcası Kreon'un bu buyruğunu çiğneyerek kardeşinin parçalanmış bedenini savaş meydanından alarak gizlice bir mezara gömer. Antigone yakalanıp Kreon'un huzuruna çıkartılır. Kreon önce Antigone'a yas tutulmaması ve mezar yapılmamasına dair verdiği emri bilip bilmediğini sorar. Antigone emri bildiğini, ancak kardeşinin cenazesini yerde bırakamayacağını, kralın emrinin tanrıların yasalarına aykırı olduğunu söyler. (Antik Yunan'da her vatandaşın gömülme hakkı kutsaldır. Kreon verdiği emir ile hem vatandaşlık hem de tanrıların hukukunu çiğnemiştir). Aldığı bu cevap üzerine öfkeden deliye dönen Kreon Antigone'u bir mağaraya hapseder. Antigone'un ifadesi ile "hayat ile ölüm arasında" bir yer gibidir bu mağara. Kendisine danışmanlık yapan kör kâhin, Kreon'a hem halkı hem de tanrıları kızdırdığını, kararından vazgeçmezse kendisini de benzer bir sonun beklediğini söyler. Kâhinin bu uyarı ve telkinleri sonucu, Kreon kısmen korku, kısmen pişmanlık duyguları ile Antigone ve kardeşine verdiği cezayı kaldırır. Ancak, çok geç kalmıştır. Antigone hapsedildiği mağarada intihar etmiştir. Bunu duyan ve Antigone'a aşık olan Kreon'un oğlu da intihar eder. Bu haberi duyan Kreon'un karısı da kocasına lanetler yağdırarak canına kıyar. Hikâye Kreon'un pişmanlık içinde ağlayıp kıvrandığı sahne ile son bulur. Kreon da Sezar gibi çirkin bir surat olarak çoktan tarihteki kötücül yerini almışken, Antigone egemenlerin adil ve insani olmayan yasalarına karşı mücadele için ilham kaynağı olmaya devam ediyor.
Mezarsızlık ve ölülerin cezalandırılması açısından bakılınca, Antigone'un hikâyesi Kürtlerin Cumhuriyet tarihi ile ilişkilerinin özet bir ifadesi gibidir. Cumhuriyet tarihinin ilk kapsamlı Kürt isyanını yürüten Şeyh Said ve 46 arkadaşı Diyarbakır'da idam edilmelerinin ardından bir de mezarsız bırakılarak cezalandırılır. 47 kişi bugün bile yeri tam olarak bilinmeyen Dağkapı'daki bir çukura gömülür. Şeyh'in darağacına giderken bir mahkeme üyesine hitaben sarfettiği "Mahşer günü seninle muhakeme olacağız" sözleri ise halen Dağkapı Meydanı'nda çınlamaktadır. Seyyid Rıza, oğlu ve arkadaşlarının 1938 yılında Elazığ'da asılmalarının ardından cesetlerine ne olduğu bilinmez; ya bilinmeyen bir yere gömüldüler ya da yakıldılar. Seyyid'in de son sözleri hala Elazığ'ın Buğday Meydanı'nda yankılanmaktadır: "Evlad-ı Kerbelayız, bihatayız, ayıptır, zulümdür, cinayettir." Said-i Kurdi'nin ölü bedeni ise 1960 askeri darbesinden sonra Urfa'daki mezarından çıkartılıp ya uçaktan denize atılmış ya da Isparta'da bilinmeyen bir yere gömülmüştür. Walter Benjamin'in ünlü "Tarih Tezleri"nde "yenildiklerinde ölüler bile düşmanının öfkesinden kurtulmayacaktır" dediği durum tam da bu olsa gerek. [6] Kürtlerin modern Cumhuriyet dönemindeki bu mezarsızlık durumunu basit bir tarihsel tesadüf olarak değil, devletin Kürt coğrafyasına dair egemenlik paradigması ve ölüm rejimlerinin direk ve sistemli bir sonucu olarak görmek gerekir. Kendi vatanlarında içine girebilecek dört metre karelik toprak ile bir mezartaşı bile bulamayan iki Said ve bir Seyyid'in kayıp mezarları, bölgesel-mezhepsel aidiyetleri ile politik-ideolojik yönelimleri ne olursa olsun, Kürtlerin devletin egemenliğini sorguladıkları takdirde başlarına neyin geleceğinin bir ifadesi; hayat ile ölüm arasına zor ve şiddet ile sıkıştırılmış bir tarihin sembolik ve acımasız resmidir.
Devletin sözkonusu politikaları Kürt siyasal hareketinin 1980'lerden itibaren kazandığı ivmeyle birlikte daha sistematik bir hal aldı. 2002 yılının sonuna kadar yürürlükte kalan Olağanüstü Hal yönetimi altında, çatışmalarda hayatını kaybeden gerillaların toplu mezarlar ya da "kimsesizler" mezarlıklarına gömülmeleri, cenazelerin halktan kaçırılması, tüm baskı ve şiddete rağmen çocuklarının ölü bedenlerini arayan ailelerin maruz kaldığı baskı ve hakaretler, cenaze törenlerinin yasaklanması gibi türlü uygulamalar rutinleşti. Malum, ölenler "kimsesiz" değildi. Mesele, devletin biyolojik olarak öldürdüklerini toplumsal-sembolik olarak yalnız ve "kimsesiz" bırakma, Kürtlerin ölülerini yaşayanlarından ayırma, Kürtlerin hayatı ile ölümü arasında egemen sınırlar çizip bu sınırları sert bir şekilde kontrol etme çabasıydı. Kürtlerin ölülerine hükmetmeye yönelik benzer pratikler halen devlet politikasının olağan bileşenleri olarak önemli ölçüde devam etmektedir.
Ne var ki, devletin cenazelerine reva gördüğü bu uygulamalar Kürtlerin siyasi ölümler etrafında güçlü bir direniş mitolojisi ve mücadele geleneği oluşturmasına vesile oldu. PKK'nin 1980'lerin sonlarından itibaren bir halk hareketine dönüşmesini tetikleyen kritik alanlardan bir tanesi devletin gerilla cenazelerine yönelik uygulamaları idi. 1980'lerin sonunda Siirt'te askeri çöplük alanı olarak kullanılan Kasaplar Deresi'ne PKK'li tutsak ve gerillaların cesetlerinin atıldığı ortaya çıkınca Kürtler arasında ciddi bir öfke ve duyarlılık oluştu. Gerilla cenazeleri dağlardan şehirlere geldikçe, önce Cizre, Kızıltepe ve Nusaybin gibi ilçelerde başlayan protestolar kısa bir sürede neredeyse tüm Kürt illerine yayılmış, 1990'ların başındaki serhildan sürecinin ortaya çıkmasına vesile olmuştu. 1991'in Temmuz'unda Diyarbakır'da Vedat Aydın için yapılan cenaze töreni ile bu direniş dalgası doruğa ulaştı. Ölümler etrafında yaratılan bu mücadele geleneği cenaze törenleri ve protestolarla sınırlı değildi şüphesiz. Ölenlerin ardından yakılan ağıtlar ve türküler, düğünlere dönüştürülen ölümler, ölenlerin isimlerinin yeni doğan çocuklara, dağlara, tepelere, vadilere ya da sokaklara verilmesi, gelenekselleşen anma törenleri gibi etkinlikler ölenlerin bir ulusal direniş mitolojisi içerisinde politik ve sembolik olarak ölümsüzleştirilmelerini beraberinde getirdi. Bu süreç boyunca Kürtler arasında ölümün anlamı ciddi şekilde değişmiş, biyolojik ölüm bir anlamda ölüm olmaktan çıkmış, ölümün hayat ile politik bağı kurulmuş, acı ve yas gibi temelde şahsi olan duygular kolektif politik durumlara dönüşmüştür. Sonuç olarak, devlet ile mücadele içerisinde olan Kürtler öldürüldükçe, Kürt hareketi hem sayısal, hem de siyasal ve sembolik anlamda sürekli olarak büyümüştür. Musa Anter'in öldürülmeden bir süre önce okuduğu dizelerdeki cellatın çözemediği bilmece Kürtler arasında ölümün değişen anlam ve üretkenliğine çarpıcı bir örnektir: "Ve cellat uyandı yatağında bir gece/ Tanrım dedi, bu ne zor bilmece/ Öldükçe çoğalıyor adamlar/ Ben tükenmekteyim öldürdükçe."
Egemen olmak en son kertede kimin yaşayıp kimin öleceğine karar vermek, ölümün şekil, anlam ve değerinin ne olacağına hükmetmekse, kayıp mezar ve cenazelerin tarih ve toprak ile bağını kurmak, onları anlam ve değer dünyasına taşımak Kürtlerin yürüttüğü egemenlik mücadelesinin merkezinde olmaya devam edecek gibi görünüyor. Çünkü, Kürtler son otuz yılda tekrar tekrar öğrendiler ki cenazelerine sahip çıkamayan, yani ölüm alanında yenilen bir halkın hayatta egemen olma şansı da çok fazla yoktur. Her türlü risk ve zahmeti göze alıp ölülerine sahip çıkmaları biraz da bundandır. Devletin bu bilinci edinmiş Kürtler ile barış yapabilmesinin bir yolu ölülerini cezalandırmaktan vazgeçip bu konuda kendi geçmişiyle derinlikli bir hesaplaşma içine girişmek ve adil olmanın yolunu aramak olabilir. Nihayetinde, bedeli ağır olsa da Antigone ile Kreon'un mücadelesinde kazanan ve insanlık tarihine miras kalan Kreon'un hayatı trajediye boğan egemen zulmü, kibri ve had bilmezliği değil, en insani talebin temsilcisi olan Antigone'un kardeşinin ölü bedeni için giriştiği haklı, amansız ve tavizsiz tavrı olmuştur.
[1] Eva Domanska. "Toward the Archaeontology of the Dead Body," Rethinking History 9:4 (2005), sayfa 398.
[2] Benedict Anderson. Imagined Communities: Reflections on the Origins and Spread of Nationalism. London: Verso, 1983.
[3] Marquis de Sade. Juliette. New York: Grove Press, 1968.
[4] Judith Butler. Precarious Life: The Powers of Mourning and Violence. London: Verso, 2004, sayfa 34.
[5] Sophocles. Antigone. Reginald Gibbons and Charles Segal, eds. New York: Oxford University Preş, 2003. Ayrıca bakınız: Judith Butler. Antigone's Claim: Kinship between Life and Death. New York: Columbia University Press, 2000.
[6] Walter Benjamin. Illuminations: Essays and Reflections. New York: Schocken, 1968, sayfa 255.
Vicdanımız el vermiyor
Silopi'de Türk işgal güçleri tarafından vahşiçe katledilen ve dün defnedilmeleri planlanan 3 Kürt kadın siyasetçinin aileleri, "Diğer cenazeler defnedilmeden biz de cenazelerimizi almayacağız" dedi.
Silopi'de katledilen ve cenazeleri Şırnak Devlet Hastanesi morgunda tutulan KJA Yönetim Kurulu Üyesi Sêvê Demir, Silopi Halk Meclisi Eşbaşkanı Pakize Nayır ve KJA üyesi Fatma Uyar için bugün tören düzenlenecekti. Törenler için Şırnak ve Amed'de tüm hazırlıklar tamamlanırken, Kürt kadın siyasetçilerin aileleri, milletvekillerin de bulunduğu binler cenazeleri almak için dün hastane önünde bir araya geldi. Ancak aileler morgta şahit oldukları ardından cenazelerini almaktan vazgeçti.
Katledilen 3 Kürt kadın siyasetçinin aileleri hastane önünde açıklama yaptı. 5 Ocak gecesi Şırnak'ın Bahçelievler Mahallesi'nde katledilen 19 yaşındaki Çetin Taşar'ın ailesinin de katıldığı açıklamada, Dicle Mahallesi'nde 4 gün önce katledilen ve cenazeleri hala yerde olan 2 gencin cenazesi alınmadan ve Cizre ile Silopi üzerinde abluka bitmeden çocuklarının cenazelerini almayacakları vurgulandı.
Kar altında cenazeler varken
Fatma Uyar'ın ağabeyi Mesut Uyar, iki gencin cenazesi karın altında olduğu sürece cenazelerini almayacaklarını söyledi. Uyar, "Sur'da Silopi'de, Cizre'de kaç kişinin katledildiği belli değil. Bir abluka var. Bunların hepsi de benim kardeşim, hiçbirinin farkı yok bizim açımızdan. Bizler 5 kardeşiz, hepimizin canı bu uğurda feda olsun. Sayın Öcalan özgürleşmeden bu mücadeleden vazgeçmeyeceğiz" dedi.
Abluka sürdükçe almayacağız
Sêvê Demir'in amcasının oğlu Mehmet Şakir Demir ise saldırılardan dolayı kimsenin cenazesini istediği yere defnedemediğini kaydederek, "Bizler buraya cenazemizi almaya geldik. Ancak buradaki durumu görünce cenazemizi almaya vicdanımız elvermedi. Buraya 12 yaşındaki Bişeng'in cenazesi geldi. Onlar da istedikleri yere defnedemiyorlar çocuklarını. Ablukalar sürdüğü sürece cenazelerimizi almayacağız" diye konuştu.
Yine Pakize Nayır'ın amcası Celalettin Nayır da diğer ailelerle aynı görüşte olduklarını ve cenazeler yerdeyken kendi cenazelerini de almayacaklarını ifade etti.
