Munzur Gözeleri’nde bir gün

Haberleri —

Uzun ve de zorlu yolculukların hikayesi çok olur. Nehirler de uzun ve zorlu yolculuklar yaparlar. Nehir de olsalar, her birinin kendine özgü hikayesi veya hikayeleri var. Mississippi, Rein, Ganj, Nil için birçok hikaye anlatılır. Onların doğduğu topraklardan denize veya okyanusa döküldüğü yere kadar olan yolculuklarında düzlüklerde, dağlarla, karanlık gecelerin derin sessizliğiyle, balıklarıyla, aşk öyküleriyle, köprüleriyle kendine özgü hikayeleri var. Sınır olmuşlar bazan; iki yakada halkı arasında. Bazan sınırı aşan olmuşlar. Farklı dillerden şarkılar söylenmiş, şiirler, romanlar yazılmış üzerlerine. Etiyopya’dan doğup gelen Nil, Nonda Devi’den doğup bütün bir Hindistan’ı aşarak Bangledeş’de okyanusa dökülen Ganj, İsviçre’de doğup Almanya’dan geçerek Hollanda’da Atlas Okyanusu’una dökülen Rein, hiç hikayesiz olur mu? Orpheus ile Eurydike’nin aşkını anlatan Meriç’te olduğu gibi kim bilir kaç hikaye anlatılmış üzerlerine, kaç efsane söylenmekte haklarında.

Fırat’ın da hikayeleri ve hakkında anlatılan efsaneleri var. Karışan ırmak, çay ve derelerin sürüyerek Fırat’a kattığı öykülerden ayrı, Fırat’ın da geçtiği topraklarda bıraktığı iz, fışkırttığı bereket, yaşattığı aşk ve acıları anlatan öyküleri, söylenmiş şarkıları var. Basra Körfezi’ne kadar olan iki bin yediyüz kilometrelik yolculuk öyküsüz, şiirsiz, şarkısız olamaz. Ne ki, anlatılanların hepsini bilmiyoruz.
Size bildiğimiz öykülerinden birini, belki de en önemlisini anlatacağım Fırat’ın. Karlı yüksek dağların kimine göre gözyaşı, kine göre bereketi, kimine göre ise hikmeti olarak doğan bir nehirle başlıyor Fırat. Fırat’ı Fırat yapan bu dağlarda çıkan su. Munzur diyorlar adına. İnsanların yüzünü dönüpte secde ettiği dağlardan. 


Kırk gözeden ağlayan Munzur
Dorukları gözyüzüne gömülen dağların eteğinde kırk öbekten fışkıran “beyaz” bir su olarak doğuyor Munzur. Munzur, Fırat’ın çocukluk ya da ön adıdır. Eteğinde doğduğu dağların da öyküsü, öyküleri var. Munzur’da o dağlardan alıyor adını. Munzur’un tanıklığında çok öyküler yaşanmış o dağlarda. Dili olsa da anlatsa onları. Kim bilir ne acı öyküler ne aşklar ne kavgaların tarihini dinlerdik. Ama Munzur suskun. Kırk gözeden ağlıyor. Onun göz yaşları yaşam, güzellik veriyor doğaya, insana. O durmadan akıyor. Dağ keçilerinin mekan kurduğu dağların yamaçlarına vura vura akıyor.
Onunla buluşulan her yerde sığacağını bilse insan, dayayıpta iki yakasına ağzını, içmek istiyor bütün nehri, doyumsuz. Çok nehirler görmüşsünüzdür. Yeşil akar kimisi, bulanık kimisi, yük gemilerine açmış karnını gri tonda. Munzur bunların hiç birine benzemiyor. Onu bir orada yaşayanlar bilir, bir de kıyısına varmış olanlar. Suyu kil yeşili bir nehir Munzur.
Muzur’un çok aşağılarında bir yerde geçti çocukluğum. Sularının yemyeşil haline de tanık oldum, mil akan taşkın haline de. Dağı, taşı söker getirirdi taştığında. Akar giderdi lavlar bırakarak kıyısında. En çok hoşumuza giden nereden sürüyerek getirdiğini bilmediğimiz “mazik”leri toplamaktı. Ceplerimizi onlarla doldurur, bilye gibi oynardık günlerce. Ne zaman kıyısına varsak “kutsaldır” diyerek babaanem üç avuç içirdi bana. Munzur’un geçtiğe her yerde böyledir inanç. Bulanık, çamur akan helinden bile üç avuç içer insanlar. Hepsi Muzur’un kutsallığı adına…
Evet, Muzur’un kenarında bir köyde doğmuştum. Munzur benim çocukluk arkadaşımdı. Odunlar getirir de sürüyerek dağlardan. Salla taşınırda ağır şeyler. Ama onun doğduğu dağları yani Munzur Gözeleri’ni görmemiştim. İlk kez bu yıl görecektim Fırat’ın çocukluğunu. Yanıma çocukluk anılarımı da alıp Munzur Gözeleri’ne gidecektim...
Otuz yıl sonra gidebildiğim köyümde anılarımı bulacak ve çocuksu duygularıma dönüp sevinecektim. Ne ki, benim çocukluğum kaybedilmişti. Kitaplarıma, şiirlerime, şarkılarıma kaynaklık etmiş çocukluk anılarımın izleri silinmişti. Yapılan iki barajın altında kalmıştı hepsi. Ayaklarıma batan dikenlere aldırmadan ayakkabısız yürüdüğüm yollar, ayıdan kaçarken babaannemle birlikte saklandığımız eski köprü ayağının altındaki o koca taş, insanların içine girmeye korktukları Sefo’nın Bıstırı, “Şeytan Tandırı”, yanı başındaki Ziyaret, onun üsündeki kayalıklardaki kartal yuvaları, hemen hepsi silinmişti. Kıyısında mazik topladığım Munzur akmıyor, donmuştu.
Benim çocukluğumun izleri tamamen silinmişti. Acıyla yüzümü Munzur Gözeleri’ne döndüm. Onu, Fırat’ın çocukluğunu görecektim. Göreceklerim kaybedilen anılarımdan resimler sunucaktı belki bana.

Fırat’ın çocukluğu da tehlike altında

Fotoğraf ve hareketli görüntülerden Munzur Gözeleri’ni çok kere izlemiştim. Ama çıplak gözle görmek, görürken onu yaşamak çok farklı.
Munzur, Ovacık’sız anılmaz. Ovacık’tan geçtik. İnce asfalt bir yol uzanıyor Munzur Dağları’na doğru. Heyecanlanıyorsunuz. İşte az sonra insanlarının yıllardır sevdasını dilinden, gönlünden eksik etmediği o görkemli o başeğmez Munzur’un doğuşu ile karşılaşacaksınız.
Ama bizi ilk önce vadiden yükselen dumanlar karşıladı. Yangın korkusu sarıyor insanın içini. Buna karşın korkusuz ilerliyorsunuz. Ve bu sefer keskin yoğunlukta et kokuları karşılıyor bizi. Yaklaştıkça umutsuzlanıyorsunuz. Rast gele park edilmiş, çoğunluğu Avrupa, İstanbul gibi yerlerden gelmiş, yine çoğunluğu “lüks” denebilecek durumda arabalar… Daracık bir yol. Sağ tarafı yüksek yolun. Alt tarafında ise yer bulmak sorun. Hani yolun dağa bakan tarafları bağ, bahçe değil; düz bir boşluk. Buna karşın üst üste binmiş arabalar. Gelen herkes ilerliyor. Arabasıyla Gözeler’e en yakın yere gitmek istiyor. Büyük bir düzensizlik içinde her taraf. Burası böyle, diyorsunuz. Belki hafiften kızıyorsunuz içinizde.
Asıl “felaket” arabadan inice anlaşılıyor. İnsan kaynıyor her taraf. Ama alabildiğine düzensiz, alabildiğine özensiz. Akan bir su sesi duyuluyor. İlerledikçe dumanlar, balık ve et kokuları içinde kayboluyorsunuz. Rast gele kurulmuş balık saçlarınde balıklar kızarıyor. Hijeniklik durumu bir tarafa, alabildiğine düzensiz ve hatta ilkel. Diğer tarafta ziyaretçilerin kendileri mangallar kurmuşlar. İri iri ateşler yakılmış ağaçların altında. Haydi çevre ve ekolojik bilinç bir tarafa, gördüklerinizden bunların Munzur’u sevenler olduklarına inanamıyorsunuz.  Zavallı Munzur! Aralarından geçerken belliki canı acıyor Munzur’un. Aman tanrım! “Aç gözlü insanlar” kuşatmış Munzur’u! Yemek ve sadece yemek! Batteniye ve yorganlara sarılmış toprağın üstünde yatanlar. Ayak altında dolaşan çocuklar ve yanı başlarında ise yükselen çöpler… Munzur’da temizleniyor her şey. Etler orada yıkanıyor. Küller Munzur’a karışıyor. Munzur sıkılmış. Munzur gergin. Akmıyor, kaçıyor aralarından onların, yani “sevenleri”nin.
Fırat’ın çocukluğu sıkıntıda. Gözeler, Munzur Dağları’dan çok, içinde yaşadığınız manzara sizi etkiliyor. Gözeleri, dağları bırakıp insanları izliyorsunuz.

Ganj’ın Munzur dağlarındaki çığlığı

Hinduizm inancında ne olursa olsun Ganj Nehri’nin kirlenemeyeceği inancı vardır. Bu nedenle yıllarca kirlilik için önlem alınmamış, birçok kanalizasyon hattı ve fabrika artıkları nehre boşaltılmış. Aşırı kirlilik yaratan deri sanayii ile birlikte nehre her gün tahminen 1 milyar litre lağım akmaktadır. Ayrıca Hindular hamile iken ölen kadınları ve çocukların cesetlerini Ganj’a atarlar, Ganj çok sayıda cesetin kıyıya vurup kuşlar tarafından parçalanarak yendiğini görebilirsiniz. Hindular bunun kutsal olduğunu düşünürler. Yaktıkları ölülerinin küllerini dökmeleri ve günahlarından arınacakları inancıyla aynı yerde Ganj’da yıkanma seranomileri...
Ve sonunda Ganj kirlendi. Hem de öylesine kirlendi ki, artık yaşam değil, ölüm saçıyor etrafa. Her tarafı zehir içinde.
Munzur Gözeleri’nde Ganj’ı gördüm ve korktum. Ama ne yalan söyleyeyim utandım da. Dêrsim adına, Dêrsim’in dış dünyada bıraktığı “ileri”lilik, “modern”lik adına da utandım.  Gözeler’in içine girdikçe yoksulluk, yoksunluk daha bir derinleşiyor. Yağmaya uğramış gibi Gözeler. Girilmedik, basılmadık bir yer bırakılmıyor.
Hiç bir koruma önlemi yok. Karşıdan karşıya geçmek için beton stünlar ve cisirler kullanılıyor. Estetik aramıyorsunuz. Zaten olanlar da bir plan dahilinde yapılmış değil, rast gele atılmış oldukları belli. İnsanlar birbirine tutunarak geçiyorlar üzerinden. Hiç bir korunağı yok. Oysa ayağınızın altındaki su, bir insanı alıp götürecek heşmette akıyor. Sosyal bir konsepten yoksun. Çocuklar, yaşlılar unutulmuş…
19. Yüzyılda yaşamış İrlandalı oyun yazarı Oscar Wilde’nin ünlü bir sözü var: “İnsan sevdiğini öldürür.” Ya da Latinlerin söylediği gibi “zehiri yapan dozudur.” Muzur’u sevenler de öyleler. Öylesine “seviyorlar”ki ellerinden gelse dağın karnını yarıp bütün suyu dışarı alacaklar. Yarı çıplak yüzenler. Gözelerin doğduğu yere ayakkabısıyla girip soğuğa dayanıklığını ölçenler vb...
Ziyaretçilerin çoğunluğunu Avrupa ve İstanbul gibi büyük kentlerden gelenler oluşturuyor. Belli ki dağı, suyu özlemişler. Bulundukları yerlerde Munzur onlar için, sembol olacak kadar önemli. Oralarda Munzur’u korumak için yürütülen kampanyalara katılırlarken burada Munzur’un kendisine yaptıklarını anlamak zor. İşlali, yağmayı ve talanı yaşıyor Munzur. Sevdiğini öldürmek bu olsa gerek…

Gözelerin içinde fabrika

İnanılır gibi değil. Munzur Gözeleri’nin tam içine fabrika kurulmuş. Neymiş “Su Fabrika”sıymış. Yukarıda insanların yaptıkları çok mahsum kalıyor yanında.
Muzur Gözeleri’nin karşı tarafı alabildiğine düzlük. Ama fabrika tam gözelerin içine kurulmuş nedense. İğreti bir yapı, Munzur’un yanında. Çirkin mi çirkin. Çevrenin doğallığını bozuyor. Ama sorun bununla sınırlı değil. Dünyada doğanın korunması tartışmaları hırla yapılırken Ovacık’ta doğal bir dünyanın en gözde yerine bir fabrika kuruluyor. Yer mi yok başka? Yarın yanına başka “fabrika”lar yapılırsa şaşırmayın. Bu gidişat, Gözeler’in yağmalanmasına kadar dönüşebilir. Diğer bir yan; fabrikanın en mahsumu bile atık demek. Şu veya bu şekilde kimyasal artıklar abi ki doğrudan suya, yani Munzur’a karışacak.
Buraya ruhsat veren belediye yönetimine şaşmamak elde değil. Belediye yönetiminin “Sit Alanı“ diye bir kavramdan haberi mi yok, yoksa böyle başlayan yapılanmaların dünyayı nasıl yaşanmaz hale getirdiğinden mi, bilinmiyor.
Munzur’un başı zaten yeterince dertte. Devlet 8 tane barajla saldırıyorlar oraya. Feki bu “fabrika” da ne oluyor? Bu mantıkla Munzur nasıl korunur? “Munzur’uma Dokunma” kampanyasını hatırlıyorsunuz. İyi de Gözeler’in tam ortasına kurulmuş bu yapı, ne anlama geliyor? Dokunulmamış mı olunuyor hala?
Munzur’un çıkarları açısından bakıldığında “Su Fabrikası” bile olsa, yerleşim yerleri dışında ve Gözeler’den en az 7 kilometre uzaklıkta olması gerekmez mi? Bu aşamada müdahale edilmezse, on yıl sonra Munzur Gözeleri bütün doğallığını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. Benim anılarım gibi Fırat’ın çocukluk anıları da silinenecek yavaş yavaş. O nedenle Munzur bizlerden yardım istiyor.
“Su Fabrikası”, elbiseleri, ayakkabılarıyla yüzenler, hemen altlarında ise çöp yığınlarıyla kebapçılar… Munzur doğduğu  daha o anda, bu kadar saldırıya uğruyorsa, Basra Körfezi’ne kadar süren yolcuğunda kim bilir başına neler geliyordur. Yani Munzur, Ganj’in çığlığını atıyor. Hem de doğduğu yerde. Aşağılarda babaannem gibi insanlar üç avuç su içiyor/içiriyorlar hala Munzur Gözeleri”nde bu yaşananlardan habersiz, çocuklarına…

Ziyaretçilere yanlış tarihi bilgi

Bir yere gittiğinizde orayla ilgili bilgi edinmek kültürel bir katkı sunar insana. Şimdilerde kitaplar, haritalar aracılığıyla sunuluyor bu bilgiler. Nehirlerin tarihi insanlık tarihinden de eskidir. Ama insanlar yaşamlarındaki yerleriyle ilişkilendirerek adlandırmışlar onları. Öyküleri, efsaneleri böyle oluşmuş. Muzur ve Ana Fatma ile ilgili de öyküler ve evsaneler anlatılır. Bunların bazıları yaşamın gerçeklerine uymaz, bazıları yakındır. Dêrsim’de bir turizm bürosu var mı, bilmiyorum.
Yazılı belge ve bilgiler çok şey kazandırıyor ziyaretçilere. O yerin tarihi ve kültürü ile ilgili bilgilerın başka ülkelere başka halklara tanışmasına yol açıyorlar. Ne ki Munzur ve Ana Fatma’da olanlar farklı. Ki tabelaya efsane yazılmakla yetinilmiş.  Ama sorunlu bir mantık var o tabelalarda. Efsaneler sınırlandırılmış ve de seçilmiş. Bu nedenle tek ve yanlış bir bilgiyle dönüyon insanlar.
Kim, nasıl yapmış bilmiyorum. Ana Fatma ve Munzur hakkında asılmış plakatlar ve panolarda verilen bilgiler, yönlendirme amaçlı kaygısını oluşturuyor insanda. Dêrsim tarihi, zengin bir kültüre sahiptir. Dêrsim kütlüründe Düzgün Bava, Ana Fatma ve Munzur’un çok önemli bir yeri olduğunu Dêrsim’i tanıyan herkes bilir. Her biriyle ilgili çokça evsanevi öyküler anlatılır. Ana Fatma ve Munzur’un da çok farklı efsaneleri anlatılır. Ama panolarda yer alan bilgilendirmelerde her ikisi (Düzgün Bava’yı henüz görmedim) de yakın dönem tarihi İslam ile sınırlandırılmış. Sanki başka efsaneleri yokmuş, söylenmiyormuş gibi. Ponolarda başka hikayeler ve efsanelerden söz edilmiyor hiç. Tarihler İslamla başlatılmış. 1300 yıllık gibi kısa bir döneme bağlanmış her şey. Tam tekçi bir zihniyet!
Munzur’un doğuşunu böylesine bir dar sürece indirgemek komikliğin yanında, yeni kuşakları aptal yerine koymak olmuyor mu? Asılan panolarda anlatılan öykülerin İslamla sınırlandırılması hem yanlış bigi hem de etik bir yöntem değil. Eğer bir eser veya olay hakkında bilgi verilecekse, onunla ilgili bütün bilgiler, olası olaylar ve efsanelerin orada yer alması gerekir. Diğerlerini görmezden gelerek verilen bilgi - bilgiler, daha çok yönlendirme amaçlı olur yoksa. Bu da asimilasyona yol açar. O bilgileri okuyanlar doğal olarak onunla geri dönecek ve sedece olayın bu yönünü bilecek, onu o şekilde tanıtacak ve sahiplenecektir.
Munzur’u her yıl binlerce genç ziyaret ediyor. Onlar oradan bu tek yönlü ve yanlış bilgiyle ayrılıyorlar.
Ovacık Belediyesi’nin bir kültür kurumu var mı, bilmiyorum. Olmasa bile bu yanlışın düzeltilmesi Dêrsim merkez başta olmak üzere diğer bütün belediyelerin ve aynı zamanda Dêrsimli aydınların da görevidir.

Ana Fatma ve Munzur’un ‘Çıralıkçıları’

Ana Fatma, Dêrsim merkeze yakın. Yanında durmaya görün. Etrafınızı dilenciler sarıyor. Orta yaşlı kadın, erkekler. “Çıralık” deyip duruyorlar. Duran arabaları bölüşüyorlar. Geçen arabalardan “Çıralık” istiyorlar. “Çıralık” geleneğinde, ne verilirse kabuldür. Ama bunlar pazarlık yapıyorlar. Yerli olduklarını bildiklerinden 5 lira yerine 10, Avrupa’dan gelenlerden ise “kağıt” euro istiyorlar.
Bu aynı durum, Munzur Gözeleri’nde de yaşanıyor. İnsanlar arasından geçerken “Çıralık” diye birçok el size uzanıyor. Dilencilik suç değil. Sosyal güvencelerin olmadığı ülkelerde bir yaşam yöntemi. Bu insanların da bir sosyal güvecesi yok. Ama yaşamın üretimi boyutunda Dêrsim’de ciddi sorunlar var. Birçok kişinin serzeniş haline getirdiği sorunlar. “Dêrsim’deki inşaat işlerinde çalışanlar içinde çok az Dêrsimli olduğunu” duyuyorsunuz. Ovacık topraklarını “Konya’dan gelen insanlar ekiyor.” Sebze meyveler Elazığ gibi yerlerden geliyor. Bir tavuk, hayvan çiftliği bile yok. Köylerde kendi ihtiyaçlarını karşılayacak kadar sebze, meyve ekmiyor artık… Toprakla uğraş bırakılmış. Üretimin olmadığı yerde yoksulluk daha de derinleşir. Dilencilik ve sosyal dilencilik bir yaşam biçimi haline gelir.
Munzur Gözeleri’nin üst tarafına çıktığımda gördüm ki dağalara kadar uzanan bütün alan kengerlerle kaplı. Malatya Darende’de Toğma Çayı’nın doğduğu Gürpınar Şelalesi’nden geçerken görmüştüm; birçok yerde insanlar kenger sakızı satıyor. Tanesi 1 liraya. Dêrsim’de satılacak bir kenger sakızına 2 lira kim vermez? Ama bu iştir. Üretimdir. Sonra Dêrsim’in dağ sarımsağının çok lezetli olduğu biliniyor. Hatta “şifalı” olduğu bile söyleniyor. Munzur’u ziyarete gelenler oradan Dêrsim’e, Munzur’a ait birkaç anı ve hatıralık eşya götürmek isterler birlikte. Dağ sarımsağını almayacak birileri çıkar mı derseniz? Sonra Dêrsim sınırları içinde halk arasında “çömlekçilik” denilen topraktan testi vb. kullanım eşyaları yapılıyor. Munzur’u anlatan süs eşyaları neden yapılmasın ve satılmasın? Turizm bir sektör ve birçok ülkeyi ve yöreyi besliyor. Gittiğiniz yerlerde o yöreyi veye şeyi anlatan taştan, ağaçtan, boncuktan ve tekstilden yapılmış birçok eşyanın satıldığını görürsünüz. Ama Dêrsim’de bunların hiç birine rastlayamıyorsunuz. Oysa her yıl Dêrsim’i yaklaşık 60-70 bin yerli turist ziyaret ediyor.
Bütün bunların geliştirilmesi ve yerleştirilmesi kapitalist liberal tanımla “girişimcilik” ve sosyal etüt projelerinin geliştirilmesi ile olanaklıdır. Sorunun çözümünü sadece kamusal alanda aramak eksik bir tutmdur. Bura da hem kamusal hem de bireye düşen görevler var. Bu koşulların yaratıldığı ortamada “Çıralık” toplayanlar yine de olacaktır, ama bugünkü kadar yaygın olmayacaktır en azından..

Nehir nasıl kurtulur?


Munzur Gözeleri kurtarılmalı, Ama nasıl? Gözeler’in korunma altına alınması için paraya ihtiyaç olduğu bir gerçek. Ben birincil sorunun paradan çok kültür olduğunu düşünenlerdenim. Para ikinci aşamada. Bu nasıl olur? Uzun yılların deneylerinden hareketle devletten büyük bir katkı gelmeyeceği anlaşılmış bulunuyor. Hak olanın mücadelesi verilmekle birlikte her şeyi bu noktaya bağlamakta doğru olmaz.
Dêrsim ve Ovacık Belediyeleri kısıtlı bütçelere sahip. Sorun bu bütçelerin büyütülmesinde. Bunun konşullarının yaratılması önemli. Basit bir örnekle yola çıkalım:
Yukarıda da anlattığım gibi yazları her gün yüzlerce arabalı ziyaretci geliyor Munzur Gözeleri için. Bu nedenle park bulmak büyük bir sorun oluyor. Ovacık Belediyesi hem bu sorunu çözmek hem de belediyeye bir gelir yaratmak amacıyla büyük bir araba parkı yapabilir. Yani iki greyderle birkaç gün içinde yapılabilecek bir araba parkı! Yeterli alan var. Bununla kendisine iyi bir gelir gelir kaynağı yaratabilir. Basit bir hesepla araba başı günlük 5 Ytl, günde ortalama 100 araba gelirse, günde eder 500 Ytl, bir ayda eder 15000 Ytl….
İnsanları Muzur’un kirletmekten uzaklaştırmak için neden bir dinlenme parkı yapılmasın? İçinde sağlığa el verişli kebap vb. yeşlerin pişirilebileceği, suyu, tuvaleti olan bir dinlenme parkı. Oralarda kurulan tezgahları kullananlardan alınacak küçük bir vergiyle yeni bir gelir kapısı açılabilir. Sonra Gözeler’e yakın bir yerde kurulacak küçük bir çarşıdan ziyaretçilerin alış veriş yapmaları sağlanamaz mı? Belediye buralardan gelir elde edemez mi? Daha aşağılarda su sporları kampları yapılamaz mı?
Bu ve benzeri yatırımlarla hem Munzur Gözeleri korunmuş olur hem de çevre ekonomik ve sosyal olarak kalkınmış olur. Buralardan elde edilecek gelir ve düzenlenecek yardım kampanyaları ile de Toğma Çayı gibi Munzur Gözeleri de korunaklı hale getirilebilir.
Yoksa Munzur’u devletin kurmak istediği barajlardan önce biz kendimiz öldürmüş olacağız. Unutmayalım ki barajlara karşı çıkmanın en kararlı savunma hali, oraları daha yaşanılır kılmaktan geçiyor. Munzur’un güven içinde akması için bu gerekli. Kaybolan çocukluk anılarının arayışında olmak Munzur Gözeleri’nden Basra’ya kadar bütün bir Fırat’ı yasa boğabilir. Ganj’ın şimdilerde kendi yasını tuttuğu gibi.

Munzurumuzun şarkısı
taşlar yuvarlanıyor yukarıdeki tepelerden Muzur’a
bulutlara mekan kurmuş dağ keçileri
kurşun yalar karşıdaki kayalıkları
bir duman yükselir
kahverengi
bir ceylan vurulur
matarasında Munzur suyuna...


HAYRİ ARGAV

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.