MURAT TÜRK*: Mavi gözlü at

Bir özgürlük savaşçısının son anları anlamlarla örülmeliydi. Uzaktaki sevdiklerime, umut edenlere, geride bıraktığım her şeye bir selam anlamına da gelse kabullenmemeli, son anlarımla ona karşı direnç göstermeliydim.
Mucize gibi yardığımız bir ölüm çemberinin hemen dışındaki daracık bir çukurun içindeydim. Her yer kanlı toprak kokuyordu. Ne yapabilirdim? Sessizce beklemek, sesleri dinleyerek düş kurmak direnç büyütmeye iyi gelirdi belki. Rüzgarın gezdiği çalıların arasında bir ses duydum. Biri nefes alıyordu. Etrafta bir şey arıyordu. Ayak sesleri yaklaştı. Bir at kişnedi. Taşlara çarpan nal seslerini işittim. Bir anda doğrulup, ‘’ne çabuk geldiniz!’’ diyecektim; ‘’ne çabuk heval!’’ Öyle bir heyecan duydum ki, susuzluğum geçti.
Tepemdeki çalılara sisleri yaran bir ışık düştü. Sahiden biri vardı dışarıda, düş değildi bu. İşte, tepemdeki çalılara asılı su damlacıkları ışıl ışıl yanıyordu.
siste iyice solan el fenerinin ışığı yavaş yavaş yaklaştı ve çalılardaki su damlaları güneş gibi parıldamaya başladı. Bu su damlacıkları küçücük bir çukuru nasıl böyle güneş gibi aydınlatırdı? İnanamadım. Hafif bir sıcaklık da hissediyordum.
Ellerimi gözlerime siper ettim. Uzun saçlı bir gölge çukurun üstüne eğilip çalılara üfledi. Su damlacıkları titreşti önce. Biraz daha güçlü üfleyince ışığa batmış o damlalar yüzüme doğru uçuşmaya başladılar. ‘Hiç olmasa duraklarımı ıslatırım, konuşurum şu dışarıdakiyle’ diye ağzımı açtım ışıklı yağmur tanelerine. Suyla birlikte can, canla birlikte kıpırtılar hissettim damarlarımda. Bir damla su, bir damla kan olup akacaktı yaramdan. Suyun, yaşatırken sinsice öldürdüğü bir andı.
‘’Yeter!’’ dedi dışarıdaki kadın.
‘’Kim var orda?’’ dedim titreyen sesimle. ‘’Kim?..’’
Tanıdığım hiçbir kadının sesine benzemiyordu sesi; su gibi ışıklı ve hafifti. Sesinde hayat taşıyan o kutsal, büyülü tınıyı hissettim.
‘’Yeter artık, içme!’’
‘’Çok susadım...’’
‘’Biliyorum, ama direnmelisin.’’
‘’Suya direnmek zor...’’
‘’Evet, çok zor.’’
‘’Arkadaşlarım yol boyunca su vermediler. Hiç olmazsa düşmeleri için su damlacıklara üfle.’’
Birden el fenerini kapattı meçhul kadın. Büyük ihtimalle onu daha iyi anlamam için karanlığı tercih etmişti.
‘’İçindeki kan süzülünce akan kanın yerini suyla doldurmak istiyorsun. Ama alacağın her damla su, kanının daha fazla akması demek.’’
‘’Bunu biliyorum,’’ dedim tebessüm ederek. ‘’Hadi biraz su ver!’’
‘’Su yasak! Yaralı arkadaşlar sabaha kadar su içmeyecek...’’ dedi.
‘’Sen bizimle miydin?’’ diye sordum, şaşkınlık içindeydim. Yoksa su istemelerime karşın bizimkilerin tekrarladığı bu sözü nereden bilecekti?
‘Ne işin var başkaların hayatı içinde? Hem madem başkaları seni bu kadar ilgilendiriyor, daha riskten uzak tercihler yapsana’ demek üzereydim ki, konuşmaya başladı.
‘’En baştan beri sizi takip ediyorum. Hep peşinizdeydim. Çocukken babamın peşine düştüğüm gibi... Çamurlu ve karlı günlerde, babamın yerde bıraktığı ayak izlerine sessizce basarak yürüdüğüm gibi.’’
‘’Delisin!’’ dedim. ‘’Düşmanın nefesini bile yüz metreden hissederiz biz! Seni nasıl fark edemedik? Nasıl gizlendin bu kadar?’’
Bir sessizlik yemini etmişçesine suskun kaldı.
‘’Cevap vermedin?’’
‘’O yaylada, askerlerin çadırlarına girdiğiniz geceden beri peşinizdeyim.’’
‘’Nasıl olur?’’ dedim, inanamıyordum; ama her şeyi de biliyordu.
‘’Orada ilk mermi patladıktan sonra bir kayanın ardına sindim... Gözlerimi kapattım. Şimdiki gibi sisli bir geceydi.
‘’Evet’’ dedim. ‘’Sis vardı. Sisin içinde de çadırlar... Bir de dolunay.’’
‘’Seni az önce buraya bıraktıklarında bir çığlık attım. Duymadın mı?’’
‘’Duydum!’’ dedim birden. ‘’‘O ses neydi?’ diye kendi kendime sormuştum. Sen miydin?’’
‘’Evet! Annemin mezarı kazılırken de öyle bağırmıştım. Arkadaşların neden duymadılar o sesi?’’
‘’Duyamazlar... Bir savaştan çıktık. Herkes ona göre davranmak zorunda. Duymamaları, yaşamak için...’’
‘’Anlamıyorum sizi...’’
‘’Birazdan şafak sökecek, artık gitsen...’’
‘’Yer aç bana, yanına geleyim.’’
‘’Bana bile dar burası. Şafak sökecek. Git burdan. Yoksa düşman...’’
‘’Kalk!’’ dedi birden; çukurun üstündeki çalıları kaldırdı.
Çalılara asılı bütün yağmur damlaları üzerime damladı.
‘’Tut elimi, çık!’’ dedi.
Elimi yavaşça uzattım, bileğimden sımsıkı kavrayıp çukurdan çıkmamı sağladı. Bir tül gibi etrafımızı saran sisin içinde birbirimize baktık. Aramızda aşılması güç, uzun bir mesafe vardı sanki; ama o ipince çizgide farklı zamanlarda yürümüş, bir adım dönmüş de birbirimizi bulmuş gibiydik.
‘’Bazı yaşantılar dünyanın neresinde olursa olsun birbirine çıkar’’ dedi.
İki adım kenara çekildi. Sizin içinde bir at yaklaştı. Ürktüm önce. Kontrol edemediğim bir refleksle geri geri gittim, sonra durdum.
Çatışmadan önceki o atı anımsadım.
‘’Ölümün kıyısından dönmem bir atın sisin içinden çıkmasıyla başladı.’’
‘’Fakat bu senin düşlerindeki at!’’ dedi. ‘’Seni yaşatacak.’’
Önümde duran atın buharlı soluğunu görüyordum. Bembeyaz alnına dokundum. İri gözleri, düşlerimdeki gibi masmaviydi. Meçhul kadın şaşkınlığıma ve sevincime gururla tebessüm ederek;
‘’Hep ‘O mavi gözlü, beyaz at!’ derdin... İşte bu’’ dedi.
Kendimi unutmuştum. Etrafa bakıyordum merakla.
‘’Bizimkiler nerede?’’
‘’İyi bir yerdeler’’ dedi kadın. ‘’Neden sevinmedin atı gördüğüne?’’
‘’Hiçbir şey değişmedi! Hani?’’ dedim hırsıma yenilerek.
Ne yaram ne soğuktan üşümem, ne susuzluk ne de tepeleri ele geçiren düşman ordusu umurumdaydı. Çözemediğim bir boyuttaydım. Anlamı neydi bu gecenin? Bu kadın kimdi? Düşlerimdeki atı nasıl bulmuştu? Hem neden sevincim yarımdı?..
Sesimdeki öfkeli yakarıştan utanmıştım.
‘’Kerbela’da kalmış gibisin.’’
‘’Bu gece Kerbela’dan da öte.’’
Ama bana suyu unutturmuştu.
Kadın adını söylediğinde ruhumdaki kutsal bir sandığın kilidi açıldı; hayatın ve gerçeğin başlangıcı filizlendi o sandıktan. Bilincimin tarlasında sapsarı bir başat çıt diye kırılıp salına salına toprağa düştü; güneşin altında altın bir saç örgüsü gibi yanmaya başladı o başak.
Kadın el fenerini söndürdü. Ellerini birleştirip üzengi yaptı.
‘’Haydi bin,’’ dedi. ‘’Gidiyoruz!’’
Günlerce yol aldık.
Ne kadardır yoldaydık, bilmiyordum.
O, atın önüne yürüyor. Bense atın sırtında yarı uykulu salına salına ve yaralarımın iyileştiğini duyumsayarak O’na uymaya çalışıyordum. Dağların neresinde böğürtlen varsa orada duruyor, çalılardaki böğürtlenleri toplayıp bana veriyordu.
‘’Böğürtlenleri en çok iki kişi sever: Karnında can taşıyan bir kadın ve yaralı bir özgürlük savaşçısı... Çünkü ikisi de kanıyla bir şeyleri besliyordur: Biri yeni bir hayatı, ötesi özgürlüğü...’’
‘’Aslında fark yok aralarında’’ dedim.
‘’Yok’’ dedi gülümseyerek.
Yol boyunca bütün duraklarımız su kıyıları ve böğürtlen çalılıkları oldu.
Yolun sonuna doğru O’na:
‘’Sen de yaralısın. Hem senin yaran benimkinden daha derin!’’ dedim.
Nehre uzanan beyaz bir patikadaydık.
Duraksadı önce, sonra yürümeye devam etti.
‘’Yanık yarası...’’ dedi sessizce. ‘’Bizi yaktılar. Yanımdaki canlar tutuştu. Dumanların karanlığında göz gözü görmüyordu. Bir ışık gördüm. Ona doğru yürüdüm. O günden beri ruhumda yanık izleri var. İyileşmiyor...’’
‘’Zaman...’’ dedim.
‘’Hayır!’’ dedi.
Anladım.
Beyaz patika, nehrin kıyısındaki çakıl taşlarında son buldu. Vedalaştık.
Ben düşlerimdeki gibi dört köşesinde meşaleler yanan bir kelekle surlu kentime ulaşmak üzere bu toprakların şahdamarı gibi akan nehre bıraktım kendimi.
O ise mavi gözlü beyaz ata binip başka savaşlarda düşenlerin yanına, ufkun karanlığına doğru gitti.
* F Tipi Cezaevi Bolu
