Ne ‘Ulus Devlet’ ne de ‘Yeni Anayasa’ yenidir

“Neden ‘yeni’ bir anayasa?” sorusu toplum tarafından yeterince tartışılıp netleştirilmeden, “nasıl bir anayasa?” sorusu üzerinden başlatılan ‘yeni Anayasa’ çalışmaları hızla sürüyor. Oysa bir ülkede, anayasa çalışmalarında yanıtlanması gereken ilk soru “neden yeni bir anayasa?” sorusudur. Neden sorusu netlik kazandıktan sonradır ki, yaratılmak istenen yapının hangi araçlarla yaratılıp korunabileceğini düşünmeye başlayabilirsiniz.
Bu tercih, sıradan bir yöntem yanlışı değil, mevcut sosyo-ekonomik yapının (sistemin), altında çok ciddi gerekçeleri barındıran bilinçli bir uygulamasıdır. AKP, CHP ve MHP’nin, eski anayasadaki Cumhuriyet’i koruyan değiştirilemez maddelere ilişkin olarak temelde tam bir düşünce ortaklığı kurmuş olması, ve sistem egemenlerine bu konuda şimdiden taahhütte bulunmaları ile birlikte artık Türkiye’de hak ve özgürlükler bağlamında umut vaat edebilecek bir yeni anayasa olasılığı tamamen ve kesinlikle ortadan kalkmıştır. Mevcut parlamenter sistemin yeni anayasaya, daha önceki darbe anayasalarının gerçekleştirdiği “revizyon” görevinden başka bir görev yükleyemeyeceği gerçeği ayan beyan ortaya çıkmıştır.
“Cumhuriyet’in temel ilkelerinin ve Atatürk devrimlerinin korunması” vaadi, sözün açılımıyla, kapitalist, sömürgeci, uniter, milliyetçi, devletçi, anti-demokratik, bir toplumsal örgütlenmenin ve buna denk düşen bir siyasal sistemin korunması vaadidir. Bu, 90 yıllık geleneksel toplumsal-siyasal yapının ve ona temel oluşturmaya çalışan ideolojik alt yapının sürdürülmesi isteminin beyanıdır. Bu temel ile tanımlanan toplumsal biçimlenme: Kemalist kapitalist sömürgeciliktir. Bu yapının yönetim esasları elbette ulusçu (ırkçı-milliyetçi) bir uniter devlet anlayışı olacaktır. Ve böylesine bir devlet biçiminin yönetim metotlarının her zaman şiddet eğilimli, her zaman anti-demokratik, her zaman katliamcı, soykırımcı olması kaçınılmazdır.
Türkiye bu tarihle, yani kuruluş felsefesiyle yüzleşmeden; kuruluş felsefesinin temelini oluşturan eski paradigmaları bulup su yüzüne çıkarmadan; bu paradigmaların yerini alacak yeni paradigmaları toplumsal bilinç haline getirecek çalışmaları yapmadan asla gerçekten “yeni” bir anayasa yapamaz.
***
Sistem muhaliflerinin de örneklemek ya da hayranlık gerekçeleriyle sıkça kullandığı “batı tipi demokrasiler” sözcüğü, aslında yeni bir anayasa üretme çabasındaki darlığımızın boyutlarını gözler önüne sermektedir.
Kapitalizmle birlikte ortaya çıkan modern demokrasiler, bir anlamda aydınlanma hareketinin de ürünü olduğu (ondan beslendiği) için, sol ya da sosyalistler de demokrasi özlemlerini çoğunlukla “Batı -tipi- demokrasisi” olarak dile getirmiştir. Ya da sanki hak ve özgürlüklere ilişkin ideallerimizin en mükemmel biçimleriymiş gibi İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, hatta emperyalist bir blok olan Avrupa Birliği’nin “kriterleri” sözü de bu olgunun bilinçsizce dillendirilmesinden başka bir şey değildir. Haklar ve özgürlükler bağlamında bir toplumsal projenin “Batı” dışında ortaya çıkamayacağına ilişkin bir ön yargının ifadesidir bu ve kesinlikle kapitalizm tarafından yönlendirilmiştir.
Aslında çok çelişkili bir ifade tarzıdır bu. Örneğin, “Batı Demokrasisi” kavramı birçok ülkede birbirinden farklı karaktere sahiptir. Konfederalist bir İsviçre ile üniter ulus-devletçi Fransa sadece idari yapılanmada değil ama örneğin dil politikaları konusunda da birbiriyle taban tabana zıt yönelişlere sahiptir. (Bu en azından 1990’a kadar katı bir biçimde böyle uygulanmıştır.) Oysa bir Güney Afrika Cumhuriyeti bunları aşan yapılara sahiptir. “Ulus” kavramına tapınç hali, bildik şablon tanımları aşamayan biz sosyalistleri de zaman zaman çelişkili tanımlara sürüklemiştir. Gerçekte tek bir ulus olmayan İsviçre’yi (“ulus-olmayan devlet”) ulus şablonuna uydurabilmek için, “çok halktan oluşan bir ulus” tanımını yaratarak toplumsal çoğunluğu reddetmek gibi bağnazlıklar içerisine düşebildik. Günü bir yana bırakalım geleceği bile tek’leyerek (aculturation = kültürleştirme teorileri) ulus-devlet paradigması dışından bakamayışımızın ürünü olan örnekleri tekrarlayıp durduk.
Batı değerlerine tapınç haklar ve özgürlükler kavramlarında da aynı aydınlanmacı (burjuva) gelenekten kopamamıştı. Büyük ve orta ölçekli üretim araçlarında bireysel mülkiyet hakkını reddeden sosyalistlerin, bunun tersine bireysel mülkiyet hakkını kutsayan ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’yle kurdukları sıcak bağ, hak ve özgürlüklerin tarihsel kaynaklarına saygıdan çok, mülkiyet esasına dayalı toplumsal biçimlenmelerin içerisinde yaşayıp da onun anahtar kavramlarının henüz farkında olamamak gibi bir cehaletle açıklamak daha doğrudur. (Ben de bu paradoksal yanlışı sıkça yapan sosyalistlerden biriydim.)
***
Bir sistemi eleştirirken, sistemin paradigmaları dışına çıkmadan sisteme ilişkin köklü eleştiriler üretebilmek mümkün değildir. Burjuvazinin “devrimci barutunun henüz tükenmediği” uluslaşma çağında, ulus kavramı üzerine inşa edilmiş ulusal toplum ve ulus devletçi yaklaşımlar ulusal parlamentolarda kendini ifade etti, korudu, geliştirdi. “Ulus ve ulus-devlet” olgularının artık tarihsel misyonlarını bütünüyle kaybetmelerinin dışında, insanlığın gelişimi açısından bir engel de oluşturmaya başladığı günümüzde, geçmiş yüzyıllardan kalma “ulus” ve “ulus-devlet” paradigmaları reddedilmeden içerisinde yer aldığımız toplumu ve o toplumun oluşturduğu ulus-devleti, o devletin yaptığı etnik soykırımı ya da katliamları reddedebilmemiz mümkün değildir. Tarihle yüzleşmeyi gerçekleştiremeyişimizin nedeni budur.
Bu eski paradigmayı reddetmeden, ulus-devlet’in varlığını temel maddelerle koruyarak ona yönelik getirilecek eleştirilerin bütünü, ulus-devleti reforme etmeye yönelik çabalardan başka bir anlama gelmeyecektir.
***
Bir süredir mahkumu olduğum yataktan kurtularak daha özgür hareket edebilir hale gelince bu konudaki görüşlerimi geliştirerek sürdüreceğim.
