Nuh ile birlikte Cûdî’yi gördüm - Engin OKUDUCU*

Sevda ile yazdım yaralı günlerin üzerine Hürmüz'e ağıt yaktım bizi hatırlasın diye
....
Hüzün bulaştı mısralara
Sancıdı derinden içimde bir yerde
Üstü buz, altı kan..."
Bir ömür verenlere benim bu güzel düşe ortak oluşum ve bu kutsal kavgada yerimi alışım daha mütevazı bir zaman dilimine tekabül etmektedir.
Sırtını Nazar Gölü’ne, yüzünü güneşe vermiş ama ayağını da toprağa sımsıkı basmış. Yalnız ama yalnızlığında kalabalıklar çoğaltan, makus bir talihin ama asi bir coğrafyanın 20-30 haneli bir köyü olan Bitlis Ahlat’a bağlı Ovakışla’da dünyaya geldim. Çocukluğumun ilk beş yılı, bahar sularıyla çevreye bereket kaynağı olan, kışın ise arabaların bile üstünden geçebileceği kadar buza kesen, donan sularıyla dünya ile bir iletişim köprüsüne dönen Nazar Gölü ile adeta kader birliği yapmış bu köyde geçti. Şekillenmemde bu beş yılın önemli etkileri var. Sonuçta ilk beş yıl insanın mayalanma sürecidir. Geniş anlamda Mezopotamya ama daha dar anlamda da Ovakışla köyü benim mayalanma kabımdır.
Üçü erkek biri de kadın olmak üzere dört kardeşli bir ailenin ikinci büyük üyesiyim. En büyüğümüz Savaş (Bahoz Xanî) 2012 yılında ölümsüzler kervanına katıldı. Küçük kardeşim de benim gibi şu an tutsak bulunuyor. Evliyim, Şeyma adında 8 yaşında bir kızım var. Babam polis memuruydu. Ama o üniformayı bir mesleğin nişanesi olarak değil, hayatın bir ironisi olarak her zaman bir kamburu gibi taşıdı sırtında. Bu yönüyle babamı her zaman ilginç ve ilgi çekici bulurdum. Bir polis üniformasının içine sığdırılamayacak kadar adil ve demokratik bir kişilik ile özgürlükçü fikirlere sahipti. Belki de hayata erkenden veda etmesinin bir nedeni de buydu, birbirinin varlığını her halükarda tehdit eden, birbirine hep çatık kaşlarla bakmış, iki şeyi; yani özgürlük ile özgürlüğü yok etme üzerine kendini kurmuş bir kolluk kuvveti simgesini birlikte taşımak zorunda kalmanın yoruculuğu…
Şafak karanlığın koyulaştığı yerde patlar
Daha önce bu çapta bir eylemde bulunma deneyimim yok. Her mücadelenin bir de zindan boyutu vardır. Bizim hareketimiz ve mücadelemiz açısından zindan boyutu çok farklı bir yere ve anlama sahiptir. Mücadelenin çok kritik aşamaları hep zindanda başlattı. Bir ülkeye karanlıklar egemen kılınıyorsa, şafak önce oranın zindanlarında atar. Tutsaklar duvarları yıka yıka tel örgüleri parçalaya parçalaya aydınlığı taşırlar. Ülkenin dağı taşı köyü ve kentine... Bir ülkede eğer bilinç köreltiliyorsa hakikat zindanda başlar. Çünkü bir ülkenin direniş odakları ya ortadan kaldırılmadan ya da zindanlara kapatılmadan ne karanlık egemen kılınabilir ne de bilinç köreltilebilir. Faşist bir karanlık bu bilinç parçalanmışsa; aydınlığın kalbi zindanda mayalanır. Dünya devrim pratikleri bu yönlü deneyimlerle doludur. Mücadelemizde de bu böyledir.
12 Eylül karanlığında şafak önce Amed zindanında attı. Bir sabah uyanan Amed ve Kürdistan, Amed zindan tellerinin ateş gülleri açtığını gördü. Devletlerarası komploya karşı "Güneşimizi karartamazsınız" sesi yine zindanlardan yükseldi. Devrimciler bedenleriyle şafağı doğurmuşlardı. Bilge paradigmayı tarihin hakikati olarak İmralı'da yazdı.
Zindan bu yüzden mücadelemizin stratejik bir mevzisidir. Zaten son yıllarda "Bilge alanı" şeklinde literatüre de girdi. 14 Temmuz'dan günümüze kadar açlık grevleri, ölüm oruçları zindanlarda hiç bitmedi. Değişik sorunlar ve talepler bağlamında hep varoldu. Çapı, süresi, formatı değişik değişik de olsa sürekli bizimle birlikte bir arkadaş gibi yaşadı. Şimdi burada çeyrek asrı deviren arkadaşlarımız var. İşte onlar anlatıyorlar. Çeyrek asırdır sayısı, günü belli olmayan kerelerle açlık grevine girmişler. Onlar için açlık grevleri artık normal ötesi birşey değil, tanıdık, bildik, adeta bir rutinin parçası olmuş. Bu anlamda halk ve hareket olarak bize yabancı olan bir eylem biçimi değildir. Ancak sanırsam şimdiye kadarki en uzun süreli ve kitlesel eylemimiz bu seferki SAG'dır. Zaten espirisini de yapıyoruz. "Bu seferki SAG rekorları kıra kıra ilerliyor" diyoruz. Yeni bir deneyim oluşturuyor ve tarih yazıyor. Bu deneyimin ve tarihin içinde olmak hem şans hem de gurur vericidir. İçinde olmayana anlatmak biraz zor. Hatta eylem sürecindeki günlük hayatımızı imkan olsa kameraya çekip herkes seyretse, hareketimizi, devrimcileri açlık grevini bilmeyenler kesinlikle bizleri "keçileri kaçırmış" olarak değerlendirir. Çünkü zindanın dibinde bu kadar gündür aç olan insanların yaşam enerjileri, heyecanları, hiç bitmeyen şakaları, espirileri onları şaşırtacaktır. Şimdiye kadar ironinin birçok çeşidini duydum, biliyorum ama devrimci ironi çok farklı birşeydir. Mesela cezaevine girişte birçok ağır işkencelerden geçersiniz, yara-bere, kırıklar falan olur. Fakat aynı anda bunu Ti'ye almak, onun espirilerini üretmek, karşınızdakileri şaşkına çevirir. Sanki dayağı biz değil de onlar yemiş gibi çaresiz kalırlar. Açlık grevinde, açlık grevi kendi dilini ve edebiyatını oluşturuyor. Formatı bu yazıya uygun olmadığı için burada yazamıyorum. Ancak açlıkla bu kadar dalga geçmek sanırım bilmeyenler açısından herhalde çok anlaşılır değildir.
Babam kimse küsmüş de yemek yemiyor? diye sormuş
8 yaşındaki kızım, açlık grevine başladığımı duyduğunda. Beni ve arkadaşları da acayip güldüren bir soru. Çocuk dünyası kirli siyasetin, faşizmin yaptıklarına, insanları yapmaya mecbur bıraktıkları şeyleri anlayamaz.
Hepimiz herkes yeni bir deneyim ediniyoruz. Zaten bizim için eylemler sadece sonuçlarından ibaret değildir. Bizim eylemlerle bir hayat oluştururuz. Her eylem yaşamak istediğimiz hayatın bir kilometre taşıdır. Devrim böyle birşeydir. Her gün bir parçasını oluşturur ve yaşarsınız. Devrim gelecekte olacak birşey değil, oluşturduğumuz ve yaşadığımız şeydir. Oluşturduğunuz ve yaşadığınız şey, o her ne ise eğer devrimci özellikler taşımıyorsa, gelecekte birgün olabileceğini beklediğiniz şey asla gelmeyecektir. Deyim yerindeyse çok beklersiniz!
*Bandırma 1 Nolu T Tipi Kapalı Cezaevi Açlık Grevi eylemcisi
