Ölmek mi gömülmemek mi trajik ?

Dikkat edilirse, burada ölümü yeniden tanımlamaya çalışan bir girişim var; fakat yine aynı anda, bu yeniden tanımlanmış ölümü doğrulaması için de ‘geleneksel ölüm’ kavramına ihtiyaç duyuluyor. Yani zaten uzun bir zamandan beri, ölümü hem felsefi düzeyde düşünme biçimimizde, hem de ölümün kendisinin tekabül ettiği siyasal anlamda oldukça köklü değişimlerin ve dönüşümlerin gerçekleşmekte olduğu bir dönemden geçiyoruz.
İsmet KAYHAN
Her gün başka bir ölüme şahitlik ettiğimiz bir coğrafyada yaşıyoruz. Ölmenin ve öldürülmenin binbir halini belki de bu kırk yıllık zaman sürecinde gördük, görmeye devam ediyoruz. Gömülme hakkının neredeyse elimizden alındığı bir coğrafya. Garzan’dan kaçırılan 267 PKK’linin cenazelerinin Sarıyer’deki Kilyos Kimsesizler Mezarlığına gömüldüğü henüz yeni ortaya çıktı. 3 Kasım’da yaşanan çatışmada yaşamını yitiren HPG’li Erhan Ölçen’in cenazesi ise bugün 107 gündür bir hastanenin morgunda bekletiliyor, ailesine verilmiyor. Ölüm halleri üzerine ayrıştıramadığımız duygu ve düşünceler, OSD savaşçısı Yusif Nebî’nin (Şivan Rohat) cenazesinde bizi yakalıyor.
Türk devletinin Serêkaniyê’ye yönelik işgal savaşında hayatını kaybeden Rohat, "Eğer bir gün toprağa düşersem ağlamayın dans edin" vasiyetinde bulundu ve bunun üzerine ailesi cenazesini şarkılar ve halaylarla uğurladı. Qamişlo’daki cenaze törenini izlediğimizde çoğu insan tuhaf ve karmaşık duygular içerisinde kendisini buldu. “Böyle cenaze töreni olmaz” diyenler de cabası. Peki ölmenin, uğurlanmanın, gömülmenin tarih boyunca bir formu oluşabiliş midir?
Adıyaman Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde araştırma görevlisi iken “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisinin de ilk imzacılarından ve uzun zamandır da gazetemiz köşe yazarlarından olan Abdurrahman Aydın, bu durumu tekinsizlik deneyimi yaşadığımız durumlarda ahlaki sınırlara çekilme ve normatif yargılar oluşturma olarak yorumluyor. Felsefeci Aydın ile ölümü, gömülme hakkını, Çiçek Kobanê’nin esir alınmasını da içeren uzun bir söyleşi gerçekleştirdik.
Türkiye'nin işgal saldırısı sırasında Serêkaniyê’de hayatını kaybeden bir QSD savaşçısı, ailesine "Eğer bir gün toprağa düşersem ağlamayın halay edin" diye vasiyet ediyor. Qamişlo'daki cenaze töreninde kardeşi, annesi halay çekiyor. Bazı çevreler buna anlam veremedi. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz. Bu ölümü reddetmek mi?
Bunun, çok kestirme bir yoldan hayata ya da ölüme aykırı olduğunu ileri sürmek, olayın kendisini anlamaya çabalamak yerine olay hakkında ahlaki bir yargı geliştirmek anlamına geliyor. Bu da elbette ikinci bir soruyu daha açığa çıkarıyor: Bir tür tekinsizlik deneyimini yaşadığımız durumlar karşısında neden derhal ahlakın alanına çekilir ve normatif yargılar geliştiririz? Ya da biraz daha açık kılarak, ama biraz daha zorlaştırarak sorayım: Neredeyse başlangıcından bu yana insanlık tarihinin temel problemlerinden biri olmuş bir meseleye, yani ölüme ve dolayısıyla hayata kim ne zaman kesin bir açıklama getirebilmiş ki, bugün bu iki kavramın içerimleri çok kesinmişçesine, sınırları ve menzilleri çok netmişçesine bu ikisine aykırı bir şeyler olduğunu söyleyebilir olalım?
Aristoteles örneğin ‘hayat nedir’ sorusuna yanıt getirmek için biyolojik yaşam olarak Zoe ile tür olarak insan yaşamına işaret eden Bios arasında bir ayrıma gidiyordu. Yine Herodotos tarihinde bir insanın talihli sayılabilmesi için ömrünün tamamlanmış olması gerektiği fikrini ileri süren bir mesel işlenir. Bir hayat hakkında hüküm verebilmek için o hayatın sona ermiş olması gerekir; talihli bir ölümle mi sona ermiştir o hayat, yoksa talihsiz bir ölümle mi? Elbette burada talih teriminin anlamsal içeriğinin de toplumsal, tarihsel ve kültürel kategorilerle şekillendiğini de unutmamak gerekiyor. Yani bir toplum durumunun büyük kahramanlık olarak gördüğü bir durum bir başkası tarafından örneğin işgal olarak tanımlanabilir ya da yine örneğin birinin yurdu için ölmek olarak gördüğü bir durum, örneğin bir hedoniste ya da bir bireyci anarşiste pek de bir şey anlatmayacaktır. Dolayısıyla bu türlü kestirme yargılar çoğunlukla aslında bu yargıları dile getiren kimselerin kendi kişilik örgütlenmelerini, kendi psişik dünyalarını karşı karşıya buldukları bir tekinsizlik deneyimi karşısında kendi kişiliğinin yanılsamalı istikrarına bir geri çekilme anlamını taşır ve buna bağlı olarak da gerçek bir bilgi değeri yoktur bu türlü yargıların. Her şeyden önce şu sorulur örneğin: Ölüm nedir, hayat nedir ki bunlara aykırı bir durumun oluştuğunu öne sürebiliyorsunuz? Bu soru, aslında belirli birtakım kurgulara, ölüme ve yaşama dair kurgulara, belki bilinçdışı kurgulara aykırı bir durumun söz konusu olduğunu görünür kılacaktır.
Bu olayda bizi alt üst eden şey nedir ki hemen bu kurgulara, yanılsamalı bir istikrara çekilerek bir yatışma arayışına giriyoruz? Ya da bu olay hangi narsistik öğeye temas ediyor; hangi narsistik öğeyi bir salınımın, bir tereddüdün içerisine sürüklüyor ki bu tekinsizliği savuşturmak için yeniden ‘geleneksel’ olana başvuruyoruz?
Görüntüleri seyrettiğimde ben de adını koyamadığım, kavrayamadığım, tuhaf ve karmaşık duygular içerisinde buldum kendimi. Trajik bir anla karşı karşıyayız aslında. Elbette sözcüğün sahih anlamında söylüyorum bunu; gündelik ezberlere yerleşmiş biçimiyle ‘trajik’ bir şeylerden söz ediyor değilim. Yani ilk olarak Greklerin trajik çağında bulduğumuz bir bilgi (ya da bir bilememe) biçiminden ve ikinci olarak Nietzsche’nin işaret ettiği trajik bağlamdan söz ediyorum. Neydi Grek tragedyalarının asli niteliği? Her bir dramatik tema içerisinde her eylemin iki ayrı düzeyde birden yer almasıydı: Bir yandan insanların ‘sıradan’ yaşamlarının düzeyinde ve diğer yandan da ilahi kuvvetlerin anlaşılması zor bir biçimde dünya düzeni üzerinde sürekli bir etkilerinin bulunması düzeyinde. Yani deyim yerindeyse jus divinum ile, yani ilahi hukuk ile jus profanum, yani dünyevi hukuk arasında ayrımların bir hayli belirsiz olduğu, fakat bu ‘belirsizliğin’ de bir ayrışmanın başlamış olması nedeniyle görünür olduğu bir durum söz konusudur tragedyalarda. Trajik bilincin işleyebilmesi için insani düzey ile ilahi düzeyin birbirinden ayrışmış olması ama yine de hâlâ birbirlerinden koparılamaz durumda olmaları gerekir. Bu nedenle tragedyalarda asla kesin masum ya da kesin suçlu birileriyle karşılaşamayız.
Örneğin Antigone, biraz da konjonktürel nedenlerle, hem modern dönemde hem de çağımızda bir hayli övgüye layık görüldü. İlkinde bir “doğal hukuk – pozitif hukuk” tartışması içerisinden okunmuştu ve Antigone doğal hukukun temsilcisi olarak görülüyordu. İkincisinde ise biraz da Judith Butler’ın etkisiyle, gömülemez olan fikri üzerinden okunuyor. Bu okumalara bir itirazım yok, fakat Kreon’un dışarıda bırakmaya çalıştığı kardeş olan Polyneikes’in en nihayetinde Thebai’ye, yani kendi yurduna saldırmak üzere paralı askerler toplamış olduğu da malumdur. Dolayısıyla Greklerin o dönemki kurgusu içerisinde, Polyneikes ‘insanlara’ karşı suçlu olmanın çok ötesinde bir suçun faili olarak beliriyor: Yurda karşı suç. Yurtta yatacak bir yerinin olmaması gerektiği sonucu da gerçekte buradan çıkıyor.
Yine de ilahi bir suçun cezasını verecek olan kimdir?
Tragedyaların bizleri içerisine sürüklediği salınımlı, tekinsiz hal, bizzat kendilerinin bu salınımlı halinden, yani iki düzeye birden, hem insani düzeye hem de ilahi düzeye aynı anda gönderim yapabiliyor olmalarından kaynaklanıyor. Bunun daha arkaik bir versiyonuna dair bir hikâye anlatılmıştı bana. Olay Adıyaman’ın dağ köylerinden birinde, bir Alevi köyünde gerçekleşiyor. Tahminen söylüyorum; 30’lu ya da 40’lı yıllarda. Nişanlı bir çift sele kapılıp ölüyor. Fakat bu çiftin önce düğünü yapılıyor davullu zurnalı, ondan sonra cenazeler toprağa veriliyor. Antropolojinin getireceği açıklama, ruhlarının kendi eşini aramak üzere gelip de yaşayanlara musallat olan hayaletlere dönüşmemeleri yönünde ritüel bir işleyişin olduğu biçimindedir. Yani ölüm ile yaşam arasındaki sınırları belirleme, netleştirme çabası. Bu ikisi arasındaki sosyo-sembolik geçişkenliğe, dolayısıyla bunlar arasındaki sınırların bulanıklaşmasına izin vermeme! Böyle bir olayın, bugün yaşansa (ya da belki yaşanıyordur bilmediğimiz biçimlerde) ve örneğin medyaya düşse yaratabileceği tepkileri tahmin edersiniz: “Sapık Aleviler ölülere düğün yaptı” diye seyrederdik herhalde sözüm ona haber kanallarında!
Bu tahmini senaryodaki tahmini tepkiler ile Rojavalı savaşçının ailesinin eylemine verilen bu tepkiler arasında büsbütün aynı olmasalar da bir paralellik yok mudur sizce de?
Şimdi karşı karşıya olduğumuz durum da tam olarak böyle bir salınımlılık duygusuna sürüklüyor bizi. Mevcut envanterimizde yer alan ölüm ya da hayat fikriyle çatıştığını düşünüyoruz bu durumun. Fakat bunun kendi envanterimizle ilgili olduğunu unutmamak gerekiyor. Gerçekte böyle bir çatışma yok; daha ziyade ölümün ve hayatın, bu ikisini kuşatan ilahi hukuk düzeyi ile insani hukuk düzeyinin birbirine karıştığı bir durum söz konusu olduğu için, bu tereddütlü hale, bunun yarattığı anksiyeteye bir yanıt olarak geliştiriyoruz bu ‘aykırılık’ fikrini. Oysa zaten modern biyoloji ve tıp bilimlerinden bu ‘ölüm-yaşam’ tartışmasını izleme şansımız da var. Örneğin Agamben, tıpta ‘beyin ölümü’ denilen şeyin mantığının, bir yandan ölümü ve buna bağlı olarak da hayatı yeniden tanımlamaya yönelik bir girişim de içerdiğini belirtiyordu. Nedir ‘beyin ölümü’ tanımının içerdiği strateji? Teknik olarak organ nakli teknolojisinin yol açtığı bir şey bu. Organlar ölmeden, nakledilebilir durumdayken onları almak… Ama organları henüz ölmemiş birine nasıl ‘ölü’ diyebiliriz? Beyin ölümü sayesinde! Çünkü beyin ölümü artık geri dönülemez eşiğe işaret ediyor. Yani beyin ölümü gerçekleştiyse bunun ardından kaçınılmaz olarak ölüm geliyor.
Dikkat edilirse, burada ölümü yeniden tanımlamaya çalışan bir girişim var; fakat yine aynı anda, bu yeniden tanımlanmış ölümü doğrulaması için de ‘geleneksel ölüm’ kavramına ihtiyaç duyuluyor. Yani zaten uzun bir zamandan beri, ölümü hem felsefi düzeyde düşünme biçimimizde, hem de ölümün kendisinin tekabül ettiği siyasal anlamda oldukça köklü değişimlerin ve dönüşümlerin gerçekleşmekte olduğu bir dönemden geçiyoruz. Toplama kamplarının teorik muhasebesini bile ancak geçtiğimiz otuz kırk yılda yapabildik. Üstelik açılan kapıdan köle plantasyonları, Amerikalarda yaşanmış olanlar, sömürge kampları vs. gibi öğeler de girince, cezalandırmanın yarattığı statü ve hak kayıplarına (kendi bedeni üzerindeki denetim hakkının ortadan kaldırılması örneğin) bir de uygun bir ölümden yoksun bırakılma hakkının eklenmiş ve eklenmekte olduğunun bilgisi de görünür oldu.
Eh, elbette bilgimiz ve görgümüz artıyor anlamında söylemiyorum bunu; iktidar yapılarının temel mantığında ve temel stratejilerinde yaşanan değişim ve dönüşümlerin de etkisi var bunda. Ölümden bile yoksun bırakmaya dönük iktidar teknikleri geliştiren iktidar biçimleri… Bunun en net örneği, Türkiye ‘milli’ basınında sıklıkla dile getirilen “tesirsiz hale getirildi” ifadesidir. Mekaniğin retoriğine bu başvuruyla bir taşla iki kuş vurmuş olursunuz: 1- Hayatını kaybeden kişiyi basit bir mekanik öğeye indirgemiş olursunuz; böylelikle o bir insan değildir; hatta canlı bile değildir ve 2- böyle kodlanmış bir öldürme edimi, öldürmeyi ve katil olmayı da dışarıya atar; öldürmenin sorumluluğundan kaçmayı başarmış olursunuz.
Dolayısıyla ikili bir bağlam içerisinden anlamını buluyor bu olay. İlki, içinde yaşadığımız dönemin iktidar yapıları bağlamı (buradaki iktidar tekniklerini kesintiye uğratan bir yanı var bu edimin), diğeri ise trajik bağlam. Doğrusu trajik bağlam ilkini de kapsıyor; yukarıda belirttiğim ‘her iki düzeyde birden var olma kabiliyeti’ nedeniyle…
Peki neden trajik bir olay bu?
İşaret ettiğiniz tepkilerin de gösterdiği üzere, bütün anlam katmanlarını ve düzeylerini ters yüz ettiği, büktüğü için… Fakat tuhaf bir biçimde yapıyor bunu. Komedi ile trajedi kardeştirler, bilirsiniz. Komedinin asli niteliği de orada olmaması gereken bir şeyin orada olmasıdır. İşte trajik bir anla karşı karşıyayız, fakat bir yandan da orada olmaması gereken bir şey var orada; cenazede şarkı ve dans! Yani dramatik ayrımları da iptal eden bir boyutu var bu olayın. Sağduyumuza bu kadar ‘aykırı’ olmasının bir nedeni de bu. Fakat işte ‘orası’ neresidir? Orası dediğimiz yerin sembolik kuruluşu nedir? Bu soruları sormamın nedeni de şu: Olan biten pek çok şeyi içeren, bizim için içeren ‘o yer’i de iptal ediyor bu olay. Ama gerçekten kendisi mi iptal ediyor, yoksa zaten iptal olmuş bir şeyin iptal olmuş halini mi açığa çıkarıyor? Yeniden iktidar bağlamına dönersek yanıtını bulacağız bu sorunun. O yerin iptal olması, terimin Walter Benjamin’deki anlamıyla ‘mutlak bir istisna halini’ koyuyor önümüze. Malum, Tarih Üzerine Tezler’de ezilenlerin geleneğinin daimi bir istisna halini görünür kıldığını belirttikten hemen sonra gerçek olağanüstü halin ne olduğunu gösterme çağrısında bulunuyordu. Benjamin’in koyduğu çerçeve, bizlere, ‘o yer’in, orasının gerçekte hiç var olmadığını söylüyor. İşte çoğumuza ‘aykırıymış’ gibi görünen bu edim de ‘o yerin’ oluşturduğu şemaları alt üst ederek, bir istisna durumuna gerçek bir istisnayla yanıt veriyor. Hem ilahi olana, hem de dünyevi olana aynı anda gönderim yaparak, bu ikisine dair üretilmiş bir kurguyu, bir mitolojiyi trajik bir bilgiyle orta yerinden çatlatıyor. Dolayısıyla ‘savaşçının vasiyeti’ Kürtlerin trajik çağının başlangıcını işaretliyor. Kürtlerin epik çağının, yani tanrılar ve tanrıçalar çağının bittiğini, dilerseniz Homeros tarzı bir kozmos ve insan kurgusunun sona erdiğini, artık Kürt Akhilleusların, Kürt Odysseusların, Kürt Ajaxların dünyasında değil, Antigonelerin, Oedipusların, Medeaların dünyasında olduğumuzu işaretleyen bir uğrak bu. Fakat şunu da eklemeden edemeyeceğim: Trajik anlar biricik oluşlarıyla, yani biçimsel bakımdan tekrar edilemezlikleriyle trajiktirler. Bu nedenle bu edimin genel bir ritüele dönüşmesi sakıncalı olacak; trajik bir içeriği yeniden mitin ve ritüelin dünyasına fırlatmaya kalkışmak anlamına gelecektir bu. Bırakalım kendi biricikliği içerisinde geçmişe ve geleceğe uzanarak, her ikisini de kat ederek kendi anlamını üretmeye devam etsin bu biricik ‘anın’ kendisi.
Çiçek Kobanê... Genç bir Kürt kadını, işgal saldırısında Türkiye destekli İslamcılar tarafından esir alındı... Görüntülerde,'kafanı keseceğiz' diyorlar. Bir süredir İslam üzerinde çalışıyorsunuz. Onlarca erkek zafer havasında ve tekbir getirerek bu genç kadının etrafından toplanmışlar. Bu nasıl bir görüntüydü?
Çiçek Kobanê… Bu konu hakkında konuşmak gerçekten çok zor, aşırı zor. Her şey bir kenara, Kobanê’nin kendisinin yüzüne bakma gücü, hayâsı kalacak mı bu koşullarda onun hakkında söz geliştiren birinin? Bunu açık kılmak için, Kürtlerin ya da en azından Kuzey Kürtlerinin içine savrulmuş oldukları öz-suçlama mekanizmasının derinliklerine bir bakmak gerektiği kanısındayım. Bu, sanıyorum, Kürtlerin trajik çağı dediğim şeyi de açıklığa kavuşturacak.
Hayatı biraz izleyen herkesin malumudur; son derece kibirli olduğu halde durmaksızın başkalarını kibirli olmakla suçlayan bir insan tipiyle karşı karşıyayız bir zamandır. Büyük anlam krizlerinin yaşandığı dönemlerde olur bu. Bu tür kriz dönemlerinde yaşanan değersizlik hissi (kuvvetsizlik hissi değil, çünkü kuvvetsizlik hissi aslında yine de içine yaşanılan durumu bütün açıklığıyla kabullenebilme becerisine işaret eder) özneye biraz da kendi benliğinden başka bir şeye yatırım yapma olanağı bırakmadığı için kötücül bir simgesel ekonomi çalışır böyle zamanlarda. Tek ilgilendiği şey kendi benliği olduğu halde, bu benliğin taleplerine, simgesel bir ekonomi içinde girmeye çalıştığı ticarete, alış verişe karşılık verilmediğinde muhatabını kolaylıkla ‘kibirli’ olmakla itham edebilen bir özne… Judith Butler’ın Trump’la ilgili bir yazısında işaret ettiği gibi, bu öznenin bu durumu, temelde yine ve yeniden kendi masumiyetini öne sürebilme arzusundan ya da bu yönlü bilinçdışı bir arayıştan kaynaklanıyor. Bunun görünürlük kazandığı anlar başkalarını suçlama anları. Fakat her konuda, her düzeyde başkalarını suçlamak… Bu tipler, başkalarını kibirli olmakla itham ettikleri halde Yunanlıların kullandığı bir sözcükle ‘hubris’in olabilecek en ele avuca gelmez biçimini sergiliyorlar. İlginç bir paradoks… Bu ele avuca gelmezlik ise temelde mitsel ve dinsel nitelikli bir şeyin kendisini hiç de öyle değilmiş gibi ortaya koymasından kaynaklanıyor.
Ne kast ediyorsunuz dinsellik derken?
Niobe mitine başvurarak anlatayım bunu. Niobe’yle ilk karşılaştığımız yer Homeros’un İlyada’sı. Troya kralı Priamos’un oğlu Hektor’un cenazesini istemek üzere Akhilleus’a gittiği sırada, Akhilleus’un kalbi yumuşayıp da Hektor’un ölü bedenini vermeye razı olduğu sırada Akhilleus söz eder Niobe’den. Spylus Kralı Tantalus’un (İngilizcede ‘boş yere umutlandırmak’ anlamına gelen ‘tantalize’ sözcüğü de bu kralın adından gelir. Tantalus’un ‘hubris’inin cezası ebedi açlık ve susuzluğa mahkûm edilmek olmuştur. Fakat berbat bir biçimde: Kapatıldığı yerde dizlerinin hizasına kadar yükselen su dünyanın en güzel suyudur ve başının üstünden yükselen bir ağaç da dünyanın en güzel meyvelerini yetiştirmektedir. Ama Tantalus ne zaman elini uzatsa bunlara bunlar ondan hızla uzaklaşmaktadır. Yani elini uzatsa erişeceği mesafede olan su ve yemişler için ebedi bir biçimde boş yere umutlanır; asla erişemez bunlara) kızıdır Niobe. Thebai Kralı Amphion’la evlenir ve İlyada’ya göre altı kızı altı da oğlu olur – Aishkylos ve Sophocles birer tragedya da yazmışlardır bu konuyla ilgili ama ne yazık ki yalnızca Sophocles’in tragedyasının bazı parşömen parçaları ulaşabilmiştir günümüze; yine Ovidius da Başkalaşımlar’da söz eder Niobe’den. İlyada dışındaki metinler Niobe’nin yedi oğlu ve yedi kızı olduğunu anlatırlar. İşte bu Niobe tanrı Apollon ile tanrıça Artemis’in annesi olan Titan Leto’ya karşı kibirlenir: Onun yalnızca iki çocuğu olmasına karşılık kendisi bir düzine çocuk doğurmuştur. “Ölçülü ol!” buyruğunu çiğnemiştir Niobe ve tanrılar onu çok ağır cezalandırırlar. Kızlarını Artemis ve oğullarını da Apollon öldürür gözlerinin önünde. Üstelik Zeus bütün Thebailıları taşa cevirmiş olduğu için cenazeler dokuz gün yerde beklerler; onuncu gün tanrılar kaldırır cenazeleri. Niobe’nin kederi o kadar büyüktür ki Zeus bu kedere büyük saygı duyarak onu ebedileştirmek ister ve Niobe’yi bir taşa çevirir - günümüz Manisa’sında, Spil Dağı eteklerinde “Ağlayan Kaya” olarak bilinen kayaya atfedilir bu hikâye.
Devam edecek.
