ÖZGÜR AMED: Midnight in Paris

Allen’in filmleri birbirinden çok kopuk değildir. Vazgeçemediği temel konu ve anlatı biçimleri var. Örneğin bir ilişkiyi illa ki kurcalar. Mizah illa ki olacaktır. Yine kayıp-kazanan tartısı hep önümüzdedir. Davranışsal öğelerin bilinçaltı şifreleri bolca serpiştirir filmlerine. Aşağı kültürden bir portre sıkışır kadraja. Genelde kendi üzerinden betimlediği bir “loser” olmazsa olmazdır son kertede. Kadına bakışı değişkendir.
Londra, Barcelona ve Paris
Son filmlerinde kentlere el attı. Match Point’ta Londra vardı karşımızda. Ölümcül aşkın sarmaş dolaş halinde akıcı bir hikâyeyi tenis topuna bağlayıp bize hediye etmişti. Popüler kadrosu ile Vicky Cristina Barcelona pek çok yarışmayı dolaşıp ödülleri topladı. Bu film de Barcelona’ya ithaf niteliğindeydi. Bir erkek, iki güzel kadın, şaraplar, mimari ve romantik Barcelona. Cazibe merkezi olabilecek pek çok öğe yan yana getirilmişti.
Allen son filminde ise çokça sevdiği Paris’indedir.
Canımı sıkan bir noktayı da en başta ifade edeyim. Filmde Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin eşi, medyatik isim Carla Bruni var. Olabilir, lafım buna değil. Asıl mesele, devlet ve en üst mercilerin de bu filme olan yadsınamaz katkısı. Kanımca Paris milyon dolarlar verse böyle bir reklam şansı bulamazdı. Çünkü Paris kokan turistik turla başlayan filmimiz, devam ettiği süre içinde de kesinkes bir övgü odağı olmaktan kurtulamıyor.
Paris sadece güzel bir şehir değildir. Paris aynı zamanda bir “altın çağ” merkezidir. Paris bir kültürdür ve aşk, sanat, edebiyat, ilişki vs. her şey burada bambaşkadır - en azından film bunu diyor.
Bu durum tamamen kişisel bir mesele gibi duruyor. Çünkü film, Allen’ın Paris algısından ibaret. Başrolde Gil karakteri ile izlediğimiz Owen Wilson, esasında Woody Allen’den başkası değil. Kendisinin entelektüel kurgusu yine çokça eleştirilen egosu ile birleşip Paris’te bir geceye denk gelmiş. Muhteşem bir reklama dönüşmüş…
‘Hayatın gölgesi’
Paris’te Gece Yarısı (Midnight in Paris), her şeyden önce bir “özlem” filmi. Edip Cansever’in deyimini anlatan bir özlem bu: “Ey geçmiş! Silindikçe, silindikçe bugünle donanırsın. Ey şimdi! Geçmişle süslenirsin sen de. Ey zaman aralıkları, zaman aralıkları! Bilmem ki ne isterdiniz bir gidiş-dönüş biletine”.
2000’li yıllardan 1920 Paris’ine gidip gelen Allen, sadece aşk ve başarı istiyor. İstemlerini dile getirirken elbet eleştirilerini de es geçmemiş. Geçmiş için ifade edilen en güzel tanımlardan biri, “hayatın gölgesi”. Filmde asıl olayların tümünün gecelerde geçiyor olması da “gölge”ye atıf niteliğinde. Geçmişin gölgesinde huzur bulan Gil, reel hayatından da kopuyor haliyle. Çünkü aradığı şey bu zaten: Var olan zaman diliminden kopmak, başka bir bahara karışmak. Onu sıkan etraftaki silik ilişkilerden, içinde geçtiği gibi yazamamaktan yakınarak, sadece para kazanmak için kaleme aldığı Hollywood senaryolarından uzaklaşmak. (Burada güncel filmlere gönderme var. Çünkü hepsinin sadece para eksenli olduğu, görsel bir kandırmacaya işaret ettiği veriliyor.) Bunu filmin ilk sahnesinde, açılışında anlıyoruz. Gil nişanlısına konuşuyor: “Bu... Bu inanılmaz! Şuna bir bak. Dünyada bu şehrin bir eşi benzeri daha yok. Hiç olmadı. Bu şehrin yağmurda ne kadar nefes kesici görüneceğini hayal etsene. Bu şehri 1920’lerde hayal etsene, 1920’lerde Paris... Yağmurda, sanatçılar ve yazarlar.”
Altın çağ
Özlemi alt tematiğinde besleyen senaryo, asıl zevkini 1920’nin Paris’inde sunuyor. Kahramanımız Gil, gece bindiği esrarengiz araba ile geçmişe yolculuk yapıyor. Bu yolculuk filmin “eleştiri” pastasını da içeriyor. Gil tam olarak o düşlediği zamanın içine damlıyor modern hali ile. Sevdiği yazarlar, mekânlar, şahıslar - hepsi var. Her gece biri ile beraber.
Kim bunlar? Filmde bize eşlik eden ünlü simaların başlıcaları şöyle: Ernest Hemingway, Pablo Picasso, T. S. Eliot, Juan Belmonte, Djuna Barnes, Man Ray, Henri Matisse, Zelda ve Scott Fitzgerald, Gertrude Stein, Salvador Dali, Cole Porter, Paul Gauguin, Edgar Degas ve aklıma gelmeyen başka başka sanat icracıları… Ünlü isimler…
Peki, bu kadar ismi bir arada görmek nasıl bir duygu? Şahsen güzel bir deneyimdi. Lakin tüm isimleri tanımayıp ve her biri hakkında yeterli fikre sahip olmayınca bazı diyaloglar boş boş akıyor ekranda. 20. yüzyıl sanat akımlarını ve şahıslarını bilenler bu filmi ayrıca çok seveceklerdir. Fakat bahsi geçen isimlerin bize verdiği ve ara geçiş görüntüleri ile sunduğu bir güzellik de, günümüze getirilen eleştirilerdir. Bunu ilk olarak filmde çokça gördüğümüz ve “Her erkek ölümden korkar. Bu hepimizi tüketen doğal bir korkudur. Ölümden korkarız, çünkü ya yeterince ya da hiç sevmediğimizi hissederiz ki sonuçta bu ikisi kesinlikle aynı şeylerdir” diyen Hemingway üzerinden görmek mümkün. Erkek-kadın sorunsalına getirilen eleştiri de, günümüz ilişki tarzının değiştiğidir. Belki de yeterince cesaretli olmadığıdır. Yönetmen de bu edebiyatçı üzerinden “Sevişiyoruz ama cesaretli bir sevişme değil” tezine destek sunuyor. Gil, ilk gece Hewingway’ın yanından ayrıldıktan sonra, bir şey sormayı unuttuğunu fark edip geri geldiğinde bir beyaz eşya dükkânı ile karşılaşır. O eski sohbetlerin olduğu, içinde sanatın konuşulduğu, nice şahısların geçtiği yer artık bir beyaz eşya yığınıdır. Yani teknolojinin evirdiği “modern hal”in acınası görüntüsüdür. Teknoloji değişti, gelişti ve değiştirdi. Sadece meta üzerinden değil, insan ve onun sosyal dokusuna da çokça dokundu diyor film. Çünkü artık entelektüel sohbet yok. O altın çağ yok. Bilgi sahibi olanların bunu bir masada tartışması değil de, caka satmak için kullandığı gerçeğini “ukala” tip Paul ve filmin sonuna doğru bir kafede tek başına oturan mütevazi Bay Lautrec’ın kıyası üzerinden de bir okuma şansına erişebiliyoruz.
Aşk ve masal
Ve elbette aşk. Gil 20. yüzyılda bir kadına da aşık oluyor. Bir yürüyüş ve yağmurdan alınabilecek tüm hazları alıyor. Masal dünyasındaki bir kadına aşık olurken nişanlısından da o derece kopuk bir kulvara giriyor. İletişim sorunu doğuyor. Bir denge unsuru olarak anne karakteri de American Dream hayali ile yaşayan ve tamamen popüler kültür etkisi altında, modern yaşamın ayrıcalıklarından nemalanan bir seyir izleyip damat adayını dükkândan dükkâna ve yüksek fiyatlı eşyalardan bir diğerine sürüklüyor. Tüketim hırsının bir emaresi olan anne, Gil’in aradığı maneviyata ve hislere uzak biri. Etraf ve maddiyatı tüketirken Gil’i de tüketiyor farkında olmadan. Tüm bunlar birleşince Gil’in yeniden aşık olma halleri bize başka bir tartışma sunuyor. Sanal, hayali olan aşka bu kadar bağlılık neden?
Belki de günümüzde çokça tartışılan bir meseleye de dolaylı gönderimde bulunuyor Allen. Neticede tamamen hayal olduğunu bildiği bir diyarda, ısrarla aşık olma istemi ve oraya bağlanması düşündürücüdür. Tabii sonu itibari ile reele dönüşün yol olduğunu iddia etse de, bu yeni durumda ne kadar mutlu olacağını bilemiyoruz. Filmin de derdi değil zaten orası… Lakin dert diyebileceğim bir durum varsa, o da modern masal eleştirisi. Gece 12’de araba bal kabağına dönüşüyordu, bize böyle öğretildi. Allen’in masalında ise gece çanlar çalınca yeni başlıyor hayat ve film… Bu film tadında ve eğlenceli, romantik bir Paris güncesi. Woody Allen menüye de bol bol sanat, yazar, entelektüel hava eklemiş. Kendine güvenen seyretsin demiş. İyi seyirler...
