Özgür PAZARCIK: ‘Çay eşbaşkanlığı’ ile dostluğu demledik

Sana gülmeyi ve sevinmeyi öğretirler. Sana, ‘sen’ ve ‘ben’ değil, ‘biz’ diyebilmeyi anlatırlar.
Karanlığına ışık, umutsuzluğuna umut olurlar.
Dağlarda, özlemi duyulan yaşamın yolcusu olurlar; fedakarca…
Sen de özlem çektiğin dostluğun peşine düşersin. Bir simyacı misali durmadan, bıkmadan ararsın; gerçeğe duyulan hakikat gibi…
Bazen iyi, bazen ise kötü bir hatıran olur. Ama her şeye rağmen kalbinin bir köşesinden taşırsın, silemezsin. Seni değiştiren ve seni sen yapan bir parçan olur.
Sessizliğin sığınağı olan kalbimizde bazen bilinmeyen hüzünlü bir hikayemizi saklarız. Ancak, yarının ötesinde de yaşatmak istediğimiz dostluk, kalbimizde taşan bir ışık olur.
Yıldızlar gecenin koynunda erirken, dingin bir köşede teselli ararsın. Anılara dalar ve uzaklarda olan ya da yiten dostları düşünürsün. Düşünürken de, gözlerde süzülen yaş damlasının sıcaklığıyla huzura, gözyaşının soğumasıyla kalan o ıslak izle bir hüzne dalarsın. Ve o an bir dostun özlemle omuzuna dokunmasını beklersin.Yaşama anlam katan en önemli şeyin dost ve dostluk olduğunu bir kez daha anlarsın...
Bazen geçmişin anılarına dalıp, hiç çıkmak istemezsin. Dostlarla paylaşılan anların huzurundan kopmadan, sonsuza kadar hep canlı kalmalarını istersin.
İşte o vakit aklına gelir. Bir gece vakti, güzel yoldaşlarla yanan ateşin etrafında oturup, iç ısıtan sohbetler eşliğinde, gece karanlığında kayan yıldızları izlersin. Yıldızlar sönene kadar hayallere dalar, gizlice, herkesin bildiği ama kimsenin kimseye anlatamadığı türden dilekler tutarsın.
Ateşten çıkan çatırtı sesleri, gecenin doğal müziği olur... Rüzgar alır seni götürür uzaklara; ulaşamadığın veya vedalaşmaya zaman bulamadığın dostların diyarına. Düşündükçe derin bir iç çekersin. Ayrılma anlarında paylaşılan kurutulmuş bir gül ya da küçük bir kağıda el yazısıyla yazılmış bir dilek yazısını yüreğinin üstündeki cebinde taşır; teselliyi onlarda ararsın. Fakat her baktıkça tazelenen özlem daha da büyür. O özlem ki, benliğiyle tanıştığın ve kendini unuttuğun anıların olur. O anılar, hatırlandıkça güç kaynağına dönüşür; tıpkı gecenin ay ışığı ve gündüzün güneşi gibi hayatın ışığı olur.
Bazen ele batan kurumuş bir gül dikeninin verdiği o tatlımsı acı gibi, sararmış kayıtlardaki yarı silinmiş umut dolu özlemler de acı verir insana. Kalpte, yaşama anlam katan o unutulamayan gülüşlerin izi kalır.
***
Esen sert rüzgarın etkisiyle düşen ağaç yaprakları döne döne etrafa serpilirken, kuşlar uçuşurdu. Gece ise, parlayan ay ışığının altında uzun bir yürüyüşten sonra yakılan ateşin etrafında oturur, közlerin üstünde demlenmiş çayı yudumlarken, büyük bir keyifle tüm yorgunluğumuzu unuturduk.
Sıcak çay, hafızalarda buzlanan anıları çözerken, O da öyküler anlatmaya başlardı. Öylesine ruh yüklü ve konuşkandı ki; düşünceleri yürekten fışkırırdı. Sohbeti derinleştikçe derinleşirdi. Gecenin ayazında yürek ısıtan ve gündüzün sıcaklığında serinleten sözleri vardı. Sözleri, tıpkı nehirde akan suyun yolculuğu gibi, insanı geçmişin anılarına götürür; geçmişi yaşadığımız ana taşıyan bir köprü olurdu.
Uzun bir sessizlikten sonra elinde tuttuğu taşı göstererek, “taşın ruhu var mıdır” diye sordu. Biraz durakladıktan sonra, “şair der ki; taş bile kalmaz kendine
tozar, tozarır
taşar kendinden
karışır engine
taş keşmiş yanımız
birbirimizin gölgesinde
ufalanır hayat….”
Şiir sevdiğini bilmiyordum. O’na baktım, ama o halen sözlerine devam etmek için dağlara bakıyordu.
Eliyle dağı işaret ederek; “İyi bak bu dağlara. Eğer dağları anlarsan seversin, anlamazsan sevemezsin.” Sanki bir sırrı paylaşır gibi, “her şeyin başı sevmek ve ateşin dostluğuna sadık olmaktır. Yalnızca inanç, bu cesareti verir. En önemlisi bu güzelliklere yüreğini sunabilmektir. Düzendeki insanları harekete geçiren tek şey, zevk ve çıkardır. Ama bizim en kutsal işimiz; karşılıksız emek ve sevmektir. Ha bir de, özgür doğa olmadan, özgür insan olmaz. Unutma ha sakın, özgür arkadaş!..”
Gözlerindeki kıvılcımlar sanki küçük bir mutluluk anı yakalamış gibi gülümserdi. Kelimelerle anlatılamayacak kadar güzel ve ateş alevlerini kıskandıran gamzeli bir gülüşü vardı.
Buda öğretisi der ki; “Arkadaşınıza gülümsediğinizde arkadaşınız bizdir, çünkü o bizim algımızın nesnesidir.” Belki de O’nun hayat dolu bakışları ve sürekli güler yüzlü olmasının nedeni bu idi; yani; ‘mutlu olabildiğin kadar mutlu et’ felsefesi...
Közler sönmeye ve hava soğumaya başlamıştı. Sohbeti, gecenin bitişini yavaşlatmak için uzatırdık. Ama yetersiz kalır ve her seferinde gece gündüze teslim olurdu.
Tekrar yürümek için ayağa kalkmaya hazırlanırken kulağıma eğildi, “Biliyor musun; insanın, birisi tarafından can kulağıyla dinlenmesi kadar güzel birşey yoktur. Eğer bir gün farklı yerlere gidersek, benim için dostluk ateşini yak. Yükselen alevlerde dostların yüzünü görürsün, için ısınır” dedi. Bu sözleri bana moral ve neşe kaynağı olmuştu. O kadar mutlu olmuştum ki, utanmasam, yüreğimde taşıdığım umut gibi sarılmak isterdim. Beceremedim! Toprağın suyu emmesi gibi, bu duygumu da içime gömdüm. Tıpkı kum saati gibi sessiz akan o gecede, yaptığımız uzun bir yürüyüşten sonra yeni yerimize ulaştık.
Artık mevsim sonbahar, her yerde coşkulu kuş sesleri... Yağmurlu bir akşamüstü, karıncalar yemek kırıntılarını taşıyordu. Gecenin karanlığında yaktığımız ateşin etrafında toplandığımızda, ateşten çıkan çatırtılar ve O’nun gülüşü dışında hiçbir ses duyulmazdı. Coşku doluydu. Etrafına daima pozitif enerji yayardı.
***
Sabahları güneş usulca bize yaklaştığı zaman, yeni günün yaşamı için hazır olmak gerekiyordu. Erkenden kalkıp, dereden akan soğuk su ile yüzümü yıkarken, O’nu odun toplarken gördüm. Seslenmedim, görmezden geldim. Tam kalkmaya hazırlanırken, yorgun bir ses, “heval nereye? Gel birlikte odun toplayıp kahvaltı için çay demleyelim” dedi. Ağırdan aldım. Odun toplayıp, çay demledik. Sanki başımıza güzel bir bela almıştık. Bir hafta boyunca her sabah sürekli kırk arkadaşa çay demlemek ve kimsenin demi bozmaması için nöbet tutmak hiç de kolay bir iş değildi. Hele acelesi olan ya da sabırsız olanları, çayın demini bozmamaları için ikna etmek, ayrı bir yetenek istiyordu. Hepsinin üstesinden geliyorduk. Bir sistem oturttuk. Bu görevi severek ve heyecanla yapıyorduk. Çünkü ikimiz de hem çayı iyi demliyor hem de çok çay içmeyi seviyorduk. Zamanla bizimkisi bir çay dostluğuna dönüşmüştü. Arkadaşlar artık bizi ‘Çay Eşbaşkanları’ diye çağırmaya başlamışlardı, ki bu durum uzun sürmedi. Güzel ve samimi dostluğuna tam doyamadan, O, özgür ülke toprağının edebi dostu oldu.
O’nunla vedalaşamadan ayrıldığımız o günlerden bu yana tam dört ilkbahar geçti. Ama halen, her çay demlediğimde, o günleri hatırlıyorum. Özlemi, çayımın şekeri olur. Bir yudum çay, O’nu bana yakınlaştırır.
Geçmişi geri getirmek mümkün olur mu; bilmem ama, her neşenin bir gölgesi ve her acının bir ışığı olduğunu bilirim. Hani, şair der ya; “yüce dağ başında yanar bir ışık,
ışığı gördüm de oldum ben aşık...”
Ben de biliyorum; ki onları unutursam, kendim olmayacağım...
