Özgür PAZARCIK: Yalnızlığın gölgesi de yalnızdır

Mevsimlerden yazdı. Sıcak bastırmıştı. Herkes bir gölge arıyordu. Sokakta, bir ellerinde köpek, bir ellerinde cep telefonuyla geziyorlardı. Milyonlarca kilometre uzaklıkta yaşanan olaylardan haberdar olan ama yanındakinin varlığını unutanlar vardı. Bu betonlaşmış şehrin sokaklarında…
Serin bir gölgesi dahi bulunmayan bu kentte, rüzgar estiğinde ağacın çıkardığı hışırtı sesini bile özlüyorduk. Biz de, şehirde bulunan herkes gibi, sıcak günlerde parka ya da ormana değil de kliması olan alışveriş merkezine sığınırdık. Yaşadığımız dünyanın böyle olmaması gerekiyordu. Korkularımıza teslim olduğumuz kadar cesurca özlem duyduklarımızın peşine düşmeliydik. Ruhları, hayalleri çalınmış birer tüketici bireye dönüşmüştük. Bu şehirde.
“Nasıl olur” diye kendimle tartışıp durduğum uzun bir yürüyüşün ardından kliması olan alışveriş merkezine girdim. Serinletecek bir içecek arıyordum. Bazen alternatif çok olunca seçmek de zorlaşıyordu. Elimde bir kutu soğuk içecekle kasaya doğru yürüdüm. Sanki o gün herkes alışverişe gelmişçesine bayağı uzun bir kuyruk vardı!
Sıraya girdim. Arkamda bir kadın duruyordu. Yüzünde yılların yorgunluğu, izi olan bir kadın. Çok zayıftı. Elinde bir şişe su. Artık bir şişe suyun ağırlığını bile kaldıramıyormuş gibi titriyordu. Çok zorlanıyordu. Hatta bir iki kere yere bıraktı. Şaşkındı. Yere her eğildiğinde çektiği acı yüzüne öyle yansıyordu ki, o ince dudağına çektiği ruju iyice inceltiyordu. Acı çekmesine daha fazla dayanamayıp, “Eğer beklemekte zorlanıyorsanız ön tarafa geçin” deyiverdim. O an, kırmızı rujlu ince dudaklarında sanki çölde su görmüş gibi bir gülümseme canlandı. Konuşmaya çekiniyordu. O çekingen haliyle ağzından zorlukla, „Yok, sağol, böyle iyidir. İlginç! Halen kadınlara hürmet edenler var mı?“ cümleleri döküldü. Ben de kibarlığına kibarlık olsun diye, „Belki size denk gelmemiştir. Bizim gibileri çoktur“ dedim. Kızgın bir bakışla, „Hiç de öyle değil. Herkes bir an önce gitmek istiyor. Saygılı olmak kimin aklında bu aralar!“ diye yanıtladı.
Konuşması o kadar sitem doluydu ki! Bu sözlerden sonra yapılacak tek bir şey vardı: Sıramı ona verdim. Kısık sesiyle, “Teşekkür ederim” dedi. O an yüzündeki yorgunluk gitmiş, bir canlılık gelmişti. Uzun zamandır görmediği bir dostu görmüş gibi anlatmaya başladı. Sözleri tıpkı dağlarda süzülen bir şelale gibi hiç durmuyordu.
Sırada bekleyen müşteriler, şaşkın şaşkın bize bakıyordu. Aslında böyle durumlarda çok utangaç olmama rağmen nedense onu can kulağıyla dinlemeye başladım. Eliyle koluma dokunarak, “Biliyor musun? Hayatımda ilk kez son bir haftadır alışverişe kendi başıma geliyorum. İki gün önce iki şişe su alıyordum ama götürürken çok yoruluyorum. Tek şişeye düşürdüm. Sağlığım için çok su içmem gerekiyor.”
Böyle başlayan sohbetler, çok uzun sürecek demektir. Tek taraflı bir sohbet olmasın diye ben de, “Niye? Çocuklarınız ya da akrabalarınız yok mu? Onlar yardım etsin?” deyince, sanki yaralarına tuz bastım. Gözleri sulandı, kaşlarını çattı, sözleri sanki boğazına düğümlenmişti: “Kocam daha bir hafta önce öldü. Alışverişimizi hep o yapıyordu. Nerden bilebilirdim, benden önce gideceğini, beni böyle yalnız bırakacağını! Onsuzluğa alışamadım halen! O gittikten sonra sevincimi, mutluluğumu ve huzurumu paylaşacağım kimse kalmadı. Güvendiğim ve elimi uzatacağım kişi yok artık. Bilmiyor musun, acaba bundan daha büyüm acı var mı?” Hüzün çöktü içime, sessizleştim. Sanki hayata küsmüştü. Yalnızlığa yenilmiş bir kadınla karşı karşıya duruyordum.
Sanki sıra hiç ilerlemiyordu. Olduğumuz yere çakılıp kalmıştık.
Sorusuna cevap beklemeden konuşmaya devam etti: “Bakma böyle eski elbise giydiğime, aslında ben fakir biri değilim, sadece zengin görünmek istemiyorum.” Çaktırmadan, dinleyen kimse var mı diye etrafına bakınıyordu. Derin nefes alıp, “Kalabalığın içinde yalnızlığı yaşıyorlar. Bu insanlar, yalnızlık nedir bilmiyorlar. Tek başına yaşamayı da anlamıyorlar. Ya sen, tek başına yaşamanın ne olduğu bilir misin?” diye sordu bu kez de. Yine derinlere daldım. O an annemin, “Bak oğlum, yaşın kemale ermiş. Artık bir ev, bir bark sahibi olsan… Hastalanırsan bir çorba ya da bir tas suyu sana kim getirecek? Artık evlen!” nasihatı düştü aklıma. Güldüm. Ama diğer taraftan derin bir kaygı çökmüştü: “Yaşlandığımızda biz de bu duruma düşersek ne yaparız? Kim bakar bize?“
Titreyen ellerini gösterdi: “Artık yemek yapamıyorum. Akşamları sokak başındaki patatesçiye gidiyorum. Sana bir şey söyleyeyim mi, aslında giden değil kalan daha çok acı çekiyor. Benimki iki kişilik yalnızlık. Her yardıma ihtiyaç duyduğumda onu çağırıyorum. Biliyorum, gelmeyecek. Yalnızlığın en büyük acısı tek kalmak değil, beklediğin kişinin gelmemesidir aslında. Acılar o zaman başlıyor.”
Biraz durakladı, devam etti: “Yalnızlığın bu kadar acı çektireceğini hiç tahmin etmiyordum. Günlerim acıyla geçiyor.”
O an Kemalettin Kamu’nun Kimsesizlik şiiri aklıma geldi. Şöyle diyordu:
Ve hakikat bırakıyor hülyamı yarım.
Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın,
Kulaklarım komşuların ayak sesinde;
Varsın yine bir yudum su veren olmasın,
Başucumda biri bana ‘su yok’ desin de!
Artık kasaya gelmiştik. Cüzdanından bir avuç bozuk para çıkardı, saymadan verdi. Yavaş yavaş kapıya doğru yürüdü, beklemeye başladı. Yaklaştığımda elini omzuma koydu. Sanki bir sırrını söylüyormuş gibi, “Yardımsever birine benziyorsun. Kendime inanamıyorum. Hayatımda ilk kez bir yabancıyla bu kadar uzun konuşuyorum. Kısa bir zaman olsa da bana yalnızlığı unutturduğun için sağol. Sakın unutma: Arkadaşlarının, dostlarının kıymetini, onları kaybettikten sonra değil, yaşarken bil” dedi. Arkasını döndü; yalnızlığın sessiz sokaklarında sessiz ve yavaşça uzaklaşıp gitti.
Acısına direnen, yalnızlığına yenilmeyen 80 yaşlarında bir kadın… Meçhulden gelen bir dost gibi… Üzgündü, yalnızdı ama güçlüydü.
Acılarından bahsederken bir damla gözyaşı bile dökmedi, bir kere bile of çekmedi.
Adını bile bilmediğim bu kadın, heybesindeki hüznü ve yüreğinde taşıdığı yalnızlığın acısını yüreğime bırakıp gitti.
Yüreğimde ince bir sızı... Kendi yarama tuz olamadığım için kederli düşüncelere dalıyorum.
Geçmişten kalan bir acıyı hatırlatır gibi. Vedalaşmadan ayrıldığım, dostlar aklıma geliyor...
Hüzünlü yüreğim, mutlu bir kavuşmayı beklerken...
Yine de yeniden öğreniyoruz hayatı, sevmeyi, dostluğu, her yeni yürekte...
