Paradigmamıza postmodern saldırılar

Nurettin DEMİRTAŞ yazdı —

  • Tarihsel, toplumsal ve bilimsel çalışmaların ve elbette sanatın açığa çıkarması ve dayanması gereken en büyük hakikat şudur; insanlığın kültür yurdunun tarihsel-toplumsal gerçekliğini açığa çıkarmak ve özgürlüğünü sağlamak ve bu temelde demokratik modernite çağıyla buluşturmaktır.

Sovyetlerin dağılmasından sonra “tarihin sonu, ideolojilerin sonu, devrimlerin sonu…” gibi birçok safsata ortaya atıldı, bu minvalde kitaplar yazıldı. Postmodern fikirlerle devrimler çağının kapandığı ilan edildi. 
İdeolojik bir boşluk vardı ve bunlar kasıtlı sosyalizm düşmanlığından veya kafa karışıklıklarından kaynaklanıyordu. Bu boşluğu evrensel düzeyde yeni paradigmamız doldurdu. 
Son yıllarda yine postmodern akılla yazılmış birçok kitabın bu kez paradigmamıza karşı incelikli tarzda yöneltilmiş saldırılar içerdiği görülüyor.
 Bunların başında “Sapiens” adlı kitap geliyor. Benzeri kitaplara örneklik teşkil ettiği için hepsine bu kitap üzerinden cevap vermek mümkündür.
Öncelikle kullandığı öyküleyici dil, sunduğu bazı veriler, bazı sorgulamalar, teknolojiye dair değerlendirmeleri, insanlığın sorunlarına çözüm gibi sunduğu aldatmacalar ve bir de arkasındaki “akademi” rüzgarı kitabı popüler hale getiriyor. Kapitalizmi sorguluyor gibi görünmesi ve tüm insanlığın benimseyebileceği bazı insancıl hususları dile getirmesi aralara serpiştirilmiş “doğrular” oluyor. 
Yorumlarında “Batı” ve oradaki teknoloji insanlığın kurtuluş kapısı gibi gösteriliyor. Onun gözünde teknoloji, para, din ve imparatorluk sistemi dünyayı birleştiren olgulardır. Kitabın bazı yerleri ise adeta bizim tarih tezlerimize karşı yazılmış gibidir.
Homo Sapiens hakkındaki görüşleri, insanı doğadan bir sapma olarak gören, sınıf-devlet olgusunu sorgulamak yerine insanın kendisini suçlu gören daha eski bir anlayışa dayanıyor.
 İnsanı doğadan bir sapma olarak görenlerin başında DERİN EKOLOJİSTLER geliyor. Sapiens’i sapma olarak değerlendirenler de bunlardır. Kitaba da olduğu gibi yansımış. Tek bir farkla şimdiki insanı çok iyi görüyor. Günümüzdeki insanlık durumuna hayranlıkla bakıyor.
Avcı-toplayıcı dönemi savunup tarım toplumunun zararlarına odaklananlar ise ANARKO-İLKELCİLERDİR. Kitabın ana teması bunların görüşlerine dayandığı halde hiç belirtme gereği duymaması ilginçtir. Çünkü özellikle tarım öncesi ve tarım toplumuyla ilgili hemen hemen tüm görüşleri neredeyse 50 yıl önce başkaları tarafından ileri sürülmüştür. Oysa tarım toplumuna dair daha gerçekçi eleştiriler Gordon Chılde tarafından yazılmıştır ama tarım toplumunun hakkını vererek yazmıştır, Yuval gibi inkarcı davranarak ve çarpıtarak değil…
Anarko-ilkelcilerin görüşlerini savunduğu halde kitabın başka yerinde kaosu önleyecek gücün devlet olduğunu belirterek anarşizme de ters düşüyor; liberalizmi savunduğu halde liberalizme ters şeyler söylediği gibi…
Kısacası eklektik, başkasından alınma (John Zerzan vb.) ve tutarsız görüşlerle dolu bir kitaptır. Bir de tarım toplumuna dair görüşleri bizim paradigmamıza yüzde yüz terstir. 
Sunduğu bazı veriler de tartışmalıdır. Örneğin ABD ekonomisinde tarımın yeri sadece yüzde 2 veya 3 iken sanki tüm ABD tarımla geçiniyormuş ve dünya bu yüzden bozuluyormuş gibi bir algı yaratmaya çalışmıştır. Böyle bir şey yok. ABD tarımla uğraştığı için dünya bozulmuş değildir, sebepleri çok daha farklıdır. 
Tezlerinin çoğu zaman ve mekân algısından kopuktur.
Toplumların maddi kültürlerinin ilk temelleri, hem doğadan nasıl yararlanacaklarının bilgisi ve tekniklerini, hem de doğanın beklenmedik değişimlerini karşılayabilme yeteneklerini geliştirmek zorunda oldukları koşullarda oluşmaya başlamıştır. 
Manevi kültür ise insanların doğayla ve birbirleriyle ilişkilerini anlamlandırma çabasıyla ortaya çıkmıştır. Yani inanç ve anlam olgusu manevi kültürün gelişiminde belirleyici olmuştur. Ancak hem maddi hem de manevi kültürün gelişmesinde yaşanılan ekolojik ortam belirleyici bir etkide bulunmuştur. 
Örneğin doğada farklılaşmayı belli ölçüde başardığı halde coğrafik-iklimsel koşullar nedeniyle tutunamayan birçok topluluk olmuştur. Bu açıdan bakıldığında 20 bin yıl kadar önce Mezopotamya topraklarının sunduğu cömert koşullar yeni bir ekolojiye yol açmış ve ilk büyük toplumsal devrim bu sayede gerçekleşmiştir. 
Buna karşılık, kapitalizmin yeni gözde yazarları sapiens çıkışını ve sonrasında ise tarım toplumunun gelişim sürecini karalamaya çalışanlardır. 
“İnsanlık durumu eskiden beri kötüydü, savaşlar, salgınlar hep vardı, trafik kazalarında ölenlerin sayısı savaşlarda ölenlerden daha çoktur, savaşı abartmamak lazım, şimdi daha iyi durumdayız vb” tezlerin neolitik aşamaya dek dayandırılması büyük bir saptırmadır. 
Tam da kültürel tarihin oluşumunda tarım toplumunun belirleyiciliğini konuşurken ve günümüzde de ekolojinin kurtuluşunu tarımda ararken, tarımın insan hayatını ve doğayı mahvettiği şeklindeki karşıt görüşlerin epey popülerleştirilerek geliştirilmesi bir tesadüf olmasa gerek. 
Doğayı ve toplumu bozan nedenin “homo sapiens” olduğu iddiası beş bin yıllık kurnazlığın son tezahürüdür. Çünkü esas sorgulanması gereken egemenlik sistemine dayalı ortaya çıkmış olan devlet ve iktidar aklıdır. Oysa Neandertal ve Sapiens insan türleriyle ilgili her geçen gün ortaya çıkan yeni veriler bile toplumsal doğadaki temel sapmanın bu iki tür arasındaki ilişkiden değil, devlet ve iktidardan kaynaklandığını kanıtlamaktadır. 
Doğada kendini farklı kılabilen tür olarak insanın ilk evrensel başarısı, simgesel-soyut düşünce gücünü geliştirmesidir ki bu sayede homo sapiens çıkışı gerçekleşebilmiştir, hem de ilk önce Toros-Zagros hattında! 
Analitik zekanın kendisi değil, kullanım tarzı sorgulanmalıdır.
Diğer türlerin tutunamaması da sadece sapiensin analitik aklına bağlanamaz; sapiens onları yok etti, soykırımdan geçirdi denilir ama coğrafya ve iklim koşullarına dayanamamış olmaları hiç akla getirilmek istenmez. 
Bu tezlerle insanın kendisi ve tarım toplumu suçlanır. Devlet-egemenlik-iktidar olgusu meşru kılınır.
Kültür savaşının bir yönü böylece tarih konusunda yaşanıyor. Kitaplar bu dikkatle okunmalıdır.
Bu tür saptırıcı çabalar bir yana bırakılırsa Kurdistan’a rahatlıkla insanlığın kültür yurdu denilebilir. 
Tarihsel, toplumsal ve bilimsel çalışmaların ve elbette sanatın açığa çıkarması ve dayanması gereken en büyük hakikat şudur; insanlığın kültür yurdunun tarihsel-toplumsal gerçekliğini açığa çıkarmak ve özgürlüğünü sağlamak ve bu temelde demokratik modernite çağıyla buluşturmaktır.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.