Paronoya ve çürüme

Bütün komşular düşman, demokrasi talep edenler düşman, barış isteyenler düşman, olumlu eleştiri yapanlar düşman, sağ düşman, sol düşman, düşman da düşman… Nasıl bir ruh halidir bu. Teklik adına başlatılan ve yıllardır süren savaş sırasında üretilen yalanların cümle kapıları bile değişmeden sürüyor.
Devletin diline pelesenk ettiği yalanları hiç değiştirmeden diline dolamış Tayyip; Kürt Özgürlük Hareketine yafta yapıştırarak, terör, terör çığlıkları atarak, kırmaktan, öldürmekten, ağır darbeler vurmaktan, imha etmekten söz ediyor ve askerden devraldığı bu sözleri siyasete uyarlayarak halkın inanmasını bekliyor. Bu ruh haline geçerlilik kazandırmak için, “Türklük-İslamlık” sentezini “asker, millet, bayrak” üçlemesi ile stratejik tespit yaptığını sanan masa başı uzmanları ile desteklettiriyor. Bütün bunlar “kutsal devlet” anlayışına esir olmak değilde nedir? “Kutsadığı militarist devlet”ten devraldığı, tüm kurumlarına yayarak devredilen, “devletin bekası” için halkı hiçe sayan “şiddeti” egemen kılan hastalık değil mi? Bilinmez mi? Bu hastalığa yakalanan tüm iktidarlar, hızla çürümüş, çürüdükçe tekleşmiş, renksizleşmiş, katılaşmış ve giderek “baskı ve zor” kullanmayı temel yöntem olarak benimsemişlerdir.
AKP’nin içinde bulunduğu ruh hali de budur, “yozlaşma ve çürüme” öylesine yayıldı, tıkandı ki, politik çözüm üretemedikçe milliyetçiliğin ipine sarıldılar. Kendi kurdukları ordu ile, sivil siyaset arasında çıkar helalliği alarak yola devam ediyorlar. Oysa siyasetin önünün açılması, Kürt sorunun biran önce çözülmesinde yatıyor. Çözülmüyor, nedeni; çözümsüzlük en çok askerin işine yarıyor da ondan. Siyaset üzerindeki egemenlik sadece savaş üzerinden oluyor. Ordu bunu biliyor ve öyle davranıyor. Ordu açısından bu davranışın başarılı olduğu da gerçek. İktidar da buna inanıyor, öyle olmasaydı ”şiddet ve imha” ile Kürt sorunun çözüleceğine inanılır mıydı? Öyle olmasaydı “ümmetçilik” taslayanlar “milliyetçiliğin” ipine böylesine sarılırlar mıydı?
Bugün gelinen noktada, gerillaya karşı uygulanmamış hiçbir askeri yöntem kalmadığı, deneyecek yeni bir şey olmadığı, yapılan her yöntemin “kimyasal” dahil, iflas ettiği, gerillanın dimdik ayakta olduğu bir noktada, ısrarla “şiddet ve imha”da ısrar edilir miydi? Kime ne faydası olabilir ki bu yöntemin, uçurumu derinleştirmekten, nefreti körüklemekten başka, savaşın değirmenine su taşımaktan başka.
Ortada bir gerçek var, o da gerillanın, alan savunması yaptığı, bölgede hakimiyet kurduğu. Bu gerçeği yalan yanlış demeçlerle, “İç düşman- dış düşman” paranoyaları ile durumu kotarmaya çalışarak, hayali zafer naraları atarak, savaşı derinleştirip kan akıtarak, sorumsuz, vicdansız, siyaset üretmek, kimin işine yaracak. AKP’ye hayır getirecek mi? Getirmeyecek, bu yöntem de ısrar onlar dahil ülkenin geleceğini talan edecek.
Gerek içerde, gerek dışarıda eline aldığı savaş baltası ile naralar atan başbakan, bütün güzellikleri yok etme peşinde. Ben, ben, ben… diyor, kendi söylüyor yalan yanlış söylemlerine kendisi inanıyor. İşkenceci polisi sahipleniyor “yedirtmem” diyor. Kendi gibi düşünmeyenlere cezayı hak görüyor. Böyle olunca, kendinden olmayan onlarca Kürt çocuklarının ölümü göze görünmüyor, yerlerde sürünen, gaz bombaları ile zarar gören, ayağı bacağı kırılan milletvekillerine yapılanlar görülmüyor, bunlar devlet terörü sayılmıyor, hatta AKP zihniyetini en iyi temsil eden “Şahin” bakanının milletvekillerini “zavallı” görmesi, Roboskî’de öldürülenlerin, ölmeselerdi “kaçakçı” olacaklardı nitelendirilmesi hoş görülüyor. Mesele Kürt olmak emekçi olmaktır çünkü. Devletin ihmali sonucu kaybedilen onca emekçinin neden kaybedilmediğini sözde anlamaya gittiği zaman “hadi bir takla at da görelim” demesi, davul zurna çaldırması ondandır. Toplumsal muhalefeti örgütleyenlere, barışı savunanlara, kendi gibi inanmayanlara, hayali zaferlerle, kahramanlık öyküleriyle tabutları kaldıranlara, “ulu, yüce” tanımlamaları ile ölümü kutsayanlar, Kürt gerilların kulağını kesen, gözünü oyanlara övgüler yağdırması ondandır. Şehit diye kutsadığı Alevi yurttaşını kendi inancına göre tören düzenlenmesine izin vermeyen, cemevini küçümseyip, cümbüş evi, ucube tanımlanması yapması bundandır.
Başbakan Hüseyin Aygün’ün kaçırılmasını bekliyormuş, “Böyle durumlar olacağını bekliyorduk” diyor. Hemen hergün nefret söylemleri kullanarak, Alevilere, Kürtlere ve ülkede egemenlerin ötekileştirdiği inançlara, etnik kimliklere hakaret eden Başbakan neden toplumsal barışı beklemiyor da bir milletvekilinin kaçırılmasını bekliyor anlaşılıyor.
Bu iktidar paronayalarıyla düşmanlıkları büyütüyor, halkı bu düşmanlıklarla beslemeye çalışıyor. Bu tehlikeli bir hastalıktır bu anlayış çürümenin, yozlaşmanın göstergesidir.
