Pelşin TOLHILDAN: Çocukluk dalım: Berican

2012 sonbaharı… Seninle tanışmamızın üzerinden 19 yıl, ayrılışımızın üzerinden 17 yıl geçmiş… Elim sana dair kaleme varmamış bunca yıldır. Yokluğunu kabullensem, çocukluğumu kaybedeceğim. Öyle ya sen hepimizin çocukluğuydun. Çocukluğun arsız, sınırsız, özgür, cesur ve şen şakrak kahkahasıydın. Elinde kürekle ilk kadın birliğimizin karşısına geçip Zazaca rep yaparken sen kuralsızlığı da yaramazlığı da yüreğimize şirin kılandın. Hepimiz için doğaçlama yapardın ama gidip gelip illa bana takılırdın…
Şimdi ben kaleme el atmaya, senden bahsetmeye nasıl cesaret ettim? Ya çocukluk ruhum uçup giderse, muhteşem bir bahar gününde seni Xozmerik’te kaybedişimle buluşursa ve ben bu acımasız dünyada en sağlam çocukluk dalımı yitirirsem, senin kahkahaların kulağımdan silinirse… Biz sözlü geleneğin torunlarıyız. Söze inanırız, sözün büyüsüne ve verilen sözün onur olduğuna… Ben seni sesli sessiz bin bir çeşit sesimde, çığlığımda konuştum, dillendirdim. Yazı dediğin ne ki? İnsanlığın birkaç bin yıllık bir buluşu, sözün macerası yanında, sesin gelişim yolculuğu yanında nedir ki? Donuk simgeler… Ben içimin sesinin ruhunu katmasam şimdi bu harfler, bu kelimeler, cümleler yani zavallı yazı nedir ki? Ne anlatabilir ki? İşte Bericanım, canımın içindeki çocukluğum! İki gün boyunca şiir olup aktın yüreğime. Mevsim sonbahar, yıl 2012 ve senin çocukluk ruhun onca uzun yıldan sonra gelip kucakladı ruhumu…
Tüm bu özelliklerini ve yazıya dökülmesi çok zor olan bambaşka zengin özelliklerini anlatmak öyle zordu ki; ben seni derin bir suskunluğa sakladım. Ruhumun her baharda kanamaması için seni ve Nujiyan’ı en güzel sesinizden her baharda sizden dinledim. Bana hep kendinizi hatırlatan o duru güzelliğinizden kopmadım. Ama o sonbaharı seçtin sen bana gelmek için… Bir düş aleminde gibiydim o şiir bitinceye kadar, iki gün… Sen etrafımdaydın, varsın birileri bunu metafizik olarak mahkum etsin, varsın birileri buna başka adlar versin. Senin o dalgacı dilinle ben onları savuştururum. Kaldı ki gerçeğin, çırılçıplak gerçeğin içinden beni iki gün boyunca düş alemine götüren sendin. Hem de ustaca, yaptığın Zazaca rep kadar ustaca. Anadilimi senden dinlediğim zamanki kadar muhteşem bir şanstı bu, tıpkı Dersim’in rüya güzelliği gibi. Aldın götürdün beni Zagros eteklerinden, Dersim zirvelerine… İki gün boyunca bana geldiğinde o şiir de kalemime döküldü durdu. Bugüne kadar düzenlemedim, el sürmeye cesaret edemedim. Ama, bu baharda Xozmerik düşüyor aklıma, sizi vuran tankın canavarlığı, o güzelim gözlerin, ceylan gibi narin bedenin ve ille de arsız, duraksız ve sınırsız neşen, çocukluğundan asla vazgeçmeyen 19 yaşın… Ben bu baharda Xozmerik’te olamam ama Xozmerik bana geldi ve seni yazmam gerekiyor artık, asıl ahdettiğimizin sözlü gelenek olduğunu unutmadan.
Seni anlatmalıyım...
Seni Mezopotamya’nın bütün güzel çocuklarına anlatmam lazım. Anadillerini senin gibi aşkla sevsinler diye… Seni tüm kız kardeşlere, erkek kardeşlere, abilere anlatmam lazım, senin gibi ilkeli bir kardeş olabilsinler diye… Anılarını bile hayal meyal hatırladığın ama intikamını yüreğine işlediğin abin Celal Çetinkaya’nın ömrünü kaldığı yerden ömür olup sürdürmek istedin, asi memleketinin dağlarında… Akvanos Vadisi'ne adını veren abinin cesareti vardı o gencecik yüreğinde. Ben dağlara geleli on gün olmuştu ki bir akşamüzeri çıkıp geliverdin, 17 yaşının tüm asiliği ile. Hırçındın, asiydin, inatçı mı inatçıydın… Başına buyruk bir bağımsız ruhtun! Örgüte gelmiştin ama senin de geride bir çocuk örgütün vardı köyünde, hemen öyle her şeye ‘‘He’’ diyemezdin. Hatta şimdiden köyündeki çeteni özlemiştin. Sonraki günlerde, yüreklerimizin iki oyun arkadaşı gibi birbirini tanıyıp dost olacağı günlerde nasıl da neşeyle anlatacaktın köyünün çocuk çetesini ve ele başı kendini… Ama şimdilik aksilikten vazgeçmeye niyetin yoktu, hele herkese güvenmeye hiç niyetli değildin.
Ah Bericanım bunca aksi ve asiyken, gururlu ve mağrurken bir küçücük taş parçası seni dağların aşkına mütevazi olmaya davet eder gibi közlerin etrafına koyduğumuz iri bir taştan ısının etkisi ile kopup geldi. 17 yaşının taptaze tenine değdi. Dudağını yaraladı. Canın çok yanıyordu, belliydi, sıcak ve etrafı keskin bir taş parçasıydı, elbette acıtırdı. Üstelik dudağını hem kesmiş hem de yakmıştı. Bu durum seni mütevazi ve uysal yapacağına iyice hırçınlaştırıp aksileştirmişti. Sana nasıl yakınlaşacağımı şaşırdım. Sonuçta dağlarda ikimiz de yeniydik. Ben senden on gün kıdemliydim, yaş olarak da büyüktüm. Ama sonuçta burası senin memleketindi, köyün birkaç saat arkasındaki dağlardaydık. Ve üstelik sen de yeni olmanın savunma reflekslerine bürünmüştün ama o kadar gururluydun ki! Tanrım sanki 17 yaşında bir köylü genç kız değil de sarayda bir prensestin! Öyle dokundurtmuyordun kendine! Ruhun çok cesurdu senin! Dudağının acısını da büyük bir metanetle taşıdın. Sana yakınlaşmamız için bir fırsata dönüşmesine de pek izin vermedin. Biraz gıcık kapmıştım sana ilk anlarda ama o kadar güzel, masum ve sevimliydin ki! Kanım çok ısındı sana. Üstelik benden küçük olduğun için de bir şefkat ve koruma duygusu sardı yüreğimi. Çok sürmedi senin de benim bu sevgim karşısındaki direnişin, mağrurluğun ve gururun. Sen de yürekten ısındın bana.
Karsinik’teydik uzun bir süre. Sonra ben, sen ve Heval Evindar kaldık birlikte, karargah gücünde yer alan kadınlardık, üç kişi. Senin memleketindi, dağlarda bir ceylandın sen, yeri geldiğinde bir kaplan, istendiğinde bir dağ keçisi, gerekirse göğünde süzülen bir şahin! Çok canlıydın, yerinde durmayan bir gençtin. O süreçlerde anlattın bana köyünü, şehit düşen abini, anneni, Sakine ablanı ve kavgalarınızı, köyün çocuklarını nasıl örgütleyip harekete geçirip köylülere illallah ettirdiğini, inatçılığını, bir sivori gibi nasıl ağaçlara tırmandığını ve 17 yaşına sığdırdığın daha pek çok sıcak maceranı… Çok gençtin ama çelikten bir kararlılıkla katılıyordun her anına yaşamın. Ah bir de kitap okumayı sevdirebilseydim sana! Bir gün sıcaktan korunmak için mi yalnız kalabilmek için mi hatırlamıyorum bir mevziye girmiştik. L tipi üstü yarı açık bir mevziydi bu. Ben sana biraz kitap okudum, senin sıkıldığın her halinden belliydi. Biraz dayandın hatırım için, sonra:
‘‘Gel ben sana Zazaca rep yapayım, hı daha iyi olmaz mı?" deyip kitaptan hiç zevk almadığını gösterdin. O kadar içten ve doğaldı ki sıkılman, kıyamadım sana… “Tamam” dedim, anlaştık. Sonra başladın sen Zazaca rep yapmaya. Dinlediğim ilk Zazaca repti. Soluğumu tutarak dinledim. Ne kadar mükemmel bir Zazaca ile söylüyordun! Tek kelime ne Türkçe ne de Kurmanci vardı içinde. Saf Zazaca idi. Ve ne muhteşem bir tempon, neşen, sesin ve ahengin vardı. Üstelik doğaçlaman süperdi. Ağzım açık dinledim seni. Sonra Koma Berxwedan’dan bir parça söyledik seninle ve ‘‘O bizim parçamız olsun’’ dedik. O çok güzel ela gözlerin ışıl ışıl parlıyordu böyle anlarda. Öyle kendine has bir tarzın vardı ki, insanın yüreği akıyordu sana. Şehit Suna Çiçek Dersim’e geldiğinde seni görür görmez, “Aman Allah’ım! Berican tam orijinal bir Dersimli. Hiç bozulmamış” demişti. O da sana hayran kalmıştı.
17 yıllık acımı sökmeye geldin
Toprağının bağrında 1996 baharında açılacak bir çiçek olarak olgunlaşıyordun. Bahara kadar sabretmeyi nasıl başaracaktın? Ve en acısı ben bir sonbaharda karşıdan şehit düştüğün sırtla bakışarak vedalaşıp, bir daha dönemeyeceğimi bilemeden yola çıkacaktım.
Yüreğim bu yolculuğu hep üç kişilik yaşadı emin ol! Sen, ben ve Nujiyan! 3 aylık yolu üç kişilik yürüdüm, Şam’a doğru yola çıkmak için otobüse bindiğimde Qamişlo’da ikinizle konuştum: “Az kaldı güzel yoldaşlarım, sabredelim!” Mahsum Korkmaz Akademisi'ne vardığımızda ben üçümüzün gözüyle, özlemi ve sevgisiyle sarıldım Rêber Apo’ya. Ve orada kaldığım aylar boyunca sizi ve daha pek çok şehit yoldaşımı yüreğimde yaşattım. 1997 baharında ülkeye yeniden dönerken, hedefim en geç 2 yıl içinde sizlerin çiçek olup açtığınız Dersim dağlarına ulaşmaktı. Ama bu hayal olarak kaldı, bugüne kadar… Her baharda ne zaman bir sarı kelebek görsem ‘‘Ah Nujiyan beni ziyarete gelmiş’’ dedim. Hala da ne zaman sarı bir kelebek görsem onun Nujiyan olduğuna inanırım, yüreğim onun peşinden uçup kanatlanır. Konduğu her çiçeğe onunla konar, mutluluktan sarhoş olurum. Neden sarı? Neden kelebek? Bilmiyorum. Ama yüreğim seçiyor bu imgeleri, ben uyuyorum. Sana gelince, 2012 sonbaharına kadar sen bana hiçbir şekilde görünmedin. Yüreğimde dondurduğum, işlemeyi bilmediğim, atamadığım bir acıydın, bunu biliyordum. ‘‘Öylece donup kaldığı gibi yüreğimde var olsun’’ diyordum kendime. Ama 2012 sonbaharında sen bir enerji yoğunluğu olup beni 2 gün boyunca kuşattın. Sarıp sarmaladın, bırakmadın, bir düşler alemine, aslında tarihi yaşadığım bir farklı frekansa çektin beni. Acayip bir duyguydu. Gözlerim açık da olsa, gerçeğin göbeğinde de olsam düşteydim, enerjinle doluydum. Sendeydim ve sen de bende. Tam 17 yıl sonra, yüreğimde kasılıp kalan, donan acıyı sökmeye gelmiştin. Benim içimdeki seni şiir kılıp akıttın kalemime. ‘‘Artık yaz beni’’ dedin. “Artık dile getir, bu dostluğun Dersim dağlarında atılan mayasını”, ‘‘Artık paylaş beni’’ dedin. Ve ben de yazdım.
Çocukluk dalım, ana dilim, ana adaşım, gül tenli zarif dostum! Özlemim, içimin akan ırmağı, Zazaca rep yapan sanatçı ruhlu asi çiçeğim! Sen her bahar bir parça Xozmerik’te açtın, bir parça benim yüreğimde ve sayamayacağım kadar çok parça sevenlerinin yüreğinde. Yaşadığımız yıllarda seni tanıyan herkesin gönlünde kendin gibi orijinal bir taht kurdun. Gözümüzü kapayacağımız ana kadar senin güzelliklerin, yaramazlıkların ve özgür ruhun, arsız neşen hep canlanacak bizde. Öyle çok anın kaldı ki hepimizde…
Zazaca konuşurduk, nasıl dalga geçerdin benimle. ‘‘Ya sen Zazaca konuştuğunda kendimi çok tuzlu bir çorba içmiş gibi hissediyorum. Tüm konuşmayı ‘ş’ye, ‘ç’ ye boğuyorsun.’’
Ben de altta kalmazdım. ‘‘Valla ben de seni dinlediğimde çok tuzsuz-tatsız bir çorba içmiş gibi oluyorum. Nedir öyle ‘s’ lerden geçilmiyor, bir de o ‘ç’ mi ‘c’ mi ‘s’ mi olduğuna bir türlü karar veremediğim harfiniz de ne öyle?’’
Nasıl da gülerdik söylediklerimize. İçten kahkahalarla…
Berican yöntemiyle diş temizliği!
Birgün Orta Sırt noktasındaydık. Diş macunu ve fırçamız yok. Ben ve Şehit Hevî Sason için bu ciddi bir problem olmaya başlamıştı. Yazdı, cevizlerin üstünde henüz yeşil kabukları vardı. Sen de ceviz ağaçlarına bakarak, ‘‘Dert ettiğiniz şeye bakın, bu yeşil ceviz kabuklarını diş etlerinize ve dişlerinize sürün, dişleriniz tertemiz olur’’ dedin. Yerli olan sendin, bir de 17 yaşının çok üstündeki becerilerin karşısında biz "şehirliler" çömez kalıyorduk senin yanında. Tabii benle Hevî çeşmeye suya giderken deredeki cevizlere saldırdık hemen. Kabuklarını sıyırdık cevizlerden ve başladık dişlerimize sürmeye. Aynamız var mıydı hatırlamıyorum ama olmayacak ki dudaklarımızın ruj sürülmüş gibi kahverengi-kırmızı karışımı bir renge boyandığını fark edemedik! Tam o sırada Şehit Tufan arkadaş da suya gelmez mi! Biz alelacele cevizleri atıp, dudağımızı silmeye çalışsak da ne yaptığımızı gördü. Ve o eşsiz güzellikteki gülüşü ile:
‘‘Hele bak, ya siz ne yapıyorsunuz?’’ dedi. Komutanımızdı Heval Tufan ve çok tecrübeli bir gerillaydı. O da Botanlıydı, birçok konuda doğayı bizden iyi tanıyordu. Bir yandan gülüyor, bir yandan da soru sorarcasına kafasını iki yana sallıyordu. Biz de itiraf ettik:
‘‘Ya dişlerimiz çok sararmış ve kirlenmiş. Berican da bize dedi ki ceviz kabuğu çok temizliyor…’’
Artık kim tutar Heval Tufan’ın kahkahalarını? Gülmekten bayılacak neredeyse. Biz iki kadın gerilla tuhaf tuhaf ona bakarken o günün sözünü patlattı:
‘‘Ha ha ha valla bravo Berican’a! Bir gundi gencecik kız siz iki üniversite öğrencisini kafaya almış, bir de inandırmış. Hele aynada dudaklarınıza bir baksanıza!’’
Çok bozulmuştuk, sana fazla yansıtmak istemesek de Heval Tufan sana da takılmıştı:
‘‘Bravo valla, bu küçük burjuvaları iyi işletmişsin!’’
Berican her zamanki aksi ve inatçı ama bir o kadar sevimli ve çekici üslubu ile gayet kendinden emin Heval Tufan’a:
‘‘Bilmiyorsan ben ne yapayım, ceviz dişleri pırıl pırıl yapar, istersen sen de dene!’’
Heval Tufan yine kahkahalar atarak uzaklaştı.
İnatçı ve korkusuzdun
Senin hepimizin hafızasına kazınan en belirgin anılarından biri de protesto ettiğinde, bir şeye gerçekten çok kızdığında bir dağ keçisi çevikliği ile bulunduğumuz yerin en yüksek zirvelerine kaçıp gizlenmendi. Saatlerce, bazen bütün birgün kimse seni oradan aşağı indiremezdi. Seslenmemiz, yalvarmamız, özür dilememiz ve seni aşağıya davet etmelerimiz boşunaydı. Beni de takmazdın öyle anlarda! Öfken dinene kadar ve proteston sonlanana kadar kimse seni oradan indiremezdi. Korkmazdın o zirvelerde yalnız kalmaktan, aç susuz kalmaktan. O dağ zirvelerinin çocuğuydun, oralara sığınırdın bir ana kucağı gibi. Ya da köydeyken yaptığın gibi bir sivori çevikliği ile tırmanıp saklandığın ağaçların yerine koyardın onları. Ama kendi eyleminden asla taviz vermezdin. Sonlandırdığında da sen izin verirsen biz konuşabilirdik seninle. Bazen de içtima saatine yakın inerdin, mikrofon gibi kullandığın küreği alır, içtimanın karşısına geçip Zazaca reple protestonun amacını ve hedefini açıklardın. Bazen kızdığın bireyi, bazen kızdığın olayı öyküleştirip Zazaca reple anlatırdın. Zazaca bilmeyenler sözlerini anlamasa da hareketlerinle, mimiklerinle coşardı. Sen yine gönlümüze akardın, biz yine sana akardık, sen çocukluğumuzdun hepimizin. Bu yüzden kızsak da her zaman öz çocuğumuz gibi, anamız gibi severdik seni, basardık bağrımıza.
Kimseden korkmazdın. Dr. Baran senin babandan daha büyüktü belki, sana kendisince yaşadığın köy ve aile özlemini unutturmak isterdi, köylünüz olarak rahat davranırdı sana. Ama, sen genç yaşına rağmen aile gerçeğine bağımlı biri değildin, o bilemezdi.
Ona karşı en cesur ve korkusuz davranan, konuşan, eleştirilerini yapan ender insanlardan biri de sendin. Yaşamda çıkan krizler ve sorunlar karşısında hiç kimsenin ummadığı kadar farklı yönlerini hesaplardın. Sadece zeki değil çok akıllıydın. Merhametli ve sevgi dolu bir yüreğin vardı ama seni incitenlerden hesap sormak da senin tarzındı, asla affetmezdin. Bir Ağustos günüydü, yine Orta Sırt'taydık. Tepeciydik, senin omuzunda BKC vardı, yamaçlardan aşağıya bıraktık kendimizi patikaya ihtiyaç duymadan. Ve bu cesaretimizi doğa karşımıza o güne kadar asla görmediğimiz büyüklükte ve lezzette kocaman böğürtlenleri çıkararak ödüllendirdi. Ne kadar sevindik, neşemiz büyüdü ve ağzımda hala o kocaman böğürtlenlerin tadı var, bir daha öyle güzellerine hiç rastlamadım ve yürekten inandım ki o doğanın sana armağanlarıydı, sen bizimle paylaştın.
Yıllar geçti bu sorudan kurtulmadı yüreğim! En güzellerimiz neden önden gittiler?
Dersim’in asi coğrafyasına küstüm aylarca; seni nasıl koruyamazdı? Bu nadide, orijinal Dersim ruhunu nasıl bir tanka karşı savunamazdı? İçimi acıtan sorular çoktu, cevaplarını duymadım, kulağım 19 yıldır gözlerinin ve kahkahanın ışıltılı sesinde takılı kaldı. Bu ses yaşadıkça sen bendeydin ve yüreğim sensiz atamazdı artık! Bericanım, canımdaki çocukluk dalım, öyle dolu dolu yaşadın ki o kısacık ömründe, asırlar geçse ölüm değmez yüreğine…
* Elif Çetinkaya (Berican) 1995 yılında Dersim'de yaşamını yitirdi.
