RIHA DÊRSİM: Bir mültecinin yol hikayesi

Arnavutluk'a ulaştım; yanımda iki esmer çocuk, keskin yüz hatları ve kırık Türkçe'leri ile durmadan soru soruyorlar. Ve hayaller kuruluyor zengin olma uğruna düştükleri bu yolda. "Niye buradayım" sorusu tekrar geliyor aklıma ve sonra başlıyorum kendime kızmaya.
"Organizatör" aradı ve adres verdi; atladık bir taksiye. Yarım yamalak İngilizcem ile adresi uzattım, derdimi anlattım. Bizi küçük bir otelin barına bıraktı. 6-7 saat orada bekledikten sonra şehirler arası bir otobüsle Kukes adında bir kasabaya gittik. Bir gece kaldık orada. Sabah Kosova'da bir kasabaya geçtik. Sonrasında yine bir adres verildi, tekrar taksiye bindik ve Pejê adında bir kasabaya gittik. Oradan Rozaje diye bir kasabaya. Bu arada hangi ülkede, hangi şehirde oluğumuzu iyice yitirdim. Sınır kapısında durduk. İrice bir polis geldi, arabanın içine baktı baktı sonra bir şeyler söyledi taksiciye. Taksici pasaportlarımızı aldı ve arabada kalmamızı söyledi. Sonra oradan bir ses, "Buraya gel" dedi, şaşırarak gittim. Burası Karadağ imiş. Polis sorular sordu: "Nereye gidiyorsun" , "Ne yapacaksın", "Ne kadar paran var" ve daha birçok soru. Bendeki cevaplar hayli ilginçti: "Belgrad'a gidiyorum, param çok, kumar oynamaya, eğlenmeye gidiyorum" dedim. Hiç sesini çıkarmadı. Ben taksiye geçerken, taksici arkamdan gelip kişi başı 250 Euro vermemiz gerektiğini söyledi. Çıkarıp verince, hemen geçişimize izin verdiler. Oradan Rozaje'ye, sonra Belgrad, Subotica ve sonunda Palic adlı göl kenarında turistik bir kasabaya geldik. Otele yerleştik. Adamın söylediğine göre iki gün sonra yola çıkacağız.
Aklıma evdeki son gecem ve sabah ayrılışım geliyor. Evin etrafı polis dolu. Polis telsizlerinin sesi. Bu tür durumlardan uzak olan abimin ve yengemin gözlerindeki korku, babamın yüzündeki cesaret verici gülümseme, annemin tedirgin bir şekilde sağa sola gidişi. Yola çıkacağım zaman babamı ilk defa gözleri dolmuş, konuşurken sesi titriyor olarak görüyorum. Hiçbir şey hissetmiyorum. Çünkü anlamıyorum hala.
Bizi götürecek kişinin telefonuyla yine göç hikayeme döndüm. Adam iki saat sonra yola çıkılacağını söyledi, ardından bizi götürecek aracı geldi, "Sadece iki kişiyi götürebilirim" dedi. Yani ben beklemek zorundayım, çünkü o iki genç kuzen de aynı yere gidiyorlardı. Onlar çıktı yola, ben kaldım.
Bu kez bir hafta boyunca ormandan yürüyerek Avrupa'ya gidiş yolculuğumuza devam ettik. Sürekli polisten kaçıyorduk. Ne ile karşılaşacağımdan habersiz, "Bu sefer geçiriyoruz seni" sözü ile Belgrad'a gittim. Bir badireyi daha aşınca, sanki Sırbistan'da yıllardan beri yaşıyormuşum gibi rahattım. Beni götürecek kişi ile buluştuk. O da gidiyormuş. Minibüsü "sote" bir yere çekti. Aşağıya indik, arabayı kriko ile kaldırdı ve bizi altındaki bölmeye yerleştirdi. Sonra bölmeyi kapattı ve arabayı tekrar indirdi. Yerden 70-80 santimetre yükseklikte bir bölmenin içinde "özgürlüğe" gidiyoruz.
Sırp kapısına geldiğimizde heyecanlandım. Ama orayı sorunsuz geçtik. Sonrasında Hırvat kapısı vardı. Artık konuşmuyorduk, zaten zar zor nefes aldığımız bu bölmede bunun imkanı da yoktu. Hırvat kapısında bekleyişimiz çok uzun geldi, dakikaları saydık. Neyse ki sonunda araba hareket etti ama birden tekrar yavaşladı ve yönünün değiştiğini hissettim. Etraftan sürekli sesler geliyor. Yanımdaki amcaya elimle sinyal veriyorum, "yakalandık" diye. "Evet" dercesine bana vuruyor. Arabanın üstünden sürekli birileri gidip geliyor. Tam ayak ucumdaki delikten içeriye bir parmak girdi, ayağıma dürterek bir şeyler söyledi. Tam o sırada arabanın kroki ile kalktığını hissettim; adam seslendi, "Çıkın yakalandık." Üzerimde ince bir gömlek, altımda eşofman, çıktık dışarı. Direk sınır kapısında bulunan karakola aldılar bizi. Bir odada çırılçıplak soyup her tarafımızı kontrol ettiler. "Hunger" filminde bir sahne vardı; mahkumlar aynanın üstüne çömelir vaziyette öksürtülürler. Aynısını yaptılar, sadece ayna yoktu. Elimde kelepçeler, ite kalka genişçe bir odaya aldılar. Aradan 2 saat geçti, hala hiç kimse yok. "Amca ne yapıyor acaba? O da benim gibi geldiğine pişman olmuş mudur" düşüncesiyle gelişimi sorgularken içeriye iki polis girdi. İngilizce konuşmaya başladılar; "Şimdi bize nasıl, ne kadar paraya, kimlerle irtibat kurarak geldiğini anlatacaksın" dedi. Ben hemen "No inglış" dedim. Tuhaf bir şekilde, slogan atmak istiyordum. Türk polisi dışında başka bir polisle bu konuda muhatap olmadığım için slogan atsam işe yarar mı? Anlarlar mı beni? İşkence yaparlar mı? Buna benzer nice sorular geçmeye başladı aklımdan.
Polisin soruları sürdükçe, İngilizce bilmediğimi yineledim. Israr etti, ben de ısrar ettim. Polis ısrarını sağdan sert bir darbeyle sürdürdü ve kendimi sandalye ile birlikte yerde buldum. Sesimi çıkarmadım. İlk gün orada tutulmamızın ardından üç gün hücrede tutularak mahkemeye çıkardılar. Kefalet ödememizle birlikte Sırp polisine teslim edildik. Bu kez de Sırp polisi bizi 5 gün içeriye atıp yüksek miktarda kefalet ile serbest bıraktı. Şoför orada tutuklu kaldı. Biz ise tekrar aynı otele yol aldık. Gün geçtikçe bu yolculuğun daha epey süreceğini daha iyi anlıyordum. Yaz aylarında çıkmıştım yola, kış geliyordu ve daha ne kadar süreceğini, ne sürprizler çıkacağını kestiremiyordum.
Birkaç gün içinde bizi götürecek kişinin aramasıyla yol serüvenimize takıldığımız yerden devam ettik. Yedi kişilik grupla, iki arabayla yol aldık. 10 dakika geçmeden araba durdu ve "Go! go! go!" sesleriyle önümüzdeki mısır tarlasına yöneltildik. Koşmamız söylendi. Can havliyle mısır tarlasının ortasına ilerledik, ulaştığımızda yalnız olmadığımızı gördük; bizimle aynı kaderi paylaşan en az 60 kişinin kaygılı bakışlarıyla karşılaştık. Çoğu Afgan mültecilerdi ve 1 aydır ormanda saklındıklarını öğrendik. Bu kez başka bir araçla yola devam ettik. Üstü açık bir TIR geldi. Kar maskeli kişilerce, yaklaşık 70 kişi TIR'a bindirildik. 1 saat yol gittikten sonra indirildik ve önümüzdeki rehberi takip ederek ilerlemeye başladık.
Yanımızda 16-17 yaşında Antepli 3 kuzen var. Onlara üzülüyorum en çok; bu yaşta onları bu yollara sürükleyen sebepleri düşünüyorum. Tekrar bir "go! go! go!" sesi ile irkilip hızlanıyoruz. Ormanın içerisinde eski, yıkık dökük, her tarafı açık sadece üzeri kapalı olan eski bir çiftlik görüyoruz. Burada beklememizi ve sabah gelip bizi götüreceklerini söylüyorlar. 1 gün, 2 gün, 3 gün, 4 gün, 5 gün... Bir türlü gelmiyorlar. Soğuktan birbirimize sarılıp yatıyoruz. Yiyecek hiçbir şey ve sigara yok. Artık çaresizlikten yola çıkıp yardım istemeyi tartışıyoruz. Tartışma sürerken kar maskeli iki kişi ekmek ve konserve koydukları torbalarla yanımıza geliyor. Yiyeceklere öyle bir saldırı oldu ki, o görüntü karşısında açlığı unuttum.
8. günün sonunda tekrar otele götürüldük ve başka bir yolculuk için beklemeye başladık. Bir telefon geldi, başka bir otele geçerek orada beklemem söylendi. Gittiğim otelde daha önce yolda karşılaştığım aracılardan Türkiyeli olan beni karşıladı. İlk sorduğu soru, "Sen hala burada mısın" oldu. O da haklı, yolculuğumuz neredeyse üçüncü mevsimine girecek. Ertesi gün yola çıkacağımızı öğreniyorum ama üzerimde halen yazın yola çıktığım elbiseler var ve mont alacak param da yok artık. Neyse ki grubumuzdaki Dêrsimli arkadaş, gidip iki tane mont aldı.
Otelin önüne iki araç geldi ve hepimiz hızlıca bindik. Otobanda, sınır kapısına yakın bir yerde indik. Rehberin ileride beklediğinin söylenmesiyle aramızdaki kadın ve çocuklarla yine bir tarlanın ortasına koşmaya başladık. Ne var ki bu o kadar da kolay olmadı. Koşmamızla birlikte iki polis arabası hemen yanımızda durarak ve el feneri ile peşimize düştü. Yarım saat aralıksız koştuk. Tehlikeyi atlattığımızı düşünerek bir ağacın altında durduk ve ne yapacağımızı konuşmaya başladık. Gruptakilerin yaşadığı korku ve kaygı herkesin yüzüne yansıyordu. Ve herkesin aklında "Şimdi ne olacak" sorusu. Henüz bu sorulara yanıt bulmamışken bulunduğumuz alanın karşısında bir far parladı, hızla koşmaya başladık. Nereye koştuğumuzu bilmeden kendimizi bir mısır tarlasının içinde bulduk. Fakat gittiğimiz yönden de seslerin geldiğini fark ettik. Önden gidenler polise ilk yakalananlar oldu. Etrafımız polis arabaları ve köpeklerle sarıldı. Aynı akıbetin bizi bulması an meselesi. Yakalanma dışında hiçbir şansımızın olmadığını bilsek de son bir umutla sessizce saklanmaya çalışıyoruz. 50 kişi aynı refleksler ve aynı kaygılarla kıpırdamadan duruyor. Tarlada arama yapmayarak bizi şaşırtıyorlar. Ama her an arama yapacakları beklentisindeyiz. Bu biçimde bir saat süren bekleyişten sonra araba seslerini duyduk. Gitmiş olduklarına, tehlikeyi atlatmış olduğumuza inanamıyoruz. Yanıltma da olabilirdi, tedbiren bir kişinin çıkıp bakması gerekiyordu. Bakan kişinin yakalanma ihtimali de oldukça yüksek. Dêrsimli arkadaşla bakışarak bu görevi sessizce üstlendik. Ve anı ilk gören de biz olduk; gitmişlerdi!
Polisten kurtulsak da nerede olduğumuzu, ne yapacağımızı, nereye gideceğimizi bilmiyoruz. Bu belirsizlik yine bizi tarlada kilitliyor. Bizi getiren aracıları aradık, rehberi bulmamızı söyledi. Arazide saklanan rehberi bulmamız da bir saati buldu.
Ardından sonunu yine hiç kestiremediğimiz bir yolculuğa yol aldık. 6 saat süren bir yürüyüş ile Macaristan sınırını geçtik. Ne yazık ki geçtiğimize sevinemedik, sınırın diğer yanında bizi yine polisler karşılıyordu ve toplu bir şekilde yakalandık. Bu kez gruptaki Dêrsimli arkadaşla birlikte Ukrayna sınırında bir hapishaneye götürüldük. Tutukluluğumuz 1 haftaya yakın sürdü. Ve günlerce süren yolculukla geçtiğimiz onca sınır ardından Sırbistan'a gönderildik.
Sırbistan'da yolculuğumuza sil baştan yeniden başladık. Bizi nelerin beklediğini bilmeden bir kez daha yola koyulduk. Tekrar izlenen bir film gibi sınır boyunca birçok tehlikeyle yeniden karşılaşsak da nihayetinde bu kez sınırı geçtik ve başardık!
Sınır yolculuğunun birçok zorlukları olsa da en iyi hatırladığım an, Avusturya'da bir akrabamın evinde küvetin içinde vücudumu kazıyarak balık kokusunu geçirmeye çalıştığım ve her siren sesinde saklandığım. Uzun süre polisi her gördüğümde beni alıp götürecekmiş gibi hissettim. Aradan geçen 3 yıla rağmen hala yolda bir mülteciyim...
