Roboskî’de ağıt Gezi’de çınar

Haberleri —

Tuncel Kurtiz beş yıl önce aramızdan ayrıldı. Onu, son yıllarında yaşadığı ve çok sevdiği Kaz Dağları’nın doruklarında sonsuzluğa uğurlamak için İstanbul’dan yola koyulduk. Eylül’ün tüm kızıllığı Kaz Dağları’nı büyülemişti. Kurtiz için ayrılık saati, sinema sahnesi gibi hazırdı. Rüzgar sesi, sararan yapraklarla ağıt yakıyordu.

 

Ruhi KARADAĞ

Tarih bir kez daha not düşüyordu. Gazetelerden dergilere, televizyonlardan radyolara, sosyal medyadan digital ortama: “Oyuncu Tuncel Kurtiz evinde öldü”.  Tüm medyada sekiz sütuna manşet, “Kurtiz 77 yaşında hayatını kaybetti.” O, 77 yıllık koca çınardan geriye sadece onların yazdıkları/gördükleri yok(tu). Onlar kendi yalanlarına inanırlar. Kendi yalanlarından bir dünya kurar. Herşeyi yok sayarlar.

Kurtiz sadece bir ‘oyuncu’ değildi. Ya da bir ‘rol adamı’ ya da ‘Ramiz Dayı’ hiç değil.

Kurtiz bir kavga adamı

Kurtiz bir devrim adamı

Kurtiz bir dava adamı

Kurtiz bir sürgün adamı

Kurtiz bir aşk adamı

Kurtiz bir komünist

Kurtiz bir sosyalist

Kurtiz Roboskî’de bir ağıt,

Gezi Parkı’nda bir çınardır.

 

O bir fenomen

Tuncel Kurtiz, beş yıl önce 27 Eylül’de İstanbul’da aramızda ayrıldı. Onu, son yıllarında yaşadığı ve çok sevdiği Anadolu’nun nadide doğal güzelliklerinden biri olan Kaz Dağları’nın doruklarında sonsuzluğa uğurlamak için İstanbul’dan yola koyulduk. Eylül’ün tüm kızıllığı Kaz Dağları’nı büyülemişti. Kurtiz için ayrılık saati, sinema sahnesi gibi hazırdı.

Rüzgar sesi, sararan yapraklarla ağıt yakıyordu. Toprağa kök salmış çam ağaçlarının, meşe ağaçlarının ve endemik bitkilerin rüzgar sesi, orkestra melodisi gibi yakılan ağıtlara eşlik ediyordu. Kaz Dağı, karşısına aldığı Edremit Körfezi’ne açık hava konseri veriyordu. Şef elbette Tuncel Kurtiz’di. Siyah elbisesi yerine kar beyaz giyinmiş ve elindeki çubukla herkesi uyarıyor; “İnsan olun, insan!.. Yeterince bu dünyayı bok ettiniz”.

Tuncel Kurtiz küfür sevmez ama aforizmayı çok severdi. Hayat gerçekliği ve toplumsal farklılıklar onu bir ‘fenomen’ yapmıştı. ‘Ayıp’, ‘yasak’, ‘günah’, ‘sakıncalı’ v.b. onun özgürlükçü düşüncesinde apayrı bir yer almıştır. Bu nedenle düşünsel derinliği ve zekasal farklılığı hayatın her alanında karşılığını buluyordu. Bu nedenle o bir “fenomen.”

Orkestra şefi Kurtiz, gider ayak alanı dolduran on binlerce hayranını tek tek kucaklıyordu.

Kaz Dağı bu kez şaşkın ve üzgün.

Duygular çaresiz.

Törene sanat ve düşün dünyası başta olmak üzere önde gelen siyaset ve emek dünyası temsilcileri, büyük bir hayran kitlesi ile yoldaşları ve dava arkadaşları öncülük etti. Dağ taş insan seliydi. Yol boyunca sevenlerinin omzundan inmedi. Bu sevgi selinin her daim karşılaştığı adaletsizlikler ve haksızlıklar onun derin yarasıydı. O kardeşlik için, barış için sesleniyordu; “Sen adamlarına öldürmeyi öğrettin, ben ise ölmeyi.”

 

Ben bir komünistim

Oyuncu Tuncel Kurtiz’in, son yıllarında az da olsa kitlelerce karşılığını bulan, toplumsal-popüler kültürün ilgisi ve sevgisi onu hiç şaşırtmamıştı. O hep halkının ve kavgasının adamıydı. Hep yüksek sesle mücadelesini ve inancını dile getirdi; “Ben bir komünistim, isteyen ne derse desin. Komünizm nedir acaba? Bir rüyadır. Ben bir rüya görüyorum. Bu rüya benim ütopyam. O benim cennet bahçem” dedi.

İşte bu ‘cennet bahçesi’ için mücadele ve kavga edenler, dağları taşları aşarak yoldaşları Kurtiz’i son yolculuğuna uğurluyordu.

Bu dağlara, taşlara sevdalıdır onlar...

Karşıda duran deniz mavisine aşıktır onlar...

Yer gök onların ruhudur...

Özgürlük onların nefesidir...

İşte o ‘cennet bahçesi’ için orkestra şefi Kurtiz, bu kez elindeki çubuğu (buton’nu) var gücüyle fırlattı. Çubuk gök mavisine yakın bir yere düştü. Yoldaşları şarkılarla, alkışlarla, şiirlerle toprağı avuçladı. O ayrılmak istemiyordu. Ama daha önceden zorunlu giden dostları/yoldaşları, onu beklemeye koyulmuşlardı. Kötü haber tez duyulur.

Konuşacağı o kadar çok şeyi vardı ki... Sürgün yıllarında, 1984 Eylül’ün de “can dostum” dediği Yılmaz Güney’i ve yine 1984 Ekim’in de “sızım-acım” dediği annesi Müfide’nin cenazesine katılamadığı için onlarla sessizce konuştu: “En yalnız günlerimde sizi kaybettim. Sürgündüm. Yapayalnızdım. Sürgünlüğün ne olduğunu biliyorum. En yalnız günlerimi yaşıyordum. Can dostum Yılmaz, sürgünlüğün ne olduğunu iyi bilir. Sizleri uğurlayamadım. Hep ağladım. Bu acıyı hep taşıdım.”

Tuncel Kurtiz’i son kez kar beyazların içinde toprağa verilirken gördüm. Kavgası kadar beyaz, sevdası kadar kar beyazdı. Onu kırmızı karanfillerle ve çok sevdiği kır çiçekleri ile son evine bıraktık. Küçük iki kaya parçasını baş ve ayak ucuna koyarak oradan ayrıldık.

Sürgünden dönüş

Sinema dünyasının sevilen akademisyenlerinden Mahmut Tali Öngören, 1988 yılında Ankara Film Festivali’nin organizasyonuna öncülük etti. 12 Eylül faşist darbesinden son Ankaralı sinemaseverler ilk kez bir araya geliyordu. 1992 yılında beşincisi düzenlenen festivalin sürpriz projesi, yasaklı Yılmaz Güney’in ‘Sürü’ filmiydi. Mahmut Tali Öngören hoca biz gazetecileri bir araya getirerek, Yılmaz Güney sineması ve yasaklı ‘Sürü’ filmi hakkında bilgilendirdi.

   

‘Sürü’ filminin hayatta kalan tüm kahramanları, festival nedeniyle ilk kez bir araya gelecekti. Başkentli sinemaseverler bu büyük buluşma için Metropol Sineması’nı bayram yerine çevirmişlerdi. ‘Sürü’nün sürgün kahramanları; Hamo’su, Tuncer Kurtiz ve Berivan’ı Melike Demirağ başta olmak üzere arkadaşları, sürgün yıllarına inat bir araya gelmişti. ‘Sürü’nün Şivan’ı Tarık Akan, Sülo’su Levent İnanır, Neçirvan’ı Erol Demiröz... ve kameramanından set çalışanına, teknik kadrodan yapım grubuna, ‘Sürü’nün emekçileri tam kadro sinema salondaydı.

Ankara farklı bir sanat ortamı yaşıyordu. ‘Sürü’ filmi sürgünden, sürgün kadrosuyla dönmüştü. Sinema ve devrim adamı Yılmaz Güney’in yerine, oğul Yılmaz Güney ve annesi Fatoş Güney gelmişti. Alkışlarla ışıklar söndü.

Bir ayrılık, bir özlem, bir de mutluluk bir aradaydı.

Heyecan hepimizi sarmalamıştı.

Film bittiğinde herkes ayaktaydı, ‘Sürü’nün kadrosu da ayaktaydı. Herkes yaşanan bu duygulu anı dakikalarca alkışladı. Kimi mutluluktan gözyaşı döktü, kimi hıçkırarak ağladı.

Alkışların şiddeti artıkça ‘Sürü’nün kadrosu, beyaz perdenin önünde yerini alıyordu. Oyuncular tek tek konuştu. Sıra Tuncel Kurtiz’e geldiğinde o etkili sesiyle, “Keşke can dostum Yılmaz da burda olsaydı. Ama o bizi mutlaka izliyordur” dedi ve bir alkış tufanı koptu. Sonra Fatoş Güney’e ve oğul Yılmaz Güney’e sarıldı.

Film bitiminde röportaj için Tuncer Kurtiz’in yanına gittim. Kendimi tanıtmama izin vermeden elimi tuttu, dışarıya çıkardı. Sigarasını yaktı. Boynumdaki fotoğraf makinasını göstererek, “Hadi çek, ikimiz de sakallıyız” diyerek takıldı. Birkaç fotoğraf çektikten sonra tekrar elimi tuttu. Bir türlü soru sormamı istemiyordu. Diğer gazeteciler ise peşini bırakmıyordu. “Burdan gidelim mi?” diye sordu. Cevabımı beklemeden karşıda duran taksiye bindik ve sinemadan uzaklaştık. Taksiciye “Adı değişmiş olabilir, Sümer Sokağa” dedi. Kısa bir süre sonra taksiden indik. “Merak etme senin ne soracağını biliyorum ama sorularının cevabını birlikte öğreneceğiz” dedi.

Harçlıklarımızla ‘Sürü’yü çekebildik

Sürekli sigara içiyor, biri bitmeden diğerini yakıyordu. Sümer sokakta bir kahvenin önüne durduk, “Sürü’nün Ankara sahneleri için paramız çok azdı. Yılmaz cezaevinde aradı, ‘Bu kahvenin sahibi Kürt bir arkadaştır, gidin o size yardımcı olacak’ dedi. Ankara’daki sahneleri Yılmaz’ın özel ilişkileri ve harçlıklarımızla ancak tamamlayabildik” dedi. Kahve çalışanları temizliklerini tamamlamış, kapanma saatini bekliyordu. Çaylarımızı çabucak içtik ve ayrıldık.

Sonra Ankara Sanat Tiyatrosu’nun (AST) yolunu tuttuk. AST’ın kapısında uzun uzun bekledik. Islık çalmaya başladı ve bir şeyler mırıldandı.

Kızılay Meydanı’na kadar yürüdük. Sanki ilk kez Ankara’yı görüyordu. Şaşkınlıkla etrafı izliyor. Olup biteni anlamaya çalışıyordu. Yürüyerek otele geldik.

Saatler gece yarısını gösteriyordu. Ayrılık saati gelmişti. “Sen şimdi git, sabah kahvaltıya gel. Seni uzundur göremediğim ailemle, kız kardeşimle ve yeğenlerimle tanıştıracağım” sırtımı okşayarak benden uzaklaştı.

Kurtiz’in sinema dünyasını ve hayatını öyle merak ediyordum ki anlatamam. Fakat elimde birkaç fotoğrafın dışında, geceden kalan kısacık bir gezisi ve onun birkaç anısı vardı. Haberi tamamlamak istiyordum. Ama nasıl?

Bazı insanlar kimlikleri gibidir

Sabahın erken saatinde otelin kapsına dayandım. Salonu dolduran oyuncular arasında o henüz yoktu. Çok geçmeden yanıma geldi ve sarıldı. Sanki yıllardır birbirimizi tanıyorduk. “Sürgün yıllarını birlikte yaşadığım ve çok sevdiğim Kürt yazar bir arkadaşım var. Onun kardeşi de kahvaltımıza katılacak. İki Kürt’ün arasında ben” gülümseyerek kahvaltı masasına oturduk. Şaşırdım. Oysa ben kendimden hiç söz etmemiştim. İlk kez sordum, “bazı insanlar kimlikleri gibidir. Ezik ve sessiz. Kürt olduğunu bilmek kolay. Hatta Kürtleri tanımak daha da kolay” dedi.

Beklenen misafir Kürt yazar-oyun yazarı Ömer Polat’ın Kardeşi Nihat’tı.

Röportaj bol sohbetli ve öğreticiydi. Canlı tarih dersi gibiydi. Sürgünde yaşadığı özleme, Yılmaz Güney’in anılarından siyaset tarihine, edebiyattan kamera arkası yaşanan olaylara, sinema tarihi bir film şeridi gibi akıyordu. “İnsanların özgür olmasını istiyorum. Her koşulda eşit. Adaletin de herkese için, eşit olmasını istiyorum. İnsanların söz söylemelerini, rahatça söylemelerini istiyorum. Bu suçsa, ben ‘bu suçu’ her daim işlemeye hazırım” dedi. Sonra duygulanarak bize sarıldı.

“Şu topraklarda Yahudi kardeşlerimiz, Rum kardeşlerimiz, Ermeni kardeşlerimiz, Kürt kardeşlerimizle beraber yaşayabilseydik ve yaşayabilsek ne güzel olurdu. Onlarsız biz fukarayız ama onlar da bizsiz fukara…” Bu sözleri söylediğinde gözleri ağlamaklıydı.

Kız kardeşi ve çocukları geldi. Röportaja arar vermek zorunda kaldık. Bu kez ortam duygu seliydi. Sürgün nedeniyle uzun zamandır birbirlerini hiç görememişlerdi. Zorunlu ayrılık nihayet son bulmuştu. Hasret giderdiler. Biz de bu tarihi ana fotoğraf çekerek tanıklık ettik. O günden sonra hem ailesi ile hem de Tuncel Kurtiz’le dostluğumuz devam etti.

 

Ortadoğu’nun en büyük sinema stüdyolarını kuracaktı

Ani bir kararla sırtıma vurdu, “Kamera arkası anlatımları sevdin. Kalk, gidiyoruz” dedi. Yola koyulduk. İlk mekan ‘Sürü’nün Gaziosmanpaşa’daki Sıddık karekterinin yani Savaş Yurttaş’ın baraka evinin olduğu inşaat alanı. Başını kaldırdı, yüksek binalara baktı. “Çok değişmiş. Betonlaşmış, Berivan’ın acısı hala buralarda bir yerler de canlı duruyordur” dedi.

Yol boyunca Yılmaz Güney’den bahsetti. Can dostunu ve sinemasını anlatırken hep heyecanlı ve duygu doluydu. “Yılmaz yaşasaydı!.. Akdeniz’de ve Çukurova’da Ortadoğu’nun ve Asya’nın en büyük sinema stüdyolarını kuracaktı. Maalesef bırakmadılar. Bıraksalardı, sinemamız dünya sinemasına öncülük ederdi” dedi.

Arjantin Caddesi girişine geldiğimizde otobüs durağında durduk, “Bu durakta elinde sosyalist dergiler ve bildirilerle bekleyen devrimci öğrencinin vurulmasını çekmiştik. Bu sahne için can dostla çok tartıştık. Ben bu sahnenin çekilmesine karşı çıkmıştım ama çektik. İyi de oldu” gülerek başını salladı.

Ertesi gün röportaj yayınlandı. Hafta sonu buluştuk, gazeteyi verdim. Sürgün sonrası yurdunda ilk röportajı benimle yapmıştı.

Her görüşmemizde kendisinden ve Yılmaz Güney sinemasından uzun uzun konuşurduk. Her seferinde heyecanlanır, tarihi yeniden yaşardık. O gizli kalmış, direnen, toplumcu gerçekçi sinemanın ve özgür düşüncenin sesi olmayı hep sevdi. O, can dostuyla herkesin sessiz çığlığı oldu...

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.