Rojava Kürtleri 3. yolu seçti


Boğaziçi Üniversite’sinde de akademisyen olan Dr. Seda Altuğ şimdilerde İngiltere’de Cambridge Üniversite’sinde post-doktora çalışmasını yürütüyor. Doktora çalışmasını Fransız mandası ve I. Dünya Savaş’ı dönemindeki Suriye üzerine yapan Dr. Altuğ, Batı Kürdistanlıların tarihten günümüze kadarki konumlarını ve Suriye’deki son gelişmeleri değerlendirdi.
Suriye’deki Kürtlerin tarihinden biraz bahsedebilir misiniz?
Türkiye’de Suriyeli Kürtler denilince aklımıza hemen, Kürtçe’de binxet Arapça’da Cezire bölgesi denen Batı Kürdistan’ın doğu tarafı geliyor. Suriye’de Kürtlerin en yoğun olarak yaşadığı yer Suriye’nin kuzeydoğu kısmı, yani Türkiye’deki Urfa ile Derik’in Suriye tarafındaki mukabili olan bölge. O bölgede yaşayan Kürtler özellikle 1925 Şeyh Said isyanınından sonra Diyarbakır, Mardin, şimdiki Batman, Şırnak ve Cizre’deki yurtlarını bırakıp Bağdat Demiryolu boyunca çizilen Türkiye-Suriye sınırının güneyine yani, binxet’e inmek zorunda kalan Kürtler. Bahsettiğim göç 1940’ların ortalarına kadar devam ediyor.
Bu göç sırf Kürtlere has bir göç değil. Türk devleti’nin Kürdistan’a bu derece geniş çaplı askeri operasyonları bölgedeki yaşamı gerçekten yerle bir etmiştir. Dolayısıyla, Kürt aşiretleri altında yaşayan diğer halkların mensupları da o sırada Fransız mandası altındaki Suriye’ye kaçmak zorunda kalmıştır. Ermeniler ve Süryaniler bu grupların en önemlileridir. 1915 Ermeni soykırımından sağ kurtulmuş sayıları 10 bin’e varan Ermeni, ve Mardin ve Midyat çevresinde yaşayan Süryani ve diğer Hıristiyan grupları da Kürtlerle birlikte yurtlarını bırakıp yoksulluk ve mağduriyet içinde ya Suriye’nin sınır köylerine ya o sırada yeni kurulmakta olan Qamişlo gibi şehirlere ya da Suriye ve Lübnan’ın diğer şehirlerine yerleşiyorlar. Hatta bölgenin Hıristiyanları Şeyh Said isyanından bahsederken ikinci ferman tâbirini kullanıyorlar, birinci ferman ise 1915 soykırımını adlandırmak için kullanılıyor.
Bu bahsettiğim göçle birlikte birçok aşiret reisi ve Kemalist yönetim karşıtı her kesimden politik kentli aydın da Türkiye’yi terkederek Suriye veya Lübnan’ın Sam, Beyrut, Halep gibi şehirlerine yerleşiyorlar. Bu kişilerin bir kısmı 1933 affıyla beraber geri Türkiye’ye dönüyorlar. Bunun dışında Suriye’de Cezire bölgesinin güney kısımlarında yüzyıllardır yaşayan Kürt aşiretleri de var. Mesela Amuda’da yağayan Daqquri aşireti bunlardan birisi. Suriye’de Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bir diğer bölge ise Efrin bölgesi. Suriye’nin kuzeybatısı Halep’ın yakınları olan bu bölge 1921 ve sonrasında sınırın çizilmesiyle birlikte parçalanıyor. Bir kısım Kürt Türkiye sınırları, bir kısmı ismi Suriye sınırlarında kalıyor. Ayrıca Selahaddin Eyyubi döneminden beri Şam’da ve Hama’da yaşayan Kürtler var.
En çok hangi bölgelerden göçler olmuş?
Kürtlerin göçü genelde kırsal bölgelerden olmuş, Şırnak, Cizre, Midyat, Derik, İdil, Batman merkez ve köyleri. Mardin merkez veya Diyarbakır merkezden göç eden Ermeni ve Süryani Katolikler veya Keldaniler’de var ki bunlar Fransız manda yönetimi altında önemli idari görevler üstleniyorlar. Mesela Qamişlo’da bir mahallenin ismi Bişeriyye’dir, bir tanesi Erboviyye’dir, bir tanesi Qadur Beg’dir. Sırasıyla Beşiri’den, Erbo’dan gelmiş olan Kürtler, Ermeniler ve Süryaniler kurmuşlardır bu mahalleleri. Ya da 1921 öncesi Nusaybin eski belediye başkanı Kadur Bey Qamişlo’ya geçtiğinde kurduğu mahallenin ismi Qadur Beg’dir. Zaten Qamişlo’nın diğer ismi yeni-Nusaybin’dir. 1950’ye kadar sınır nispeten açıktır. Tabii kimlere açık, kimlere kapalı veya ne kadar açık gibi sorular ayrıca tartışmamız gereken meseleler. Adnan Menderes hükümetiyle birlikte sınıra ilk defa tel çekiliyor.
Ayaklanmalar başlamadan önce Suriye’deki Kürtler hangi haklara sahiptiler?
Suriye’de Esad rejimi altında yaşayan ve Baas iktidarından iktisadi veya siyasi olarak nemalanmayan her Suriyeli etnik ve dini kimliğinden bağımsız olarak, rejimin totaliter doğasından kaynaklı olarak eziliyordu. Baas partisinin tekelinde olan siyaset alanına girme mücadelesi veren Arap olsun, Kürt, Dürzi, Sünni, Alevi, Hıristiyan olsun herkes işkenceden, hapise, faili meçhule kadar azami baskı görüyordu. Fakat Kürtler, ister siyasetle aktif olarak uğraşsın ister uğraşmasın, diğer Suriyelilerden farklı olarak bir kat daha fazla eziliyordu. Bunun temel sebebi de Suriye Baas partisinin ve önceki tüm hükümetlerin, tekçi, ve inkarcı Arap milliyetçi ideolojisi ve Araplaştırma politikalarıdır. Tabii bu politikalar kuzeyde Türkiye’nin, doğuda Irak’ın Kürt politikalarından ayrı düşünülmemelidir.
Suriye Baas rejimi Ermeniler dışında Suriye’de yaşayan herkesin Arap olduğunu varsayar. Ayrıca Türkiye’den farklı olarak toplum dini cemaatlerin bir toplamı olarak görülür. Toplum Sünniler, Aleviler, Dürziler, Ermeniler, Süryaniler, Rum Ortodoks cemaatlerinden oluşur. Yani Kürtler, devletin gözünde Sünni cemaatin bir bileşenidir. Kürtler ayrı bir grup olarak tanınmamıştır. Dolayısıyla evlilik, miras, evlatlık vs. gibi özel hukuk alanına giren konularda Kürtler’e Sünni cemaatin hukuku olan İslam hukuku uygulanır.
Ayrıca Hıristiyan azınlıkların kendi dillerinde eğitim yaptıkları kendi okulları vardır, dini/kültürel etkinlikler düzenledikleri kurumları vardır. Kürtlerin ise ayrı bir statüsü olmadığı için dini azınlıkların sahip olduğu haklardan ve kurumlardan mahrumdur: Kürtçe eğitim yoktur, yasaktır, mesela Kürt kültürü, dili, tarihi vs. gibi kültürel, bilimsel konularda dernekler kurmak yasaktır. Cezası hapistir. Edebiyat olsun, arkeoloji olsun herhangi bir konuda Kürtçe kitap basımı yasaktır. Sen daha çok hukuk alanına ilişkin bir soru sorduğun için Kürtlerin sosyal olarak nasıl dışlandıkları veya toplumsal ayrımcılık gibi konulara hiç girmiyorum bile.
Araplaştırma politikalarının Kürtler üzerindeki etkilerini biraz açar mısın?
Araplaştırma politikaları derken genel olarak yurtsuzlaştırma, topraksızlaştırma ve kültürel alandaki uygulamalardan bahsediyorum. 1962 yılında yapılan olağanüstü nüfus sayımı sonrasında binxet’te yaşayan Kürtlerin 1925 Şeyh Said İsyanı sonrası Suriye’ye gelmiş oldukları iddiasına dayanarak Suriye’nin yerli nüfusundan olmadıkları sonucuna varıldı ve Suriye vatandaşlıkları ellerinden alındı. İnsan Hakları İzleme Örgütünün raporlarına göre 1 gün içinde 120 bin Kürt ecânib(yabancı) adı verilen bir statüye düştü. Vatandaşlığın olmaması mülk edinme hakkından, üniversiteye giriş sınavı hakkına kadar birçok haktan mahrum olmak ya da mesela ülke içi seyahat etme özgürlüğü gibi konuların izne tâbi olmasına anlamına geliyor. Mart 2011 ayaklanması başladığında Beşar Esad Kürtleri kazanma çabasının bir sonucu olarak 300 bin vatandaşsız Kürt’e vatandaşlığını geri vereceğini ilan etti.
Topraksızlaştırma derken ise 1965 yılında çıkan fakat 1970 yılında uygulamaya koyulan meşhur Arap kuşağı (al-xizam al-arabi) projesinden bahsediyorum. Bu etnik-nüfus politikası Türkiye sınırının doğu kısmının 15X280 km.lik bölümündeki Kürtleri çıkarıp yerlerine Arap nüfus iskan etmeyi hedeflemektedir. Böylece 1975 yılında yapılan Esad barajıyla birlikte toprakları sular altında kalmış 4000 aileden oluşan Arap köylülerine- Arapça’da bu gruba mağmûrîn ismi verilir- topraklarından kovulan Kürtlerin toprağı verilmiş ve birçok maddi kolaylık gösterilmiştir.
Peki 1 yıldan fazladır süren bu ayaklanmalarda Kürtlerin tam olarak rolü nedir? Ne kadar yer aldı?
Mart 2011’de başlayan ayaklanmayla birlikte politize olan çok ciddi bir Kürt gençliği nüfusu var. Sırf Kürdistan’da da değil, aynı zamanda Şam’da, Hama’da, Halep’te yaşayan Kürt gençliği geleneksel Kürt yapılarından ziyade ya kendi örgütlülüklerini kurdular ya da ülke çapındaki öğrenci hareketleri ya da Yerel Koordinasyon Komiteleri ya da Sawa gibi sivil ve seküler yapılar içinde aktif olarak yer almaya başladılar. Esad karşıtı ayaklanmanın örgütlenmesinden sosyal medya için haberlerin yapılmasına kadar birçok konuda diğer Suriyelilerle birlikte çalışıyorlardı. Bu yeni grupların yanında Rojava’nın mevcut siyasi partileri de Suriye’de siyaset sahnesi açılır açılmaz ayaklanmaya dair pozisyonlarını netleştirmeye çalışmışlardır. Bu yapılar derken PYD’yi ve Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) Ağustos 2011’de kuruluşunu ilan etmesinden hemen sonra 14 Kürt partisinin Ekim 2011 tarihinde Barzani öncülüğünde bir araya gelmesiyle oluşan Kürt Ulusal Meclisi’ni (ENKS) kastediyorum. Hem PYD hem de ENKS ihtiyatlı bir şekilde Esad karşıtı ayaklanmayı desteklemişler, aynı zamanda ise kendilerini örgütlemeye yönelik onlarca toplantı ve temaslarda bulunmuşlardır. Kürtlerin Suriyeli bazı muhalif kesimlerden “eylemlere yeteri kadar katılmıyorlar” eleştirisini bu dönemde almaya başlamıştır.
Resmi Arap muhalefetinin Suriye Ulusal Konseyi (SUK) altında hızla AKP eksenli siyasete girmeye başlaması, Türkiye’nin temelde Esad sonrası Suriye’sinde federatif bir Kürt yapısının oluşmasını engellemek üzere tampon bölge kurma hayalleri ve Suriye içindeki anaakım muhalefetin ciddi tepkisini aldı. Ve SUK gittikçe daha Arap milliyetçi ve islamcı bir nitelik kazandı. Buna rağmen yine de SUK içinde varolarak mücadele etmeye devam eden Yerel Koordinasyon Komitesi üyesi Kürt grupları vardı. Bahsettiğim Arap muhalefeti ise nihayet bu küçük grupları da diğer Kürt partilerini de Şubat 2012’de Tunus’ta yapılan konferansta kendine küstürmeyi başarmıştır.
Tunus’taki konferansta Esad sonrası dönem için bir Misak-ı Milli hazırlanmış ve bu metinde Kürt grupların kültürel hak ve kendi kaderini tayin etme talepleri “devrimden sonra tartışılması gereken konular oldukları” iddia edilerek reddedilmiştir. Kürt grupları da tabii toplantıyı terk etmiştir. Bundan sonra ise politik ve duygusal ayrışma daha da artmıştır.
Sonraki süreçte ise rejimin dur durak bilmeden katliamlarına devam etmesiyle birlikte rejim karşıtı direniş de Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) adı altında silahlanmaya başlamıştır. Yine Türkiye’nin neo-Osmanlıcı hayalleri üzerinden ÖSO’nun belli birimlerine manevi ve lojistik desteği, Kürtler ve diğer azınlıklar nezdindeki Kürt ve azınlık-karşıtı Türkiye algısını güçlendirmiştir. Bir yandan muhtemel bir Türkiye müdahelesinin sonuçlarını görürken, öte yandan aynı dönemde ÖSO ve Esad güçleri arasındaki çatışmanın giderek şiddetlenmesi, ülkede islamcı ve mezhepçi söylem ve eylemlerin hızla yükselişe geçmesi ve ÖSO içindeki bazı grupların Kürt-karşıtı açıklamalar yapması Kürtler’i 3. Yolu seçmeye sevketmiştir. Yani, ne Özgur Suriye Ordu’sunu ne Esad güçlerini kendi bölgelerine sokmamak ve kendi alanını savunma yolunu seçmek.
Fiilen ne anlama geliyor bu 3. Yol Stratejisi peki?
Bu 3. Yol stratejisi olmuş bitmiş, kurumları sıkıntısız tıkır tıkır işleyen bir şey değildir. Bu bir süreçtir. Bu fikri hayata geçirmeye çalışan yapı Temmuz 2012’de yapılan Hewlêr antlaşmasıyla kurulan Yüksek Kürt Konseyi’dir. Bu antlaşma Kürt Ulusal Meclisi (ENKS) ve PYD’nin güçlerini birleştirme ve ortak hareket etmesi esasına dayanır. Ama dediğim gibi Konsey içinde birleşme sonrası sancı ve sürtüşmeler halen yaşanmaya devam etmektedir. Konsey içi yaşanan sorunların sebeplerinden birisi Türkiye’nin PYD’nin bölgedeki gücünü etkisizleştirme hatta tasfiye etme hedefi ve bunu da ENKS’yi kendi yanına çekerek yapmaya çalışmasıdır. Ama bir diğer önemli sebepse Konsey’in iki ana bileşeni arasındaki güç eşitsizliği ve Barzani’nin Suriye Kürdistanı’nda oynamak istediği roldür.
Pratiğe bakacak olursak, Efrin bölgesi, Kobani, Dirbesiye ve Derik’te belli başlı belediyecilik hizmetlerinden, gıda dağıtımına, yerleşim yerlerinin idaresi ve güvenliğine kadar birçok konu büyük ölçüde bu Konseyin, fiilen de PYD güçlerinin kontrolü altında. Qamişlo gibi büyük şehirlerde Esad güçleri, memuruyla veya polisiyle, var olmaya devam etse de ciddi olarak pasifize olmuş durumdadırlar. Amûde şehri mesela gerek PYD gerek Barzani’ye yakın partilerin dışındaki yerel grupların da şehrin yönetiminde güçlü olduğu, hatta Konseyin bazı uygulamalarına karşı çıktığı bir yerdir. Ama orada da yine benzer bir 3. Yol Stratejisi izlenmektedir. “Kürtlerin yönetimi ele geçirmesi” denen durum da fiilen budur.
Şu anda Suriye’de ciddi bir yokluk ve fakirlik yaşanıyor, Esad rejiminin korkudan iyice gözü kararmış, sivil veya direnişçi demeden havadan ve karadan vuruyor, ÖSO da çatışmanın alanını genişletmeye çalışıyor. Ayrıca ÖSO askeri ve ideolojik olarak parçalı bir yapı, onların da yaptıkları infazları görüyoruz. Ülkede can güvenliği yok denecek kadar az, hırsızlık, fırsatçılık, kendine Esad-karşıtı süsü veren silahlı çeteler, artan Alevi-Sünni düşmanlığı, gayri müslim azınlıkların, orta sınıfların korkusu... Savaş her yeri etkiliyor, kaçış yok. Her gün ortalama 200 kişinin hayatını kaybetmesi Suriye’nin yeni gerçeği olmuş durumda. Ama Halep’in Şex Maqsud ya da Eşrefiyye gibi Kürt mahalleleri, Efrin bölgesi ya da genel olarak kuzeydoğu Suriye’nin tümü nispeten sakin yerler. Devlet kurumları neredeyse tamamen çöktüğü için demin dediğim gibi bu yerlerde temel ihtiyaçlar Kürtlerin örgütledikleri yapılar sağlanmakta. Yine mahallelerin veya kasabaların girişinde ve içinde güvenlik ve savunma amaçlı kontrol noktaları (YPG’liler) var.
Peki AKP’nin Kürtler Esad rejimiyle ittifak yaptı söylentisi ne oluyor?
Öncelikle AKP’nin bunu söylemesi kadar uygunsuz bir şey yoktur, çünkü AKP bir sene öncesine kadar Esad’ların en yakın müttefiklerinden birisiydi. AKP ve Esad rejimi 1999’da yaptıkları Adana antlaşması sonrasında Kürt karşıtlığı temelinde güvenlik, strateji ve iktisadi antlaşmalar yapmışlardı.
Arap muhalifler açısından ise bence birkaç sebepten ötürü haddini aşan ve haksız bir iddiadır. Çünkü Kürtler daha Mart 2011 ayaklanması başlamadan önce de yaygın olarak rejim karşıtı olmuşlardır, bunun en yakın zamandaki örneği 2004 Qamişlo ayaklanmasıdır ve o sırada Araplardan destek görmemişlerdir. Dolayısıyla Kürtler Esad yanlısıdır demek haksızlıkdır. Ama doğrudur, Suriye Kürdistanı Suriye’nin diğer yerleri gibi ateşler içinde yanmamaktadır. Esad güçleri Kürtlere saldırmamaktadır. Ayrıca birçok Kürt federalizm talebini en öne koymakta ve bu hedef için çalışmaktadır. Ayaklanma başlamadan önce Kürtlere göz açtırmayan Esad rejimi bu konuda sessiz kalmaktadır. Bence bu durumun sebeplerinden birisinin Kürtlerin örgütlü gücünden korkusundan ve Türkiye ile hesaplarından dolayı Kürtleri kendi yanına çekmeye çalışan Beşar Esad’ın hatta sırf Kürtleri de değil, azınlıkların yaşadığı hiçbir bölgeye çok fazla saldırı yapmamasında aranmalıdır. Esad güçleri saldırılarını Sünnilerin yaşadığı Hama, Humus, Deyr al-Zor gibi yerlerde yerelleştirmeye çalıştı. Böylece de bu ayaklanmanın Alevilere karşı yapılmış ABD ve İsrail’in desteklediği İslamcı teröristlerin bir ayaklanması olduğu resmi tezini güçlendirmeye çalıştı. Arada antlaşma var mı yok mu bilemem, ama Kürt partilerinin de bu durumu kendi lehlerine çevirdikleri açıktır. Arap-Kürt ayrışmasının nedenleri ise Suriye’deki Esad karşıtı özgürlük mücadelesinin gelişme sürecinde aranmalıdır. Zaten öteden beri mevcut olan güvensizliğin üzerine demin de dediğim gibi Arap muhalefetinin Kürtlerin taleplerini ötelemeye çalışması, Türkiye’nin sürece dahil olması ve yükselen islamcı-mezhepçi söylemin gelmesi mesafeyi büyütmüştür.
Türkiye’nin Suriye’deki bu olaylara bakış açısını nasıl buluyorsun?
Gerek Suriye’ye gerkse de tüm Ortadoğu ülkelerine yaklaşımında genel olarak şunu söyleyebilirim ki, AKP yönetmek istiyor, şekil vermek istiyor, gerçekten emperyal hevesleri var, iktisadi ve siyasi olarak bölgesel güç olmayı arzu ediyor. Ama bu arzunun öyle bir etkisine girmiş ki bence, sanki o güce ulaşmış gibi kendini sunuyor, politikalarını da bu öz-algı üzerinden şekillendiriyor. Ama arzuladığı iktidar ve nüfuza gerçekte sahip olmadığı için en sonunda sıkışıyor. Suriye’nin Türkiye’den bağımsız dinamikleri, körfez Arap ülkelerinin de dahil olduğu bölgesel ve küresel dinamikler ve süreç Türkiye’ye “evdeki hesabın çarşıdakine uymadığını” gösteriyor.
Mesela çok daha barışçıl, özgürlükçü, eşitlikçi ve kapsayıcı bir Suriye tahayyülü de dillendirilebilirdi. Suriye Kürtlerinin kendilerini yönetme taleplerine düşmanca ve dışlayıcı yaklaşılmayabilirdi. Başka türlü de olabilirdi, ama olmadı, AKP böyle yapmamayı tercih etti. Yani AKP, Kürt meselesinde ortaya çıkan tipik devletçi refleks ve korkularının ve neoliberal islamcı iktidar heveslerinin esiri oldu. Zaten Türkiye’nin başından itibaren temel derdi Suriye’de kendi kontrolü dışında bir Kürt oluşumunun ortaya çıkmasını engellemekti. Ve korktuğu başına geldi. Bu arada bu hedef Esad sonrası Suriyesi’nde Kürt varlığını inkar etmek, onlarsız bir Suriye kurmak anlamına gelmiyor illa ki. AKP’nin yapmak istediği Kürtlerin taleplerini kendi çerçevesinde zapt etmeye çalışmak, her ne kurulacaksa kendi kontrolünde olmasını sağlamak ve kendi siyasetine zıt bir oluşum şekillenirse bunu engellemek. Geçen hafta meclisten çıkan savaş tezkeresi de bana göre hem Kürtlere hem de Beşar Esad’a karşı bir tehdid ve korkutma niteliği taşıyor. Tabii NATO ve üst emperyal ülkelere yönelik de bir güç gösterme. Kısacası AKP demokratik Suriye’yi desteklediğini iddia ediyor, ama kendi Türkiye politikaları perspektifinden Suriye meselesini yönetiyor. En basitinden SUK’un milliyetçi muhafazakar yapısı bunun en iyi örneğidir. Bir diğer örnek ise Türk Dışişleri’nin Barzani üzerinden Yüksek Kürt Konseyi’ne müdahale ederek süreçten PYD’yi dışlamaya çalışmalarıdır ki dediğim gibi PYD bölgedeki en hatta neredeyse tek faal güçtür. Sayıları 100 bin’i aşan ve müthiş zor koşullarda yaşan Suriyeli mültecilere hiç ama hiçbir kanuni statü vermemeleri de yine aynı zihniyetin ürünüdür. AKP’nin politikaları bölgede barış, eşitlik ve adaletin dilinin oluşmasının önündeki engellerden birisi. Ayrıca tabii, Esad karşıtı mücadelenin Türkiyeli’lerden destek görmemesinin sebeplerinden biri de AKP’nin meseleye bu şekilde müdahil olması.
ÖZLEM GALİP
