Şal û Şapık

Zozan’ı yolcu eden hiç kimsesi yoktu. Ona eşlik eden sadece rüzgar vardı; şimdi bu rüzgar değil kafasındaki düşünceleri silmeye, saçlarını bile dağıtmaya yetmiyordu. Bu onun ilk yolculuğu değildi ama bu seferki başkaydı.
Zin KOÇER
„Berxa min rabe, tirsonek nabin şivan. (Kuzum kalk, korkaklar çoban olmaz)”
Uzun soluklu yollardan şal û şapik giymiş, uzun patikada yürüyordu Zozan. Patikanın kenarındaki çiçekler şalına değince ne kadar da hoşuna giderdi genç gerillanın. Gözlerini kapatıp güneşin sıcaklığını içine çekerdi. Patikanın sonunun gelmesini istemezdi. Halbuki bihaberdi patikaların bir sonu olmadığından.
Böyle bir anı yaşamayı isterdi Zozan. Unutulmayacak bir iz bırakmak isterdi gerilla elbisesi ile yaşama.
Sadece hayalde kaldı nice istemler, genç istemler…ve sitemler kalır geride.
Elleri yavaşça uzanınca, soğumaya başlamıştı bile yumuşacık yanakları. Ama o hala bitmesini istemediği hayalin içerisindeydi.
Hiç gerçekleşemeyecek ama hafızasında hep yer edinecek bir iz. Kayıp bir iz… Gözleri şimdi hayaline sürgündü Zozan’ın. Sürgüne bakan gözleri öylece kaldı. Ta ki annesi gelip yavrusunun gözlerini elleriyle kapatana dek. Elleri değince gözlerine annesinin, hissetmiş olacak ki aklına onun son söylediği sözler geldi; „Berxa min rabe, tirsonek nabin şivan”. Ve usulca toprağın koynuna bıraktı kendisini Zozan. Küçücük yüreğini sardı toprak ana; öz annesinden emanet alırmış gibi…“
Sıradan bir günün herhangi bir saatinde terk etmemişti doğduğu evini. Haziran ayının on ikisinde saat tam olarak dördü dört geçe ailesine ait her şeyi tahtadan yapılmış kapısının arkasına bırakarak koşar adımlarla uzaklaşmıştı mahallesinden.
Evini, mahallesini, koşturduğu sokağını, ne çok sevdiğini şimdi anlamasına gülümsüyordu. Sokağını oluşturan her bir evi, evi ev yapan balkonunu, balkondan sarkan çiçekleri, demir, tahta, ya da kapısı olmayan her bir evin önünde ki çöp kutularının oluşturduğu kalabalığı, kendisini var eden, bütün geçmişini hatırlatan kokuları yüreğinde toplayarak asfalta doğru ilerliyordu Zozan.
Zozan’ı yolcu eden hiç kimsesi yoktu. Ona eşlik eden sadece rüzgar vardı; şimdi bu rüzgar değil kafasındaki düşünceleri silmeye, saçlarını bile dağıtmaya yetmiyordu. Bu onun ilk yolculuğu değildi ama bu seferki başkaydı. Çok başka!
Yeni bir başlangıca doğru yürürken babasıyla ettiği ilk kavgasını, annesinin yanaklarına kondurduğu her bir öpücüğü, düştüğünde kardeşinin el uzattığı anı, ilk aşkını bile ansızın hatırlayışı üzmüştü onu.
Gözleri hüzünle bakıyordu. O’nu hicrana sürükleyen anları heybesine tek tek yerleştirerek asfalta kadar gelmişti. Her şeyi geride bırakarak yürüyordu. Her şeyi bıraktı ama her şeyi! Sadece ilerliyor, ilerledikçe omzundaki yük daha da ağırlaşıyordu. Bir yolcunun ardında bıraktıklarına hissettiği her acıyı o an orada hissetmişti. Bir tek gidenin giderken ki gidişini tamamlayan hüzünlü bakışı takınmamıştı. O hiç arkasına bakmadan geceye, gecenin sonunda görünen ışığa doğru ilerliyordu.
Ulaşmak istediği yere gidebilmek için milis iki hafta önce ayarlanmıştı. Milis asfaltın kenarında oturmuş yolcusunu bekliyordu. Milis yolcusunun geldiğini görünce, „heval buradayım „ diye seslendi. Zozan sese doğru emin adımlarla yürüdü. İkisi de tam vaktinde gelmişlerdi. İşte asıl yolculuk şimdi başlıyordu.
Milisi, Zozan’a deşifre olmasın diye bir etek getirmişti. Hem de kırmızı renkli bir etek. Zozan eteği görünce şaşırdı „Tamam Kürt kırmızıyı seviyor, kırmızı olsun üç kuruş fazla olsun diyoruz ama şimdi bu renk de neyin nesi böyle“ diye içinden geçirdiyse de milise, hiçbir şey demeden eteği giydi. Sonra düşündüklerini sanki milisi duymuş gibi „hem ne fark eder ki, yoldaşlarıma yetişir yetişmez gerilla elbisesi giyeceğim“ diye ekledi. „Gerillanın güzel üniforması...“
Zozan gerilla giysilerini giymeyi çok istiyordu. O elbiseleri giyerek savaşmak, savaşarak inandığı değerleri korumak onun için bir tutkuya dönüşmüştü. Bazen öyle ansızın gerilla giysileri giydiğini hayal ederdi. Kendi kendine güldüğü anların çoğu bu zamanlardı. Dedesinin kendisini böyle gerilla üniforması içinde görmesini her şeyden çok istiyordu.
Zozan katettiği yol boyunca „Evet, evet gerilla giysilerimi giydiğim zaman, ilk fotoğrafımı çekip dedeme göndereceğim. Bak dede ben de giyiyorum, bizi biz yapan şal û şapıkleri...“ diye düşünüyordu.
Yolculuğa bir kere çıkmıştı. Hem de bütün yüreğiyle... Yürüdükçe yürüyor. Memleketi yakınlaştıran caddeler, caddeleri aydınlatan yanıltıcı ışıklar dağlara yakınlaştıkça kayboluyordu. Yorulmadan dinlenmeden bir an önce onlara kavuşmak için yürüdükçe yürüyordu. Milis bile bu istikrarlı tempoya şaşırmıştı.
İki yolcu, iki gece boyunca yürümüşlerdi. Zorlu bir yürüyüşün ardından nihayet gerilla mekanlarına ulaşmışlardı. Gerillalar oldukça yüksek bir yerde konumlanmışlardı. Dağların kuzey yamacının her hangi bir yerinde değil de kendileri için en uygun yeri bularak konumlamıştı dağlı çocuklar. Zozan derin derin nefes alıp veriyordu. Gece güneşi, güneş ayı kovalayadursun, bulut yağmuru, yağmur sisi ve gök gürültüsünü getiredursun, o bunlarla hiç mi hiç ilgilenmiyordu. O çoktan ulaşmıştı ulaşmak istediği mekanlara.
Milis, taşlık yeri göstererek „işte buradalar“ demişti fakat yolcu çoktan ilerlemişti. Zozan ilk gördüğü gerillaya yakınlaşarak, „ben de geldim“ dedi. Derin bir nefes alıp verdi, heyecanlandı. Onu karşılayan gerilla, „tu bixêrhati“ demişti ki selamlaşmak için arkada bekleyen diğer gerillalar çoktan gülmeye başlamışlardı. Zozan şaşırmıştı ama eteğine güldüklerini düşündüğü için o da gülerek „Evet deşifre olmayayım diye etek giydim.“
Bawer, yok yoldaş biz giydiğin eteğe değil, merhaba diyeceğine „ben de geldim“ deyişine güldük dedi.
Zozan, „hee evet, ben de geldim derken, özgürlük mücadelesine bir Kürt kızı daha geldi anlamında söyledim. Ayrıca insan hayata bir kere gelir; kendi isteğiyle gelmediği içinde ağlayarak gelir. Ama ben hayata iki defa geldiğimi düşünüyorum. Bu yüzden de ikinci doğuşuma isteyerek geldiğim için ‘ben de geldim’ dedim.“
Zozan’ın hayal ettiği gibiydi her şey. Oturduğu yer diğer gerillaları en iyi görebileceği noktaydı. Her birine görmemişler gibi bakıp kendi kendine gülümsediğini fark edince „ben ne yapıyorum, kesin beni deli sanacaklar“ düşüncesiyle birden irkildi.
Bawer, yanındaki Sarya’ya yeni gelen gerillanın eteğini göstererek kendi aralarında gülmeye çoktan başlamışlardı.
Zozan, gelişinin zorluklarından hiç bahsetmemişti. Samimi ortamın etkisine girmişti bile.
„Nasıl geçti yolculuğun, çok zorlandın mı?“
„Yok hatta nasıl geldiğimi bile fark etmedim. Sadece eteğim, taş ve ağaçlara takılıyordu, bu biraz zorladı.“
„Doğru dağlarda etekle yürümek zor.”
„Yol boyunca Kürtlerin neden şal û şapik giydikleri üzerine yoğunlaştım.“
„Ee heval sonuç?“
„Heval, tarihten beri kendimizi sömürgeci güçlerden korumak için dağlara sığındık. Dağlarda rahat yürüyebilmek için de en uygun elbise şal û şapik.“
“Doğru.”
„Ayrıca bir farklılık, bir de kültürdür.”
„Heval şal û şapik bizi biz yapan geçmişimizin simgesidir de.“
„Köklü kültürümüzü yansıtan elbiseleri ben ne zaman giyeceğim?”
„Merak etme giyersin yoldaş.”
„Ne zaman bana vereceksiniz?”
„Em çi bidin te?”
„Şal û şapik… Ben ne zaman giyeceğim.”
„Hele biraz sabret, daha yeni geldin.”
Bawer: ”Biz yeni gelen gerillaya hemen giysi vermiyoruz“
„Nasıl yani?”
„Yani heval sen ilk önce biraz ekmeğimizi yiyeceksin, birkaç mermi atacaksın, eğer hedefe vurursan o zaman giysilerini alırsın.“
Ararat araya girerek, „Hevala min sen öyle kolay giysi alamazsın.”
Zozan neye uğradığını anlayamadı. Sadece şaşkın şaşkın karşısında konuşan ciddi kişilerin sözlerini pür dikkatle dinliyordu.
“Ne pirsgirêk e heval, ezê bixebitim.“
Ama yoldaş, sen yok ille de şimdi istiyorum diyorsan şu karşımızda bulunan karakola eylem düzenlersin, o zaman alırsın şal û şapik’ı.”
Zozan söylenen her şeye kendisini o kadar kaptırmış ki…
„Ama bana öyle demediler. Bir de ben etekle nasıl gideyim eyleme? Tamam siz bana emaneten bir şal verin bari, ben gidip gelene kadar“ sözleri, dağın çocukları arasında kahkahalara neden oldu. Sıra Ararat’a gelmişti arkadaşlarını garantileyen sözlerle.
„Tamam o kadarını yaparız ama kirletmek yok“
„Yok heval asla kirletmem“
Zozan’ın sağ tarafında oturan Amed, merak etme yoldaş eylemde ben de yanında olacağım.
„Spas!”
„Spas xweş!”
Tamam hevala Zozan, ne zaman gideceksin eyleme?
„Yarın.”
„Nereye?”
„Eyleme.”
„Ma heval sen silah açıp kapatmayı öğrenmeden mi gideceksin?“
„Öğrenmek istiyorum ama…”
„Aması nedir o zaman yoldaş“
„Siz gönderiyorsunuz!”
„Yok heval sen birkaç ay askeri eğitim gör, ondan sonra gidersin“
„Yok heval asla olmaz! Ben birkaç ay boyunca bu etekle dağlarda dolaşmam“
Devrim; ‘Zozan yoldaş sorun yok, alışırsın. Hem dağlarda zaman çabuk gelip geçer.
„Olsun yine de gerilla elbiselerimle ilk eylemimi gerçekleştirmek istiyorum. Heval ben gerilla elbisesi giyerek elime silah almak istiyorum. Şutik’ımı belime dolamak, askeri kefiyeyi boynuma sarmak istiyorum. Sonra keleşimi de omzuma atmak istiyorum. Ben bu hayallerle yürüdüm bunca yolu.“
„Ya demek öyle hevala Zozan! Sen sadece bu giysilerimiz için mi yürüdün bunca yolu“
„Ya ben öyle demek istemedim, sadece gerilla elbiselerini giyerek başlamak istiyorum özgürlük mücadeleme. Her şeyimle tam olmalıyım. Öyle hayal ettim işte.”
„Tamam yoldaş, şimdi dinlen, yarın gidersin eyleme.“
Bütün yüreğiyle“ tamam heval“ dedi Zozan.
Dağın çocukları, yeni gelen her yoldaşlarına gerillaya yeni adım atan her yeni heyecana yaptıkları gibi Zozan’a da şaka yapmışlardı. Zozan yapılan muziplikten habersiz kendisine yatması için gösterilen yere doğru ilerledi.
İlk gecesiydi dağlarda. O da artık ateş böceklerini en iyi görenlerin kervanına katılmıştı. Kendi yurdunda ana toprağında bir yasaklı, bir kaçak olarak dolaşacaktı. Kaçaktı, evinden uzaktı, gecenin bir yarısında hiç tanımadığı kişilerle içli bir sohbetin baş konusuydu.
Bütün ilginin üzerinde olması mutlu ediyordu onu ama bu elbise meselesi canını sıkmıştı. Hem bu kırmızı etekle bir gece daha dağda gezemezdi. Bu milis de nereden buldu bu kırmızıyı diye içten içe söyleniyordu. Uyumak için yere uzandı, gözlerini iki-üç kere yumdu açtı. Üzerine atılan kefiyeye sımsıkı sarıldı ve gecenin huzuruna bıraktı kendini.
Zozan dağlardaki ilk gecesinin üzerinden henüz iki saat, 20 dakika, 15 saniye geçmişken mermiler üst üste patlamıştı. Mermilerinin sesi kulakları sağır ediyordu. Toz duman, en çok da barut kokusu burun deliklerini deliyordu. Herkes hızlıca harekete geçerken,“benim elbisem“ deyişi mermilerin gölgesinde kalıyordu.
Hiç kimse onu duymadı bile. Zozan’ın en büyük özlemlerinden biri de bir zamanlar dedesinin giydiği giysiler, hatta dalga bile geçtiği giysiler… Geçmişini hatırlatan bu giysileri şimdi giymek için sabırsızlanıyordu.
Evet o şal û şapik giymeyi her şeyden daha çok istiyordu. Geniş şalvarının rahatlığını, şutiğinın sırtını nasıl tutuğunu, bunları giyerken geçmiş ve geleceğin kültürünü üzerinde nasıl taşıdığını görmek için can atıyordu. Nefes nefese kaldığı anlar çok olmuştu ama bu seferki başkaydı. Keskin bir nefes yüreğini sıkıştırıyor, gırtlağını kurutuyor, yutkunmakta bile zorlanıyordu. Tek düşündüğü şey karanlıkta koşabildiği kadar koşmak...
Kesin bu kırmızı etekten kaynaklı diye düşünürken etrafa yansıtmamaya çalışıyordu. Hem neden kırmızı bir etek giydirilmişti ki üstelik böyle bir yere geleceğini bildikleri halde. Neden hiçbir şey anlatılmamıştı? Kendine, etrafına en çok da kırmızı eteğine kızıyordu. Hiç anlam vermediği halde itiraz edememesine de öfkeleniyordu. Oldu olası etek giymeyi sevmemişken bir de bu dağlarda etek giydirilmişti. Oysa bu giysi en son giyeceği şeyken, şimdi en olmadık yerde, en olmadık anda üzerinde al bir bayrak gibi dalgalanıyordu. Eteğin kırmızılığı bir dertken uzunluğu ağaçlara, taşlara, aslında yolda olan her şeye takılıp durmasına ayrıca sinir olmuştu.
Nefesi kesilip duruyordu, belki de nefesini kesen eteği ya da eteğin rengiydi. Öfkeliydi. İçindeki öfkeye hakim olamıyor, nefes alışları yüreğini sıktıkça sıkıyordu! Zavallı kalbinin bu nefessizliğe yenileceğini düşünmeden edemiyordu. Korkunun verdiği bekleyiş, bakışlarını donuklaştırdı.
Bir kere daha derin bir nefes alıp nefesini düzene sokmaya çalıştı. Nafile iç çekmelerle iradesi dışında düşüverdi Zozan.
Uzun örüklü saçlarının toprağa değişini, her bir telin ağrısını, her telin nasıl yüreğini acıttığını tarif edebilecek kadar düşüşün verdiği acıyı hissetti. Vücudunu tamamlayan her uzvunun ne kadar acıdığını resmedecek kadar aklına kazıdı. Düşüşün verdiği sarsıntıyı en çok belinde hissetmişti. Omurgayı oluşturan her kemik, kemikleri kaplayan etler, etleri koruyan derisinin her bir hücresi payına düşen ağrıyı misliyle almıştı. Ya kemiğin içindeki kırmızı ve sarı iliğin verdiği sancıya ne demeliydi.
Sol ayağının yanındaki taş nasıl olmuştu da bu kadar sert ve kabaca ayak parmaklarının en küçüğünü bu kadar acıtabilmişti! “Of anam” sesini hiç kimse duymamıştı. Anası hariç! Kesin anası hissetmişti, yavrusunun böyle yere yığılmasını an be an hissetmişti.
Yol arkadaşının ona seslenmesine ses veremedi... Bağırmak, sesini rüzgarla sürükleyerek gitmek istiyordu. Etraf ölü sessizliğinde karanlık bile değildi. Sadece sessizdi…
Elinin altındaki bu ot bile nasıl da canlı, sıcak ve hareketliydi. Havada çıt yok, böyle ormanlık bir yerde kuşların sesi nasıl olmazdı... Evet, ölen bir şeyler var, bu kesin. Ama kim? Kim sorusuyla kafasında şimşekler çaktı; „yoksa ben öldüm mü?“ diye yanıt bulmaya çalıştı. Kendisi düşündü, kendisi cevap verdi. Onu dinleyen bir kalbi bile yoktu. Ne eli ne de ayakları hiç mi hiç sözünü dinlemiyorlardı. Hiç birinde yaşam refleksi kalmamıştı. Hücreler bile istifa etmiş bu bedende. Bu sessizlik değildi, sükûnet hiç değil.
Şaşkın biraz da korkak, aslında duyguları iç içe karışmıştı, biraz telaşlı bakışlarla etrafı kolaçan ediyordu.
Ayağa kalkmak istiyor, kalkamıyor, kendisine kızıyor, bağırıyor, olmayacak sözler söylüyordu. Sakin ve ritimli bir sesle annesinin „Korkaklar çoban olmaz“ sözleri kulaklarını çınlattı. Yüzü yanıyor, kızarıyor, yüreği biraz daha sıkışıyordu. „Böyle olamaz, daha gerilla giysilerini bile giymemişken ölmek yakışmaz, sözlerini yüksek sesle söylüyordu. Kesin bu bir rüya. Hem daha dün gece rüyasında gerilla giysileri giydiğini görmüştü. Kendisini çimdikliyor; „uyan, uyan, uyan, lütfen uyan“ diye bağırıyor, bağırmanın gücünü tekrardan geri getireceğini düşünüyordu. Nefesinin yavaşladığı anda ağzından gelen kanı bile hissetmeden, derin ve hırıltılı bir sesle „gerilla elbisesiyle fotoğraf çekip dedeme göndereceee...“sözü hayali gibi yarım kalmıştı.
Gerilla giysileri giymeden toprağa düşen canlar anısına...
