Sen kendinden de sürgünsün!


Egemen güçler elbette toplumsallığın renkliliğinin ve farklılığının ayırdındadırlar. Fakat bu onların amaçları açısından çok da önemsenecek bir şey değildir. Tek amaç iktidar, kar ve sermayedir. Bu kapsamda bir tekelleşmedir, ötesi ise teferruattır. Doğal toplumsal gerçeği bilmenin yanı sıra onu tek potada eritmenin zorluğunun da farkındadır bu zihniyet. Bu farkındalıktandır ki, iktidar sahipleri en çok da toplumdan korkarlar. Bu güçler için mademki toplum en büyük tehdittir. O halde iktidar tekeli için hegemonyaya tabi tutulan toplum ile “sürekli bir savaş hali” zorunluluktur.
Onlar için toplum asla olağan bir hayat yaşamamalıdır. Düşünmemeli, sorgulamamalı, itirazsız itaat etmelidir. Çünkü olağan toplumsal hayatta, sınırsız hegemonya hali olan faşizme karşı toplumun özgürlük eğilimini harekete geçebilir. Tek tip toplum yaratma eksenli geliştirilen baskı ve zulüm karşısında farklı olan bunun ayırdındadır. Ve dayatılan sanallığın kendisi ile bir bağının olmadığın bilir.
Kürtlere karşı ‘sürekli savaş hali’
Modernitenin dayattığı hegemonya ve ulus devlet eksenli iktidar, kar ve sermayeyi garantiye almaya çalışır. Her alanda tekel yaratmak isteyen faşizm ne kadar etkili olursa olsun binlerce yıllık kadim bir toplum ve kültür geleneğini kısa zamanda yok edemez.
Doğal toplumun kültür geleneği en fırtınalı zamanlarda üstü beton ile örtülmüş bir mezarda ve zifiri karanlıkta kendisini toplumsal hafızanın en dibinde bile koruyabilir, nefes alabilir. İnkar ve imha siyasetinin zirvede seyrettiği katliamların ertesinde bile Kürt coğrafyasında Mezopotamya’nın kadim kültür geleneği yok olmamış, varlığını korumayı bilmiştir. İnkar ve imhaya dayalı ulus devlet hegemonyasının “sürekli savaş hali” en çok Kürtlere karşı hayata geçirilmiştir.
Kürt coğrafyasında normal bir toplumsal yaşayışa geçmeye müsaade edilmedi. Egemen ulus yaklaşımına göre “olağan yaşam” toplumun kendi yaşama durumunu yaratır. Bu ise farklılığını korumaya yol açar. Oysa egemenler için bu ciddi bir tehdittir, buna müsaade edilmemeli, gereken yapılmalıdır.
Gereken yapıldığında ise bu “sürekli savaş hali”nin sonuçları olacaktır. Sürekli savaş halinin en somut sonucu göç olgusudur. İster koşulların yarattığı “gönüllülük”, ister köylerin yakılıp yıkılması temelinde zorunlu gelişsin, her göç esasta bir sürgündür.
Kendinden sürgünün sonu trajiktir
Bir halk kendi coğrafyasından sürgün edildiğinde sadece kendi toprağından, doğduğu vatanından koparılmaz. Kendi kültüründen, tarihinden, kimliğinden, dilinden de koparılır. Birey ve toplum kendi doğasından, ruhundan, yaşadığı yerin suyundan, çiçeğinden, gökyüzünden ve bir bütün güzelliğinden, hatta kendi benliğinden koparılır. Bireyi kendinden koparmaya çalışan hegemon güç onu göçerttiği yerde cesede çevirmek için bir canavar yaratmıştır ve iştahla beklemektedir.
İnsanı kendinden koparan ulus devlet gücü, onu kendisinden sürgün etmeyi de başarmaya çalışır. Kendinden sürgünün sonu trajiktir. Somut sonuç; onursuzlaştırma, kimliksizleştirme, dilsizleştirme ve soysuzlaştırmadır. Kendi olmaya dair bütün anlam değerlerini yitiren insan bir paçavraya dönüştürülmüştür ve yaşadığı ölüm halidir. Buna karşı direniş ve kendi olmada ısrar ise insan olmakta ısrardır.
Kendinden sürgün edilen insanın bütün mücadelesi, kendisi için yemek bulmak ve karının doyurmak üzerine kurgulanmış olabilir. Ama biz, insanın dört ayaklı varlıklardan farklı olduğuna inanırız. Ve hiç kimsenin karnımızı doyurma karşılığında boynumuza tasma takmasına asla müsaade etmeyeceğiz. İnsanın varoluş gerekçesinin karnını doyurma ve yemek üstüne kurulu olduğunu iddia eden zihniyet kendinden sürgün edilmiş ve şahsında modernitenin şanlı bayrağını dalgalandırdığı zihniyettir.
Bu zihniyet için “beyaz adamın” hükmüne boyun eğip, onur ve haysiyetini bir tarafa bırakıp meclisin ceylan derisi koltuklarında oturmak sorun olmayabilir.
Ağaçlar meyve vermez oldular
İnsanın onbinlerce yıllık toplumsallaşma serüveninde insan olarak büyük anlam değerleri biriktirdiğini ve bu temelde insan olduğuna inanırız. Yaşadığımız coğrafyada son 30 yılda yıldızlaşan bütün özgürlük arayışçılarının kavgalarının en önemli nedenlerinden birinin onurlu ve haysiyetli bir yaşam olduğunu biliyoruz. Birilerinin bir ceket gibi çıkarıp astığı temel insani değerler için biz hayatımızı adıyoruz.
Bugün hala bu coğrafyada bir halkın en güzel çocukları, güneşe ve yıldızlara yakın mekanları tercih ediyorsa bunun en önemli nedenlerinden biri de insanı insan yapan anlam değerleridir. Ve bu anlam değerleri kıblemiz olmaya devam edecektir.
İnsan ve doğa içiçeliğinin doğal kültürün hakim olduğu bir yerde insan ve doğa aynı bedenin parçaları gibidir. Adeta birbirini besleyen kaynak konumundadırlar. Bu anlamda hep birbirlerine hayat verirler. İnsan ve doğanın adeta tek beden olarak yaşadığı coğrafyamızın kültüründe köyler yakılıp insanlar göçertildikten sonra insansız köylemizde, bir bakıma ihtiyaç duymadan da meyve verebilen ağaçların kurduğunu gözlemledik, tanığı olduk. Meyve vermez oldular.
Belki de binlerce yıldır doğa ile barışık ve onu hala kutsal sayan insandan ayrı düşen canlı doğa da kendinden bir parçayı yitirdiğinde bir yetimlik duygusu yaşamış, geçici de olsa yas tutmuştur.
Doğanın bu duygusunun yanında özgürlüğe sevdalı ve doğanın kalbinde yıllarca yaşamış biz arayışçılar için doğadan kopuşun bir yetimlik duygusu yaşattığını biliyorum. Doğal hayatta neredeyse kimliğimiz kadar bizim bedenimizin bir parçasıdır. Ve bizim direngen ruhumuzun en önemli kaynaklarından biri doğadır.
Ulus devlet tekelciliğinin kabusu
Güneş ve ona yakın mekanlardaki canlı doğal hayat, yani toprağın yeşili, çiçeği, kelebeği, meşesi, börtü böceği, ırmağın coşkusu, göğün mavisi, uçurum rüzgarı, özgürlük aşkımızı daha da büyüten ve çoğaltan tanımsız güzelliklerdir.
Dehşet denebilecek acılı yılların ertesinde on yılı aşkın bir zamandır bu ülkede neredeyse savaşa karşı barışı dillendiriyoruz. Kimsenin bir şeyini istemiyoruz. Sadece her insanın, her halkın bu dünyada kullandığı doğal yaşamsal haklarımızı talep ediyoruz.
Bizler için hayat hiçbir zaman oturup bekleme hali değil elbet. Kendi ile buluşma, kendini varetme ve özgür bir yaşamı gerçekleştirme temelinde bir oluş halinin sürekliliğidir. Egemenleri korkutan bu kendimizi hep yeniden varetme halimiz midir bilemiyorum!..
Coğrafyamızda topluma yönelik “sürekli savaş hali” politikasının işlevsiz kılınması, ulus devlet tekelciliğinin kabusu olsa gerek.
Yüksek duvarları, demir örgülerin çevremizi sardığı şu zindan denilen mekanda en büyük özlemlerimizden biri de can yitimlerini olmadığı savaşsız bir hayat. Ülkede barış ve çözüm önünde bir engel kalmadığında, çözüm önünde asıl engelin “sorunu çözmemiz istemiyorlar” diyen “ustalar” takımı olduğunu gördük. “İyi şeyler olacak” diyenler, dev ekranlarda idam mektupları okuyup ağlayanlar, birden savaşın kurmaylığını üstlenip, idam sever oldular. Bu durum şaşırtmadı. Ama bir ülkede rantla beslenen bir medya ve iktidar eliti düşünün ki, çoğu karnını, iktidar-kar-sermaye tekelinin ihale kazanından doyuruyor, hop oturup hop kalkıp Sri Lanka modeline methiyeler diziyorlar. Oysa methiyeler dizdikleri savaşın özünde bir soykırım savaşı olduğunu iyi biliyoruz.
Ruhunda harmanlanan faşizm şaşırtmıyor
Tüm ekranları kaplayan ve durmadan savaş borularını öttüren bu ölü-savaş seviciler nasıl türediler? Memleket seri üretim halinde uzman sürüyor savaş piyasasına. Endüstriyalizmde ustalaşan Çin, taklitçilik ile her şeyin sahtesini üretip ekonomi piyasasını sarsarken, bizdeki yeni yetme kar sermaya iktidarı da en ucuzundan ve seri halde durmadan uzman üretiyor. Elbette ki bu da bir “ustalık” işidir!!
Ekranlarda savaş narası atan neferlerin ruhunda harmanlanan faşizm şaşırtmıyor. Buna karşı acı olan kendinden sürgün olan insanın tavrıdır. Soykırım naralarının atıldığı bir ortamda, kendine, ruhuna, kimliğine, onuruna sahip çıkmayıp seyirci kalan insan, ait olduğu değerlerden yana bir tavır takınmıyorsa, o birey kendinden de sürgün edilmiştir.
En dehşetengiz durumun bile ruhunda bir yaprak dahi kıpırdatmadğı birey nasıl unuttu ruhunu. Kasabın elindeki bıçağı gören bir koyunun bile dehşet bir tepki verdiği gözlenmiştir. O halde insanın sorası geliyor; yediden yetmişe canına susamışların koşturduğu şu arenada senin için olan, senden olan, senin yaşam hakkından yana olanlar yerine neden katline ferman yazanların avuçlarına bırakıyorsun ruhunu...
Kendinden sürgün edildiğin coğrafyadan haberin var mı bilemiyorsun? Bir su kıyısında Evrim’in ve Mustafa’nın bedenini yakan ateş senin de ruhunda yangınlar çıkarmıyorsa, tüm bedenlerimizi boydan boya kaplayan toplu mezarlara, asit kuyulurına kayıtsızsan, yıllardır sadece başında ağlayacağı bir mezar isteyen ve sevdiğinin, can paresinin kemiklerini arayan bir annenin, bir eşin, oğulun, genç kızın yüreğine dokunabilecek bir yüreğin yoksa ve onların gözyaşına kendi gözyaşından bir damla katamıyorsan, sen kendinden sürgünsün.
Adını sildiler bütün kitaplardan
Sadece çocuklarımızın ömrü değil, hepimizin ömrü, ruhu, terihi, anısı, doğası, gökyüzü, dünü-bugünü-yarını talan... Ömrüne reva görülen tek şey soysuzlaştırma. Katline ferman verenlerin adı kocaman tabelalarda asılı duruyor, kapısında bir cehennemin. Darağacına giden dedelerinin üstü betonlanmış, mezarları hala meçhul... Asıl meçhul olan sensin! Farkında mısın?
Değilsen!.. Sen kendinden de sürgünsün.
Adını sildiler bütün kitaplardan, insanlığa yeni icatlar sunan star’ların anadilinde söylediği o güzel şarkıların melodisini veren dilin tehdit altındaki dillerdenmiş. Tehdit altında olan sadece dilin mi? Ya yüreğin nerede? Bütün kentlerin varoşlarında açlıkla terbiye edilen, sokaklarda sefalete mahkum edilmiş, karda, yağmurda üryan dolaşan, elleri ve yüreği üşüyen çocuklarımız için bir şey hissetmiyorsan, sen kendinden de sürgünsün.
Ruhumuzu ve yüreğimizi aydınlatan yaşam kaynağımızın ışığı dehşet bir tecrit ile kuşatılıp, ömrümüz yeniden mezar karanlığına mahkum edilmek isteniyor. Karanlık ile kuşatılan senin evrenin. Ve bu karanlığa izin veriyorsun.
Sen kendinden de sürgünsün.
Dehşet bir ölüm sessizliğinin ve sürgünün hüküm sürdüğü bir karanlıkta, tarihin bütün sevdalarının güzelliğinden bir güneş yarattılar ve parçalandı önrümüzü örten beton.
Yeryüzü tanrılarının hükmü sona eriyor
Güneşin ülkesinde bahar yağmurlarıydılar. Her damlada toprağa düşen tohum, yeşeren çiçek, coşan ırmak, rengarenk güllerin kokusu ve sevdası, şiiri, aşkı, masmavi gökyüzünün diliydiler. Özgürlük sevdasının özleminden, yarıp göğüs kafeslerini, yürekleri avuçlarında, keşfine çıktılar yeni bir dünyanın. Anaya dönüşün, özgürlüğe akışın ve sonsuz mavi denizlere ulaşmanın ışıl ışıl bir yarının gül yüzlü çocukları...
Şimdi yüreğimizin engin denizlerinden, dağ başlarının uçurumlarından son günün şafağına ışığı taşıyorlar. Ve zebanilere inat son şarkısını söylüyorlar özgürlüğe kavuşmanın, şafağa ulaşmanın. Yeryüzü tanrılarının hükmü sona eriyor.
Ellerini uzat, yerini unuttuğun kalbine dokun ve hatırla! Aç gözlerini, görebilirsin. Lal değilsin konuşabilirsin. Bir sözün olmalı bugün; yeni Halepçeler yaşanmasın, ırmaklarımızın kıyısında kendi bedenini ateş topuna çevirmesin diye sevdanın çocukları, bir Hediye daha çıkıp gitmesin diye hayatımızdan.
Bir sözün olmalı, at adımını, yürüyebilirsin.
İnsan kendisinin tanrısı, müebbetlik bir sürgüne mahkum değilsen kendinden kendine dönebilirsin.
Dön güneşe yüzünü ve aç yüreğini görebilirsin.
Hayatın bütün gücü, enerjisi orada, başarabilirsisn.
Başaracağız. Başka bir ihtimal yok.
HAYATİ KAYTAN / Kırıkkale F Tipi Cezaevi
