Şerif DERİNCE*: Kürtlere karşı nefret söylemi ve ırkçılık


Oysa, gündelik hayatın gerçekleri ne inançlara ve kültürlere eşit davranıldığını ne de bunların barış içinde olduklarını göstermektedir. Örneğin, 15 Eylül 2014 tarihinden itibaren IŞİD tarafından yoğun saldırı altında olan Kobanê’deki duruma dair sosyal medya hesabı üzerinden paylaşımda bulunan Sarıyer Spor’un kaleci antrenörü ve teknik direktörü, Türk milliyetçisi bir grup tarafından "PKK yanlısı" denilerek linç edilmek istendi. Saldırıda teknik direktör yaralanarak hastaneye kaldırıldı. Konu ile ilgili haber yapan ana akım medyanın hepsi konuyu, "Sarıyer taraftarı bir grubun tepkisi" olarak verdi. Oysa gerçekte, protestodan ziyade bir linç girişimi oldu ve taraftarlardan ziyade MHP bayrakları da taşıyan ülkücüler ve diğer ulusalcılar bu girişimde bulundu. Linç edilmek istenen kaleci antrenörü Diyarbekirli bir Kürt ve teknik direktör de bir önceki sezon Diyarbakır Büyükşehir Belediye Spor’u çalıştırmıştı. Dolayısıyla saldırı salt sosyal medyada yapılmış paylaşımın kendisine karşı değil, antrenörlerin birinin Kürt, diğerinin de daha önce Diyarbekir’de çalışmış olmasından dolayı yapılmıştı.
Sarıyer’deki bu linç girişiminin olduğu dönemde İstanbul’un birçok bölgesinde yine Kobanê eylemlerine karşı ayaklanmış milliyetçi, faşizan grupların Kürtlere, evlerine ve işyerlerine saldırılar oldu. Açık bir şekilde Kürt karşıtı olan bu saldırılar, daha önceki dönemlerde defalarca yine Kürtlere yönelik olduğu gibi; Alevilere, LGBTİ’lere, yaşlı Ermeni kadınlara da yapılmıştı. Bazı saldırılar sonucunda insanlar katledildi. Aynı şekilde Karadeniz ve Ege bölgelerinde, Marmara ve Akdeniz bölgelerinin bazı yerlerinde de, özellikle mevsimlik tarım işçisi olarak çalışan veya inşaatlarda güvencesiz olarak çalışan Kürtlere yönelik de saldırılar oldu. Kürtçe konuştuğu için dövülerek öldürülen 20 yaşındaki Mahir Çelik örneğinde olduğu gibi saldırıların bir kısmı ölümle sonuçlandı. Bu saldırıların hiçbiri ne geniş Türk kamuoyu tarafından kınandı ne de ana akım medyada yer bulabildi. Yer bulanlar ise çoğu zaman saldırganların siyasi motivasyonları, saldırıya maruz kalanların da kimlikleri görmezden gelinerek servis edildi.
Bahsi geçen saldırılar, insan hakları örgütleri, muhalif medya kaynakları ve duyarlı sivil toplum çevrelerinde "nefret söylemi", "ırkçılık" ve "ayrımcılık" gibi kavramlarla açıklandı. Bu kavramlar birbirleriyle ilişkilidir. Hepsinin temelinde milliyetçilik, önyargılar, tahammülsüzlük, cinsiyetçilik, kolektif kibir, ötekine dair korku, öteki düşmanlığı, homofobi ve hizipçilik bulunur. Ancak bu kavramlar aynı durumları ifade etmedikleri gibi siyasal ve sosyal etkileri de aynı olmamaktadır. O halde bu kavramlara kısaca bakmakta fayda vardır.
Herşeyden önce "nefret söylemi" ve "ayrımcılık" gibi kavramlar, çoğunlukla söz konusu eylemi veya söylemi önplana çıkarmakta, kimin veya kimlerin bunu yaptığına yeterince vurgu yapmamaktadır. Ayrıca her ikisi de sınıftan, cinsiyetten, kimlikten ve inançtan bağımsız olarak herkes tarafından herkese karşı yapılabilmektedir; ancak hangisinin "kabul edilebilir" hangisinin "olmadığını" egemenlik pozisyonu belirlemektedir. Örneğin; son yıllarda nefret söylemi ile ilgili epey bir kamuoyu üretildi; hükümet, nefret söyleminin suç olduğuna dair kanun da çıkardı, ancak pratikte söz konusu nefret söylemi sadece başörtülü kadınlara yönelik yapıldığında suç olarak kabul görmektedir. Oysa, iktidarın ve muhalefetin Kürtler, Ermeniler hakkında ürettikleri nefret söylemlerinin haddi hesabı yoktur ve hiçbirinden de hesap sorulmamaktadır. Aynı durum "ayrımcılık" için de geçerlidir; yasalar hiçbir kimsenin "dili, dini inancı, etnik kimliği, cinsiyeti yüzünden ayrımcılığa uğrayamayacağını" söylese de, gündelik hayatta ve siyasette, egemen kimlikler dışındaki tüm kimliklere karşı gündem bile olamayan sayısız ayrımcılık örneği mevcuttur. Yine, nefret söyleminin ve ayrımcılığın "kötü" olduğunu dile getirip, tüm ince ve sert biçimleriyle hangi pratiğin nefret söylemi ve ayrımcılık olduğunu yeterince öne çıkarmamak da başka bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Öte yandan, "ırkçılık" kavramı hakikati daha çıplak bir şekilde ifade eder. Nefret söylemi ve ayrımclıktan farklı olarak, ırkçılık etnik ulusal tahakkümün olduğu yerde, egemen ulusun ezilen ulusa baskı, dayatma, şiddet ve sindirme politika ve pratiklerini doğrudan karşılar. Türkiye’de Kürtlere yapılan saldırılar bu türden bir etnik ulusal tahakkümün sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu saldırıları ırkçılık olarak nitelendirmek daha yerinde olacaktır.
Irkçılığın eğitim ile ilişkisi
Özellikle liberaller ve aydınlanmacı çevrelerde ırkçılık, nefret söylemi ve ayrımcılık gibi pratiklerin temelinde eğitim eksikliği yatmaktadır. Oysa bu tür pratikleri olan kişilere bakıldığında her eğitim seviyesinden insana rastlanabilmektedir. Dolayısıyla söz konusu pratikleri eğitim eksikliğinden kaynaklanmamaktadır. Aksine, Türkiye’de işlenildiği biçimiyle, eğitimin kendisi nefret söylemi ve ırkçılığın üretildiği, dolaşıma sokulduğu ve yeniden üretildiği alanların başında gelmektedir. Bu durumda daha eğitimli olmak, nefret söylemi ve ırkçı pratiklerin daha az kullanılmasına yol açmıyor. Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat Bölümü başkanı Profesör Ahmet Atan, Gezi eylemleri ile ilgili "Yahudi, Ermeni ve Rum’sanız Gezi eylemlerinde aktif rol almanızı anlayışla karşılıyorum. Lütfen soyunuzu araştırın" şeklindeki ırkçı ifadeleriyle Yahudi, Ermeni ve Rum kimliklerini, Türkiye’ye zarar vermek isteyen "düşman unsurlar" olarak tanımladı. Benzer şekilde İstanbul'da farklı sosyo-ekonomik yapılardan ailelerin çocuklarının katıldığı 20 kadar öğretmenle yapılan bir araştırmaya göre, görüşülen öğretmenlerin tamamı, okullarında öğretmenler tarafından kültürel meseleler üzerinden ayrımcılık yapıldığını göstermektedir. Araştırmaların genellikle adını koymadıkları bu "kültürel meseleler", tıpkı Sarıyer örneğindeki "taraftarlar" mevzusunda olduğu gibi, sözkonusu; çocukların Kürt olmasıdır.
Siyasi tercihler ile ilişkisi
Irkçılık, etnik bir tahakküm meselesi olduğu için farklı siyasi parti tercihleri olsa da aynı egemenlik pozisyonunda konumlanan herkes ırkçı söylem ve pratikleri geliştirmeye müsaittir. Nitekim, batı kentlerinde Kürtlere yönelik ırkçı linç girişimlerinde genellikle siyasi parti bayrak ve flamaları yerine Türk bayrağı kullanılmaktadır. Ancak saldırgan ırkçıların kullandıkları slogan ve işaretlerden daha çok ülkücü olduklarını çıkarabilmekteyiz. Oysa linç girişimi için toplanan kalabalığın özellikle orta ve arka sıralarında bahsettiğimiz ulusal tahakkümden nemalanan farklı siyasi parti yandaşları da yer almaktadır. Birçok sosyal medya ortamında ve medyada farklı görüşlerdeki grupların Kürtlere karşı linç girişimlerinde benzer veya birbirine yakın söylemleri benimsediklerine sık sık şahit olmaktayız. En son 2014 yılında yapılan yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi, batı kentlerinde HDP binalarına, mitinglerine ve seçim çalışmalarına karşı yapılan saldırılar, farklı siyasi partilerin güçlü olduğu bölgelerde ortaya çıktı. Bu da Türkiye’de ırkçı pratiklerin sadece belli bir siyasi eğilimde olan kesim tarafından değil, toplumun geniş kesimleri tarafından onaylandığını göstermektedir. Bireysel olarak kimisi, Kürtlerden veya başka bir topluluktan nefret etmediğini, kendi kimliğini onlardan üstün görmediğini ve bu yüzden de ırkçı olmadığını söyleyebilir. Ancak bu durumdaki birçok kişi, etnik ulusal tahakkümün yarattığı olanaklardan farkında olmadan da olsa yararlanmakta ve ırkçı rejim sayesinde sahip olduklarını elinde tutmaktadır.
Bunun üzerine bir de farklı siyasi partilerden olmasına rağmen, Kürt meselesi konusunda genelde birbirine yakın söylemler kuran siyasi parti temsilcileri de yine geniş toplumun yaklaşımından farklı bir noktada olmadıklarını göstermektedir. Hatta, siyasi parti temsilcilerinin bizzat ırkçı söylemlerde bulunması, halk tarafından ırkçı linç girişimlerinin de meşrulaştırılmasına neden olmaktadır. Bu girişimlerin medya tarafından yine ırkçı kitlelerin perspektifiyle gösterilmesi, saldırganların ve ırkçı söylem kuran kişilerin herhangi bir cezai işleme maruz kalmamaları da ırkçılığın daha da sıradanlaşmasına ve kurumsallaşmasına tümden katkıda bulunmaktadır.
Irkçılığın Kürtlerde karşılığı
1970‘lerden itibaren Kürdistan’dan batıdaki Türk metropollerine göç eden Kürtlerin önemli bir kısmı ekonomik beklentilerle göç ettiler. Bu şehirlerde tutunmak için ezilme, sömürülme pahasına etnik ulusal tahakküme göre hayatlarını şekillendirmeye çalıştılar. 1990’larda köy boşaltmalar, zorla yerinden edilme ve savaştan kaynaklı olarak köylerini, kentlerini terk ettiklerinde, esas olarak devlet eliyle ırkçılığa maruz kalmışlardı. Zira başlarına gelen tüm kötülükler, Kürt olmalarından kaynaklanıyordu. Ancak 2000’lerden itibaren batı kentlerinde Kürtler ile Türklerin iş imkanları başta olmak üzere birçok alanda karşı karşıya geldikleri noktada, toplumsal ırkçılığın da son derece güçlü kökleri olduğu ortaya çıkmış oldu. Hem devletin hem de toplumun bu ırkçılığının temelinde kendi lehlerine çalışan etnik tahakkümü sürdürme isteği yatmaktadır. Ancak her geçen gün genişleyen örgütlü yapısıyla, Kürtlerin büyük bir kesimi kendilerine dayatılan bu tahakküme karşı aktif mücadele etmektedir. Bu da karşılaşma anlarında ödenen bedellerin daha da ağır olmasına sebebiyet vermektedir. Şimdi devleti de geniş kamuyonu da daha iyi tanıyan Kürtler gittikçe daha fazla ulusal kimliklerine sahip çıkmakta, Türk etnik kimliğinin sahip olduğu tüm siyasi, sosyal ve ekonomik hakları eşit bir şekilde kullanmayı talep etmektedir. Buna karşılık, devlet de Türk kamuoyu da egemenliğini paylaşmamak için ırkçılığının dozunu arttırmaktadır. Son dönemlerde artan ırkçı saldırılar bu durumla yakından ilişkilidir ve Kürt tarafında Ortadoğu'da ağır bedeller ödenerek elde edilen kazanımlar arttıkça Türk tarafında da ırkçı saldırıların fazlalaşması muhtemeldir.
* Koç Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Zan Enstitüsü üyesi
