ŞEYHMUS DİKEN: Kürt ne bilir!

Haberleri —

Daha ilkokullu yıllarımızdan başlayarak öğrendik ve öğretildik ki; Kürt diye bilinen kavim aslında özbeöz Türk’tür, hemi de Türkün has evladı Oğuz boyundan Kayı soyundandır. O denli cesur ve öncü bir kavimdir ki; Orta Asya’nın verimi kalmamış bozkırlarından Bahri Hazer’in güney ve kuzey çeperlerinden hep batıya Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasına çeşitli kollarla sökün ederken, yol iz vermez dağların sarp yamaçları ve yarlarından yol açmış ardından gelen artçılara. Yol açarken karda ayaklarındaki lekan’larla patır kütür, kart kurt ederek izler bırakmışlar.

Sonra gelip yüksek yerlere, yaylaklara ovaya nazır tepelere yerleşmişler. İşte Türk'ün o öncü kuvvetine ayak sesi kart kurta izafeten Kürt denmiş, aslı buymuş Kürd'ün vesselam.
Eehhh! Yolda yürür, yol açarken iz bırakanın, yerleştiği coğrafyada sofradaki kültürü de tabi olduğu kavmin yolundan olurmuş zahir!
Bu sebeple, demişler ki Kürd'e; xirçiklî meftune, içli köfte, sumaklı bıçak kıyması dolma, keledoş, kalek, meyîr, nardanaşı, kibe bumbar, keşkerun, devşewitî, kenger meftunesi ve dahi bildiğiniz veyahut bilmediğiniz bütün taamlar ve damak tatları Türk'ün öz mutfağının ürünüdür.
Kürt mutfağı denilen; aslında olmayan mutfaktır. Çünkü Kürt kültürü diye bir şey yoktur, olmayan mutfaktır. Bilinmektedir ki Kürt mutfağı diye bir şey yoktur. Çünkü Kürt kültürü ne hayvancılık ne de tarımcılık üzerine gelişmiştir. Ne de yerleşik hayat üzerine bir kültürdür. Kürt mutfağı; Arap, Türk, İran, Süryani, Ermeni mutfaklarının kırmasıdır. Kürtlerin millet olamamasındaki en önemli olgulardan biri de; mutfaklarının ve folklorlarının olmamasıdır.(Uludağ Sözlük-Kürt mutfağı).
Oysa işin aslı böyle midir?
Değil elbette…
Tarihi çevirdiğinizde karşınıza çıkan kaba ve basit haliyle şudur: Devri Osmanlıda Türk, itibar görmeyen kavmin adıdır. Sarayda Türk adıyla anılana asla güvenilmez. "Etrak-ı bı idrak"tır Osmanlı'da Türk'ün adı. Yani ez cümle anlayışı, izanı kıt Türk’tür.
İşte, tam da altıyüz yıllık Osmanlı mülkü ve mirası artığı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti öyle bir beceri şansına sahip olmalıydı ki; kendine ait olmayan ne varsa İmparatorluk mirasından devralarak Türk’e ait kılmalıydı.
1925 Şeyh Said kıyamından sonra Takriri Sükûn ve (Mecburi) İskân Kanunlarıyla Kürd'ü bırakınız ötekileştirmeyi, yok saydığı gibi, Kürd'e ait olanın nesi varsa hepsini Türk ve Türk’e ait saydı.
Kürt vahşiydi. Dağları bekleyen ve dil bilmez, iz bilmez, yol bilmez bir göçebe topluluktu. İlkel çağlarda olduğu gibi avcılık ve toplayıcılıkla geçinir, yaban hayatını ilke edinir. Doğada bulduğunu ateşe atarak yemeği yemek kültürü sayardı. Dolayısıyla yerleşik hayatı olmayanın mutfağı ve mutfak kültürü de ol(a)mazdı.
Elbette vurgu atasözü ile yapılmalıydı; "Kürt ne bilir bayramı / hor hor içer ayranı". Ya da "Kürt ayranı bol bulunca başına döker(miş)".
Tarih boyunca sömürgecilerin ve sömürge ulusların geçmişine baktığımızda somut veri olarak ortaya çıkan şudur: Sömürgecilik sadece sömürge topraklarını talan ve işgal etmez. Bu neviden toprak işgali, kaba haliyle bir egemenlik tesisidir.
Aslolan sömürge topraklarına toprak katarken, sömürge ülkenin kültür ve kimliğine dair nesi varsa onu tümüyle tersyüz ederek, alaşağı hatta baş aşağı ederek kendi kültür hanesine kaydedip kazımaktır.
İşte Kürdistan coğrafyasına baktığımızda, kaba haliyle olan biten budur.
1930’larda Mustafa Kemal’in talimatıyla kurdurulup başlatılan Türk Tarih ve Dil Tezi’nin en temel felsefesi; 'Güneş Dil Teorisi'dir. Yani garip ve tuhaf bir tez olan dünyanın bütün dillerinin kaynağının Türkçe'den doğduğunun izahıdır. Ve dahi Hitler'e, Mussolini'ye malzeme olabilecek boyutta kafatası ölçümlemesiyle saf ırk tespiti çalışmalarıdır.
Böylesine bir Tarih Bilinci ve Dil-Tarih Tezi ile dünya sahnesine çıkan Bir Yeni Cumhuriyetin doğal olarak kendisinin dışındaki diğer bütün kavimleri yok sayması daha anlaşılır bir duruma eviriliyor ister istemez.
Öyle bir bilinç yarılmasına dönüşüyor ki; Kürtlük zaman içinde aşağılanan, mutsuzlukla eşleşen, her türlü kötülüğün, şer odaklarının, şakiliğin, eşkıyalığın kaynağı bir duruma delalet ediyor. Hatta Kürd'ün bizatihi kendisi bu verili resmi hale inandırılıyor. Çünkü Kürt, artık Kürt olmadığı Türk olduğu için adeta rahatlıyor.
Kürdü paşa etmişler önce babasını asmış. Ağaçtan maşa, Kürtten paşa olmaz. Kürde bisiklet, Zazaya jilet, hamala radyo ne lazım. Acemi nalbant, Kürdün eşeğinde dener acemiliğini. Ve daha niceleri. Saymakla bitmez.
Kürdün müziği, sanatı, el becerisi, doğasından doğal olanaklarla derlediği organik bitkileri aklınıza ne gelirse tümü aslında özbeöz Türkün malıdır, yani Türk’tür, Türk ırkına, ahfadına mensuptur. Hatta Türk'ün size garip gelecek standardı bile vardır, Türk Standartları Enstitüsü!
Bütün bu garip ve tuhaf karmaşadan sonra ortaya çıkan tablo şudur:
Şimdi demiri tersine bükmenin vaktidir.
Kürt halkının zengin şeceresinden ne çalınmışsa, ne koparılıp götürülmüşse tümünü gerisin geri alma, haneye yeniden yazdırmanın vaktidir.
Bu kazanım kudreti Kürd'ün siyasal mücadelesi ve varoluşu ile mümkün kılınmıştır. Yıllarca Türk Musikisi, Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği başlıkları altında nasıl, Kürdili Hicazkârlar, Muhayyer Kürdiler, Acem Kürdiler, Türk sayıldı ise; Türk Mutfağı başlığı altında da kadim Kürdistan coğrafyasının, başta Kürt olmak üzere Ermeni, Süryani, Arap ve diğer halklara ait mutfak kültürleri egemen sömürgeci ulus olan Türk Kültürüne savaş ve talan ganimeti olarak kaydedildi.
O halde şimdi yeniden Kürtler ve talana maruz kalan halklar mutfaklarına, müziklerine, kültürlerine sahip çıkacaklar.
Bunun birkaç yolu ve alt başlığı var. Öncelik kadınlardadır. Eski otantik yemekler nasıl yapılıyorsa, yeniden tarif ettirilerek orijinal haliyle görsellik ve sözlü tarih mantığıyla yeniden yapılarak / yaptırılarak kayıt altına alınacak. Yemek isimleri orijinal halleriyle ısrar edilerek yazılacak.
Kürdistan şehirlerinde belediyeler Kürt Mutfak Kültürü'nü teşvik eden mekanların açılmasına destek olacak, yönlendirecek. Açanları konuklarına tavsiye edecek. Dünyaya anlatacak.
Aslında iktidar olmak, galiba biraz da böyle bir şey olsa gerek. İktidar olmak, sadece siyaseten temsil hakkını kazanma ile bitmiyor.
Eğer halkınızın konuştuğu dil sokağın, pazarın dili değilse aslında siz de yoksunuz. Çarşıda pazarda fast food kültürü hükmünü dayatıyorsa ve siz de coğrafyanızda iktidar olarak çaresiz kalıyorsanız iktidarınızın zerre kadar ehemmiyeti olamıyor maalesef.
Karacadağ'ın üç şehre Urfa, Mardin, Diyarbakır eksenine yayılan ovalarında bahar yağmurları ve şimşekleri ile kendiliğinden toprağın böğrünü yararak çıkan Kemê Mantarı, İstanbul’da spesiyal Keme kebabı olarak pazarlanıyor ve çok yüksek fiyata satılıyor adınız dahi dile gelmiyorsa geçmiş ola iktidar olmaklığımız elden avuçtan kum taneleri gibi akıp gitmiştir haberiniz ola.
Galiba yepyeni bir rönesansa ihtiyacımız var. Müziğimize de, mutfağımıza da, kimliğimize de kültürümüze de sahip çıkacağız. En başta da dilimize tabi! Başka yolu yok.
Bir yanda küresel kapitalizm doğayı alabildiğine yok ediyor. Organik kültür diye bir şey tanımıyor. Ürünlerin genetiği ile oynanıyor. Bütün doğal ürünler yok edilip, her yıl bir kez yeşerip sonra yok olan GDO toplumu egemenlik kuruyor.
O halde bir yanıyla küresel kapitalizmin Genetiği Değiştirilmiş Organizmaların (GDO) dayatmasına, öbür yanıyla kültürümüzü, kimliğimizi, musikimizi, mutfağımızı yok sayıp kendine ait kılmakta ısrar eden sömürgeci anlayışa cepheden tavır koymak için inadına Kürt Müziği, inadına Kürt Mutfağı, inadına Kürt Dili demek gerek.
Hatta bu da yetmez!
Kürdistan’ın kadim ve halklar harmanı coğrafyasının diğer kimliklerini de sürdürmelerine el vermek için Kürdistani bir bakış açısına iktidar olmaklık üzerinden sahiplenmeye şiddetle, kıymetle ve heyecanla ihtiyaç var.

seyhmusdiken@gmail.com

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.