Şiddetin evrimleşmesi
Forum Haberleri —
- Erkek egemenlikli sistemin şekillendirdiği eşitsiz, adaletsiz ve kadın düşmanı zihniyet, tarihten günümüze, kartopu gibi büyüyerek varlığını sürdürüyor.
ELİF AKGÜL ATEŞ
20. yy. Big Beng (büyük patlama) teorisinin keşfi, evrenle birlikte ilk hücresel canlı oluşumunu da ilgilendiriyordu.
Biyolojik ve atropolojik keşifler gezgenimiz ve canlı organizmaların evrimleşme süreçlerine ilişkin olağanüstü bilgiler sunmaktadır.
İnsanın gelişiminde, Neandertal’den Homo Sapiens’e kadar, anatomik bakımdan yaşanan kesintiye karşın, kültür konusunda gerçek bir süreklilik gözleniyor.
Bilinç ve onun sonucu olan sembolik ve soyut düşünce, kuşaklar boyu yavaş yavaş gelişerek evrimsel gelişim ve dönüşüm sağlamıştır.
Bilim insanlarının yaptığı Mitokondril ve nükleer DNA analizlerine dayalı bulgular sonucu, modern insanı temsil eden Homo Sapiens’in, yaklaşık 100 bin yıl önce evrim sonucu ortaya çıktığı tahmin edilmektedir.
Darwin 1859 tarihinde yayımladığı “Türlerin Kökeni” adlı kitabında, insanın hayvanlar dünyasının bir parçası olduğunu ve tıpkı diğer türler gibi değişim geçirdiğini savunan Evrim teorisini yayımladı.
Evrim teorisi, insan dahil bütün canlı türlerin ortak bir atadan türemiş olduklarını ve milyonlarca yıl süren evrim süreci sonucu bugünkü görünümü kazandıklarını öngörmektedir.
Türlerin davranış ve görünüm özelliklerinin zamanla nasıl değişime uğradığını, zaman içinde nasıl alt türlere bölündüğünü ve bu sürecin nasıl zincirleme bir biçimde sürüp gittiğini açıklar.
Nitekim bilim insanları, arkeolojik araştırmalarla, elde ettikleri fosil bulgularla insan soyunun ilk atasının özel bir tür primat olduğunu kanıtladılar.
Darwin’in “doğal seçilim” kuramı, doğada sürekli bir yaşam mücadelesi olduğu ve bu mücadelede "değişime açıklık ve uyumluluk" içinde olan canlıların hayatta kalabileceği tespitine dayanır.
Buna göre; bulunduğu çevreye en iyi uyum gösteren canlılar hayatta kalır, bunlardaki genetik bilgi gelecek kuşaklara aktarılır ve bu bilgi, türün yaygın özelliği haline gelir.
Böylece insan türünün kültür konusunda gerçek bir süreklilik gösterdiği, bilinç ve onun sonucu olan sembolik ve soyut düşüncenin kuşaklar boyu yavaş yavaş geliştiği tesbiti, Darwini kanıtlıyordu.
Sosyal Darwinizm, Evrim teorisinin yeniden yorumlanarak sosyal alana uyarlanmasıdır. Doğal seçilim kuramında olduğu gibi bireyler, gruplar veya uluslararasındaki rekabetin, insan topluluklarında sosyal evrime neden olduğunun savunur.
Sosyal Darwinizm'i geliştiren Herbert Spencer, Darwin’nin "değişime açıklık ve uyumluluk" kavramını "güçlü" olarak tasarımlayarak, faşizme ideolojik temel oluşturmuştur.
Buna göre üstün bireyler, ırklar güçlü oldukları için yaşam kavgasını kazanır, zayıf kesimler ise sistem dışı kalır. Faşizm ve Nasyonal sosyalizm bu ideolojik temele dayanır.
Faşizmin en acımasız yüzünü yansıtan bu ideolojik yapılanmalar, ırkçı, saldırgan ve cinsiyetçi karekteri ile bir yandan başka halklar üzerinde hegemonya kurmaya çalışırken, öte yandan kendi toplumsal yapıları içinde yarattıkları eşitsizlik, baskı, şiddet ve sömürü üzerinden varlıklarını sürdürmektedirler.
Hitler faşizmi, Alman ırkını üstün olarak görürken,Yahudileri aşağı ırk görerek imhasını hedefledi. Toplumda güçsüz olarak nitelendirdiği kadını aşağılarken, erkeği kutsayarak erkek egemenlikli toplum sisteminin en iyi mirasçılığı hakkını veriyordu. Hastalar, sakatlar ölümü hak ediyordu bu ideolojik sapkınlığa göre.
Günümüzde Erdoğan şahsında ifadesini bulan Türk devlet faşizmi de, Kürtlere ve kadına karşı kullandığı şiddet ve baskı yöntemleri ile, aynı karekteristik özellikleri taşımaktadır.
Yine IŞİD, Taliban gibi dinsel motifli oluşumların ideolojik yapılarına bakıldığında, faşizmi karakterize eden şiddet tanımlamalarını kendi varlığında bütünleştirdikleri görülür.
Günümüzde Kapitalist sistemin de esin kaynağı olan Sosyal Darwinizmin acımasız fikriyatı, aslında doğa yasalarıyla çelişiyor.
Doğada var olan hiçbir hayvan türü, başka tür üzerinde şiddet uygulayarak iktidar kurup, onu sömürmeye, yok etmeye, doğal yaşam dışına itmeye çalışmaz.
Sadece yaşamlarını sürdürmek için ihtiyaçları kadar doğadan faydalanır. Ancak insanda var olan bencillik, açgözlülük, iktidar hırsı güdülerinin insanı nasıl akılalmaz vahşiliğe sürükleyerek, kendi türünü yok edebilecek kadar canavarlaştırdığını, doğal dengeyi nasıl tahrip ettiği geçekliğini görmemektedir.
Oysa düşünen, toplumsal, kültürel bir varlık olan insan, başta kendi türü olmak üzere bir bütün doğaya karşı geliştirdiği tahakkümcü eğilimleri aşma kapasitesine sahiptir.
Bu yaratıcı kapasitesini diğer canlı varlıkların yaşam zincirinden farklı olarak eşitlikçi bir sistem oluşturma yetisine dönüştürebilir.
Şiddetin sosyolojik, biyolojik, psikolojik dayanakları
tarih boyunca bilim insanları hep insanın karmaşık doğasına anlam verme arayışında olumuşlardır.
İnsanlarda var olan şiddet eğilimi doğuştan mı, yoksa sosyal yaşam içinde öğrenilmiş bir davranış mıdır?
Aslında günümüzde yapılan tüm bilimsel araştırmalar, her iki tezin doğruluğu konusunda bir ortaklaşma yaşandığını gösteriyor.
Bu tartışma tıpkı ışığın dalga mı, parçakı mı tartışmasını andırıyor. Oysa ışığın hem dalga hem parçacık olduğu kanıtlanmıştır.
Cashdan, “İnsandaki saldırganlık, diğer hayvanlardakine benzer şekilde doğal olarak evrimleşmiş bir fenomen. İnsandaki saldırganlığı hayvanlardakinden ayıran şey ise, buna yol açan duygunun karmaşıklığı. İnsanlar, sosyal ilişkilerinin karmaşıklığı ve yüksek derecede gelişmiş sosyal zekaları açısından çok özel bir tür. İntikam ve kin duyguları çok köklü sosyal duygular ve diğer türlerde neredeyse hiç rastlanmıyor.” diyor.
Şiddet olgusunu evrimsel olarak ele alan bakış açısı, şiddetin ilksel nedenlerine dair açıklamalar sunarken, bunu, evrimleşme süreçlerine paralel olarak kendini yeniden üreten sosyolojik, psikolojik, biyolojik etmenlere de bağlamaktadır.
Bu teori insanın geçirdiği evrim süreçlerinin genetik şifreleri gibi, toplumları var eden kültür ve dilin de bu evrim sürecinde genetik olarak aktarıldığını göstermektedir.
Fransız filozof Jean-Marie Domenach, şiddetin psikolojik, ahlaksal ve siyasal yönleri olduğunu, bireysel ve toplumsal şiddet olgularının temelinde, insanlık tarihi boyunca süregelen birikimlerin bulunduğunu savunmakta.
Kuşkusuz bu şiddet mekanizması, egemenliği ve gücü elinde bulunduran bir kesim tarafından, bilinçli ve sistematik olarak kurgulanarak pratikte yaşama geçirilmektedir.
Stephan Hawkinge göre, ‘İnsanın evrimi 3,5 milyar yıllık Darwinist açıklamadan sonra şimdi başka bir aşamaya ulaşmıştır.
Artık kuşaktan kuşağa genetik bilgi aktarımının yanı sıra, dışsal bilgi aktarımı da söz konusudur. Yalnızca genlerden oluşmuyoruz.
Taş Devri’ndeki atalarımızdan daha güçlü ve zeki değiliz belki. Ama bizi onlardan ayıran şey son 10.000 yılda, özellikle de son 300 yılda kümülatif olarak arttırdığımız bilgidir.‘
Klasik Psikanalizin öncüsü Freud, şiddeti daha çok birey kişiliği bazında ele alır. Freuda göre ego, süperego karmaşık sistematik ilişkilerle insan kişiliğini oluşturur.
Buna göre, insan davranışlarının kökeninde eros veya libidonun yani yaşam enerjisi olduğunu, saldırganlığın ise libidonal dürtülerin doyurulmasının engellenmesinden dolayı ortaya çıkan bir tepki olarak tanımlar.
Freud, şiddet eğiliminde olan insanların çocukluktan itibaren bu davranışları sergilemeye başladıklarını savunur. Sosyal yaşam koşullarının da, çocuğa saldırgan davranışlar benimsetip, kişilik özelliği haline dönüştürmede önemli rol oynadığını belirtir.
Nitekim toplumda antisosyal, ya da psikopat olarak tanımlanan kişiliklerin, daha çok şiddette eğilimli olduklar, çok sayıda veri ile ispatlanmıştır.
John Dollard’da, Freud gibi, saldırganlığın engellenmenin bir sonucu olduğunu savunur. Saldırgan kişinin kendisine karşı yanlış yapıldığı, bunun da ancak misilleme yoluyla halledilebileceğine inandığını belirtir.
Yine Albert Bandura, insan saldırganlığının temelinde şiddete yönelik içsel istek, ya da engellenmeye bağlı olarak gelişen saldırganlık dürtüsü bulunduğunu, sosyal yaşamda türeyen ve onay gören saldırgan davranışların benimsenerek normalleştirilmesi ve ödüllendirilmesi ve çevre tarafından teşvik edilmesinin şiddeti beslediğini savunurken, Freud’un tezini doğrular.
Bu perspektiften bakıldığında, toplumda yaşanan erkek saldırganlığın da, doğuştan gelen içgüdüsel şiddet ve bu şiddeti ortaya çıkaran sosyal yaşam koşullarının da belirleyici olduğu görülür.
Klasik Psikanaliz teorisi, toplumda en çok şiddet eğiliminde olan erkek saldırganlığının temelinde yatan olgunun sahip olma, hakim olma, yenme, yönetme, üstünlük sağlama güdülerinin rol oynadığını savunmaktadır.
Özellikle erkeğin, kendini toplumda güçsüz, kendine güvensiz hissettiğinde ve ifade etmede yetersiz bulduğu zaman şiddeti seçeceğini belirtir.
Böylece içgüdüsel olarak dışa yansıyan saldırganlık, güç ve cesarette ifade bulup, kendine güveni, başarı ve üstünlük sağlamayı hedefler.
Aslında toplumda var olan erkek saldırganlığının karakteristik özelliklerine bakıldığında, faşizmin temel kriterleriyle örtüştüğü görülebilinir.
Erkek, kadın üzerinden hegemonyasını kurarken, onun kimliğini, kişiliğini aşağı görerek kendine ait bir obje muamelesi yapmakta. Dolayısıyla kadına yönelik her türlü şiddeti uygulamayı kendi doğal hakkı olarak görmekte ve meşrulaştırmaktadır.
Öte yandan davranışçı kuramcılar, psikanalistlerin tersi şiddeti sadece ‘sosyal öğrenilmişlik’ teorisiyle açıklamaktadırlar. Buna göre şiddet güdüsü doğuştan değil, tamamen çevre tarafından belirlenir. Bilişsel davranış kuramı ise bununla birlikte, saldırgan davranışların oluşumunda algı, anlamlandırma ve yorumlamanın etkin olduğunu savunur.
Davranışçı kuramcılar’ın ‘Sosyal Öğrenilmişlik’ teorisinin gerçekliğini, faşist sistem ve diktatörlerin pratikleri kanıtlamaktadır.
Şiddet, tarihsel süreç içinde baskı, sömürü ve hırs ekseninde şekillenen erkek egemenlikli iktidarlarların geliştirdikleri kültür olarak insanlık tarihine damgasını vurmasıyla kanıtlanmıştır.
Erkek egemenlikli sistemin şekillendirdiği eşitsiz, adaletsiz ve kadın düşmanı zihniyet, tarihten günümüze, kartopu gibi büyüyerek varlığını sürdürüyor.
Ataerkil zihniyeti besleyen tek tanrılı dinler, kadını sadece toplumun dışına itmekle kalmayıp bedeni, kimliği üzerindeki tahakkümü, denetim ve baskıyı daha da tırmandırmışlardır.
Toplumda kadın zayıf olarak sınıflandırılarak, varlığı tamamen cinsellikle özdeşleştirildi, soyu sürdürmenin aracı kabul edildi. Kadının erkeğe itaat etmesi ile tanrıya itaat etmesi eş görüldü.
İşte ‘sosyal öğrenilmişlik’ teorisini kanıtlayan bu ataerkil şekilleniş, bugün yeryüzünü kadının cehenemine çeviren çarkın motor gücü olmuştur.
Kürt halk önderi Abdullah Öcalan, erkek egemenlikli sistemin saldırgan ve bastırmacı karekterinde yaşanan evrimsel değişimi, sosyal öğrenilmişlik boyutuyla şöyle değerlendirir:
‘Değerleri aşınmış bir insan kitlesi, sistemin ideolojik propagandasının pençesinde kimliksizleştiriliyor. Egemen sistemin şekillendirdiği toplumsal kültür, ahlak ve zihniyet öylesine içselleştirilmiştir ki, teslimiyet ve kölelik duyguları adeta kanıksanmış duygu ve düşüncelere bürünmüştür. İnsani değerlerin zihinlerin karanlık girdaplarına gömüldüğü bir toplumsal gerçeklikle karşı karşıyayız. Kimlik politik mücadele ile dönüştürülebilecek bir şeydir.’
25 Kasım,Trojila diktatörlüğünün Mirabel Kardeşlere yaşattığı şiddet, yeryüzünde kadınlara karşı işlenen her türlü şiddetin sembol günü olmuştur. Bu 25 Kasım’da da dünya kadınları, küresel düzeyde tek yürek erkek şiddetine, militarizme, faşizme karşı yükseltiyorlar mücadelelerini.
Kürt kadınları, erkek egemenlikli zihniyetin karabasan gibi çöktüğü Ortadoğu’da, yükselttikleri özgürlük mücadelesini, Kadın Devrimiyle taçlandırarak selamlıyor dünya kadınlarını.