Sınıfımızın en kibar öğrencilerindendi


Süha Ünsal ve Mazlum Doğan, 1974-75 eğitim-öğretim yılında Hacettepe Üniversitesi’nde tanıştılar ve yaklaşık üç yıl boyunca çok iyi iki arkadaş oldular. Mazlum Doğan’ın tutuklanmasının ardından bu dostluklarını gerek mektuplar, gerekse de aile aracılığıyla sürdürmeye çalıştılarsa da bir süre sonra dönemin şartlarından dolayı ilişkileri kopmak durumunda kaldı.
Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesi olan Süha Ünsal ile Karakoçan Belediyesi’nin düzenlediği 2. Mazlum Doğan Kültür, Sanat ve Doğa Festivali vesilesiyle bir araya geldik ve üniversite arkadaşı Mazlum Doğan’ı konuştuk.
Mazlum Doğan’la nasıl tanıştınız?
Hacettepe Üniversitesi’ndeki ilk yılımızda, 1974-75 döneminde, İngilizce hazırlık sınıfı öğrencileriydik. Hazırlık sınıfları yirmişer kişilikti ve farklı bölüm öğrencileri aynı sınıflarda olabiliyordu. Mazlum’la farklı iki sınıftaydık ve okulun ilk haftalarında tesadüfen belediye otobüsünde tanıştık; ikimizde Bahçelievler, daha doğrusu Emek Mahallesi’ne otobüsle gidip geliyorduk.
İlk siz mi konuştunuz onunla?
Hayır, ilk o selam verdi. Farklı sınıflardaydık, nereden bildiğini ya da nasıl tahmin ettiğini bilmiyorum; ama “Ekonomi bölümünde misiniz?” diye sormuştu. Selam vermeden önce, otobüsün içinde biraz uzakta duruyordu, fark etmiştim: Sert sert ve doğrudan bana bakıyordu. Başında bir bere vardı, tiftik keçisi kılından; Erzurumlu sandım. Bıyıkları da biraz sarkıktı, Erzurumluların milliyetçi-muhafazakar olduğu gibi bir önyargı vardı kafamızda, bir faşist olduğunu düşündüm. Hem keskin keskin hem de gülümseyerek bakıyordu ve süzüyordu, haliyle tedirgin oldum. Gözlerini kırpmadan dik dik bakıyordu... Ama sonra gelip selam verdi, biraz konuştuk.
Sonra?
Otobüsten birlikte indik, yürüyorduk, evlerine çay içmeye davet etti. Hala biraz tedirgindim ama kabul ettim davetini. Ankara’nın Emek Mahallesi’nde giriş katı, iki oda bir salon küçük bir ev. Arife Abla ve Delil de oradaydı. Ben hala küçük de olsa bir tedirginlik duyuyordum. İçeriden müzik sesi geliyordu, Ruhi Su’nun sesi... Bu biraz rahatlatmıştı beni.
İçeri girdik, oturduk, plağı çıkardı pikaptan; yanlış hatırlamıyorsam Beethoven ya da Tschaikowsky taktı. Çok sık olmasa da klasik müzik dinlerdi; yatılı öğretmen okulunda biraz öğrenmiş olmalıydı klasik müziği. Müzik deyince şunu da eklemek isterim: En sevmediği türkü “Ha bu diyar”dı, hiç sevmezdi.
1974 sonuydu, Kasım ya da Aralık ayı, emin değilim ama Kasım ayı olması daha büyük bir ihtimal; çok hızlı bir biçimde arkadaş olduk. Zaten evim de 200 ya da 300 metre kadar uzaktaydı. Daha sonraki günler sık sık birbirimize gidip gelmeye başladık ve bu giderek sıklaştı, tabii daha çok ben onların evine gidiyordum.
O dönem siz onun devrimci çalışmalarından haberdar mıydınız?
Hayır. Öyle bir şey yoktu ya da vardı da bilmiyordum. Sol görüşlü biri olduğunu elbette biliyordum. Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği’ne çok seyrek gider gelirdik. Evde sürekli beraber zaman geçirirdik. Bir sene sonra başka yere taşındılar. Savaştepe Öğretmen Okulu’ndan iki arkadaşları da onlarla kalmaya başladı. O dönem herkes birbiriyle arkadaştı, ama bizimkisi biraz daha özel, siyasetten bağımsız bir arkadaşlıktı. Çok sonradan öğrendim ki beni hep kollamış, korumuş. Çok sonra, daha bir iki sene önce öğrendim bunu. Mesela siyasi amaçlarla, riskli olabilecek herhangi bir yere gittiğinde bana akrabalarına gittiğini söyler ya da söyletirmiş. Demek istediğim, beni elinden geldiğince tehlikelerden, risklerden uzak tutmaya çalışırdı.
İkinizin ortak ilgisi neydi? Yani sizi böyle arkadaş kılan...
Mektup! Daha doğrusu bir edebiyat alanı olarak mektup. Bizim ortak ilgimiz, tabii ki daha geniş bir edebiyat ilgisinin içinde, mektuptu. Edebiyat ilgisi deyince, öyle çok incelmiş edebiyat beğenilerimiz olduğu sanılmasın; o yıllarda ulaşılabilir, dahil olduğumuz sosyal çevrelerde konuşulan, tanınan-bilinen eserlerden bahsediyorum. Şunu da eklemeliyim: Bizim ortaokul, lise yıllarımız, nitelikli Türkçe ve edebiyat derslerinin belki de son yıllarıydı.
Bu ilgimize dair masumane bir anımızı aktarmak isterim: Karşı apartmanda yaşayan genç bir kadın vardı. Arife Abla hala anlatır, ben ona bakmaya çalışırken sigaramla perdeleri yakardım. Arife Abla haklı olarak kızardı, ama Mazlum bana karışılmasına izin vermezdi. Mazlum benden iki yaş büyüktü. Edebiyatla çok ilgiliydi, Türkçe’si çok güzeldi. Ben o genç kadına mektup yazmaya karar vermiştim ama mektubun büyük kısmı Mazlum’un kaleminden çıkmıştı.
Ama bizim yakın arkadaşlığımızın sebebi tabii ki tek başına “mektup ilgisi” ya da başka bir ortak konu filan değil, birbirimizi çok sevmemizdi. Beni en iyi anlayan insan olarak hatırlıyorum hala Mazlum’u; belki de en çok seven...
Çok hızlı öğrenirdi. Çok hızlı ve durmadan okurdu. O yıllarda Türkiye’de yayınlanan çok sayıda kitap yoktu. Mazlum’da bir ara tarih ilgisi başlamıştı. Öyle ki, liselerde okutulan Emin Oktay’ın tarih kitabını, ki çok kötü bir kitaptı, Milli Kütüphane’de bir kez daha okumuştu; tarihin nasıl bir ideolojik araç olarak kullanıldığına biraz daha dikkatle bakabilmek için... Diğer öğrencilerin pek ilgi duymadığı Milli Kütüphane, en çok zaman geçirdiği yerlerden biriydi.
İngilizce hazırlık sınıfı bitince Karakoçan’a gitti. Birinci sınıfta herkes tanışmaya başladı. 50-60 kişilik bir sınıftı. Mazlum, sınıfımızın en kibar öğrencilerinden biriydi; sabahları özellikle kadın arkadaşlara iltifat etmeyi severdi. Görünüşü çok sert olmasına rağmen çok güler yüzlüydü.
Mutlaka birçok ortak anınız da olmuştur...
Sınıfta uzun saçlı bir erkek arkadaşımız vardı, rock müzik dinleyen... O zamanlar tabii hippiler hakkında çok şey de bilmediğimizden “hippi tipli” dediğimiz arkadaşlardan biri. Bir gün koridorda bir kadın ve bir erkek öğrenci, iki sevgili, el ele, göz göze oturuyorlardı. Uzun saçlı arkadaşımız onlara müdahale etti. O dönem herkes çok ahlakçıydı, kadın erkek ilişkilerine zaman zaman kabaca müdahale edilirdi, insanların el ele tutuşulmaları bile sert tepkilerle karşılaşabilirdi. İşte bu sırada Mazlum geldi, “N’apıyorsun?” dedi. O da, “Böyle hareketler yakışık alıyor mu okulda?” gibi bir karşılık verdi. Mazlum’un gülümseyerek verdiği cevabı hiç unutmam: “Ne diyorsun sen, şimdi el ele tutuşmayacaklar da 60 yaşında mı tutuşacaklar?”
Ben Mazlum’un bu yumuşak, insani tavırlarını hep hatırladım ve hatırlayacağım. Bu hatıralardan biri de şiddete karşı tepkisidir. Kabul etmek gerekir ki, linç kültürü utanç verici bir biçimde yaygındı üniversitelerde, hala da yaygın. 12 Eylül öncesinin çatışma ortamında, neredeyse her siyasi gruptan gelen, linç girişimi niteliğinde birçok saldırı yaşanıyordu. Kalabalık gruplar, farklı siyasal gruplara dahil olanlardan birini tek başına yakaladığında acımasızca dövebiliyor ve kimse müdahale etmeye cesaret edemiyordu. Yine böyle bir durumda, en az 10-15 kişilik solcu bir grup, okulun koridorlarından birinde Ülkü Ocakları üyesi bir öğrenciyi tek başına yakalamış ve dövmeye başlamıştı. Tesadüfen olay yerinde bulunan Mazlum hiç tereddüt etmeden bu solcu grubun arasında girdi, bu ülkücü öğrenciyi kalabalığın arasından çekip aldı, binanın dışına çıkarıp kurtardı. Bir insanın kendini savunacak hiçbir gücü olmadan, çok çok güçlü bir grubun karşısında kaldığı duruma seyirci kalmaya dayanamamıştı.
“Edebiyata çok meraklıydı” dediniz, neler okurdu?
Evet, edebiyat ve özellikle şiir merakımız vardı ama öyle çok da gelişmiş bir edebiyat bilgimiz ve beğenimiz olduğunu söylemek de fazla iddialı olacaktır. Dediğim gibi o yıllarda Türkiye’de yayıncılığın bugünkü kadar zengin olduğunu söylemek de mümkün değil. Çevirisi yapılmış Batı klasikleri, Türkçe şiir; ama daha çok, siyasi edebiyat metinleri...
Bana daha 1974 ya da 1975’te Arkadaş Zekâi Özger’in şiir kitabını hediye etmişti. Bunu şundan söylüyorum: O yıllarda Arkadaş Zekai Özger’in adını bilen insan bile çok azdı; açıkçası ben de bilmiyordum, tanımıyordum; Mazlum sayesinde tanışmıştım şiirleriyle.
Evde zaman geçirdiğimizde, her seferinde olmasa bile, yüksek sesle şiir okumayı da severdik. Tahmin edilebileceği gibi en sevdiğimiz şairlerden biri, belki de en sevdiğimiz şair Nazım Hikmet’ti. Nazım’ın bir şiiri vardır: “Mavi pulu Asya’da damgalanmış bir tek mektup bile almadım” dediği bir şiir; o şiirde şöyle bir dize vardır: “Pamuk işleyenlere gitmek için Toroslardan bir kere olsun geçemedim.”* Hangimiz hatırlamıyorum; bu şiiri okumuştuk bir gün. Tam bu dize okunduğunda Mazlum’un, “Gitseydin ya!” dediğini hatırlıyorum. Birçok konuya, bizim hiç bakmadığımız biçimde bakardı; düşüncelerini ifade etmekten de, karşısında kim olursa olsun, nasıl bir ortam olursa olsun, hiç çekinmezdi.
Nazım Hikmet’in şiirine verdiği tepki tabii ki bir edebiyat eleştirisi değil, duygusal bir tepkiydi; zaman zaman benzer duygusal tepkiler verirdi. Hatırladığım bir duygusal tepkisi de bir sinema salonundaydı, Ankara Bahçelievler’de, şimdi TRT televizyon stüdyosu olarak kullanılan Arı Sineması’nda. Şimdi baktım, 1970 yapımı bir film, Ralph Nelson’un yönettiği, Türkiye’de “Mavi Askerler” adıyla gösterilen “Soldier Blue” filmini izlemiştik; 1976 diye hatırlıyorum. Film, Amerika’da, on dokuzuncu yüzyılda gerçekleştirilen sayısız Kızılderili katliamından birinin hikayesini anlatıyordu ve film bittiğinde Mazlum “Kahrolsun sömürgecilik” diye bağırmıştı. Ama bazen de çok soğukkanlı tepkileri olurdu.
Birinci sınıfta sosyoloji dersimiz vardı; hocamız da Emre Kongar’dı. Bir gün derste, milliyetçilik, ulus devlet gibi konular hakkında konuşurken dedi ki Emre Kongar, “Osmanlı İmparatorluğu dağılırken en son ortaya çıkan milliyetçilik, Türk Milliyetçiliği oldu.” Mazlum elini kaldırdı ve dedi ki, “Hayır hocam, Kürt milliyetçiliği!” Emre Kongar Mazlum’a baktı ve güldü, “Bunları karıştırma” dedi ve devam etti konuya.
Nasıl bir öğrenciydi Mazlum Doğan?
Birinci dönemin sonunda Emre Kongar çok ilginç bir sınav yaptı. Hatırladığım kadarıyla, 50 tane önerme vardı sınav kağıdında, basit cümleler, mesela “Toplumsal ilişkilerin anlaşılmasında akrabalık önemlidir” gibi bir cümle... Biz yanına “doğru” ya da “yanlış” yazıyoruz fakat aynı önerme farklı şekillerde tekrarlanıyor ve aynı önermenin birine “doğru” birine “yanlış” derseniz bütün sorular yanlış olarak değerlendiriliyor. Emre Kongar, sınav sonuçlarını okumadan önce 3 ya da 4 arkadaşın adını okudu, biri Mazlum’du. “Bunlar ayağa kalksın” dedi, kalktılar, Emre Kongar teşekkür etti hepsine, tam puan almışlardı.
Şöyle bir şey var: Emre Kongar’ın bir kitabı vardı, “Toplumsal Değişme”. Sosyoloji dersinde zorunlu kitaptı, iki dönem bu kitabı okuyacaktık. Bir gün okuldan topluca çıktık, kitabı almaya. İlk hafta hepsini okuyup bitirmişti.
Emre Kongar’ın adı geçmişken, kendisini bir hocamız olarak çok önemsediğimizi belirtmeliyim: Siyasi ya da ideolojik hiçbir fark gözetmeksizin, özgür düşüncenin geliştiği/gelişmesi gereken bir yer olarak üniversitenin ne olduğu, özgür düşüncenin ne olduğu gibi çok çok önemli konularda, on yedi-on sekiz yaşlarımızda hepimizin ufkunu açmış, düşünce dünyamızın zenginleşmesine çok önemli katkılar yapmıştır.
“Toplumsal Değişme” kitabı deyince de ilginç bir anımız aklıma geldi. Kitabı almak için 10-15 kişilik bir grup, kitapçılar çarşısı olan Zafer Çarşısı’na gitmiştik. Yakınlarda bir kahvehane vardı, masa tenisi vardı orada, arkadaşlar konuşuyorlar, gidip oynayalım diye. Sonra iddialaşmalar başladı. Gruptaki “hippi tipli” dediğim arkadaşımız çok sportmen, çevik biriydi, Mazlum’la iddiaya girdiler, tabii hepimiz diğer arkadaş kazanacak diyoruz. Gittik kahveye, 3 set açık bir üstünlükle oynadı Mazlum. Meğer öğretmen okulunda masa tenisi oynarmış ve anlaşıldı ki iyi de bir oyuncuymuş...
Öğrenciliğine gelirsek tekrar, sınavlar için sadece sınav öncesi gruplar halinde ders çalışırdık. 3-4 kişi bir araya gelir, birbirini çalıştırır; fakat Mazlum çoğu zaman, başka kitaplar okurdu. Sonra sınava girerdik, hepimizden en yüksek notu o alırdı; çünkü o dersin kitabını çoktan çalışmış, incelemiş, anlamış olurdu. Dersleri çok dikkatli takip etmesinin de payı vardı tabii bunda. Evet, çoğumuzdan yüksek not alırdı; tabii sınava girerse... Bazen girmezdi, işi olurdu.
Ne gibi iş? Hiç kaybolur muydu ortadan?
Biz bilirdik gittiğini... Karakoçan’a, Urfa’ya gittiğini bilirdik ama hep döneceğini de bilirdik. Arada seyrek de olsa mektuplaştığımız olurdu. Siyasi değil, mesela Karakoçan’dan yazardı, gündelik yaşamdan, doğadan filan bahseden mektuplar ve tabii özel konulardan...
EYLEM KAHRAMAN/ELAZIÐ
