Sınır figürler siyasalın sonunu nasıl getirdi?

  • Sınır sorunu modern felsefenin başlangıcından itibaren saf-teorik alanlarda bir süre gezindikten sonra praksis alanının ortasında belirivermişti. Çünkü ‘sınır’ sorunu, aslında en başından beri bir siyasal sorundu; en nihayetinde ‘karar’ı içeren bir niteliği söz konusuydu.
Çizim: Serpil Odabaşı

ABDURRAHMAN AYDIN

 

Modern felsefeye kadar ‘sınırlar’ konusu düşüncenin önüne açık-seçik bir problem olarak düşmüş değildi. Antik Yunan’da temelde şeylerin doğasını bilmek olarak konumlandırılan felsefi etkinlik, Hıristiyan diniyle birlikte tek tanrıcılığın evrenselleşmesi sonucu Yunan rasyonalitesini muhafaza etmekle birlikte oryantasyonunu değiştirmiş, Tanrı’ya yönelim içerisinde anlamını bulur duruma gelmişti. Modern düşüncenin şafağıyla birlikte doğa, yeniden ama farklılaşmış bir şey olarak bilginin konusu haline gelecekti; fakat bu defa bilme öznesinin bilme etkinliği de farklılaşmış olduğu için, ciddi bir özne sorunu da belirecekti ufukta. Hayal gücünün üretimleri ile aklın üretimleri arasında bir ayrıma giden Descartes, zihnin yetileri arasına bir sınır koyarak ve düşünen özneyi de varlık sahnesinin merkezine yerleştirerek modern felsefeyi başlatmış oldu. Henüz adı bütün açıklığıyla konmuş olmasa da ‘sınır,’ ayırıcı bir felsefi kategori olarak bilgi sahnesine çağrılmıştı artık. 

Bir sonraki kuşağın bir mensubu olan Spinoza ise problemi de bütün açıklığıyla adlandıracaktı: “Her belirleme bir sınırlamadır.” Bunu söylediği bağlamın özel türde bir teolojik-felsefi bağlam olduğunu unutmamak gerekiyor. Tanrı’ya, bildiğimiz biçimlerde ve alışkın olduğumuz anlamlarda sıfatlar atfetmek, en nihayetinde ona ilişkin belirlemeler yapmak anlamına geliyordu ve her belirleme en nihayetinde bir sınırlama ise bunun açık anlamı, o güne kadarki teologların Tanrı’yı öyle ya da böyle ‘sınırlayarak’ tahayyül ettikleriydi. Sonsuzluğun düşünürü Spinoza için kabul edilebilir bir tahayyül değildi elbette bu. Bu nedenle ‘Tanrı ya da doğa’ hakkında belirlenimsiz belirlemelerin arayışına girmiş olduğu söylenebilir Spinoza’nın.

Spinoza’dan bayrağı Hegel devralacaktı: “Her belirleme bir olumsuzlamadır” yargısıyla. İnsani dünyanın ancak olumsuzlamalarla ve olumsuzlamaların da olumsuzlanmalarıyla açılabilir olduğunu ima edecekti böylelikle. Bu fikri doğrudan insani meselelere ve olgulara taşıyan ise Marx olmuştu. Bütün olumsuzlamaların nihai olumsuzlaması olarak devrim fikriyle… Üstelik Descartes’ın ‘düşünen öznesinin’ yerine de kolektif ve eylemci bir özne olarak; saf rasyonalitenin değil, tarihin öznesi olarak proletaryayı yerleştirecekti. Proletarya tarihin mezar kazıcısıydı; bütün olumsuzlamaların olumsuzlayıcı öznesi olarak siyaset sahnesinde çoktan yerini almıştı. Böylelikle sınır sorunu modern felsefenin başlangıcından itibaren saf-teorik alanlarda bir süre gezindikten sonra praksis alanının ortasında belirivermişti. Çünkü ‘sınır’ sorunu, aslında en başından beri bir siyasal sorundu; en nihayetinde ‘karar’ı içeren bir niteliği söz konusuydu.

Siyasal-hukuksal bir olgu olarak…

Yunan dünyasında kendisini etik-dinsel bir ölçü fikriyle açığa vuran, insanı bir ‘aralık’ varlığı olarak, yani yeryüzü ile gökler arasındaki sınır bölgenin bir varlığı olarak kavrayan Yunan düşüncesi için sınır bizzat insanın kendisiydi; Roma’da ise hukukun alanına taşınan bir kararla birlikte kimin insan olduğuna, kimin bundan dışlanabileceğine ilişkin bir kararla birlikte, egemenlik sahasının niteliğini belirleyen kategorinin kendisi olmuştu. 

Roma hukukunda insanlıktan çıkarılanlar köleleştirilmiyordu; bunun siyasal teori açısından büyük bir önemi ve anlamı var. Zaten insan olduğu kabul edilen kimseleri köleleştirmek, köleler ile ‘insanlar’ arasındaki farkın bir değer farkı, bir derece farkı olduğu anlamına gelir. Oysa Romalılar için (ve Yunanlılar için de) ‘insanlar’ ile köleler arasındaki fark ontolojik, varoluşsal bir farktır; bir derece ve değer farkı değil. Bu ontolojik fark, en berrak ifadesi, sanırım Aristoteles’in Politika’sında buluyor. Kölenin, kendisinden faydalanılan herhangi bir eşyadan farkının olmadığını söylüyor Aristoteles. Kazmayla, kürekle, masayla eşdeğer bir varoluş biçimi… Bu mantığa göre köle ile insanı ayıran sınırlar, aşılması olanaksız metafizik sınırlardır. Tam olarak bu sınırlar arasında geçişkenlik olmasın diye Roma hukuku hiçbir zaman bir yurttaşı köleleştirmiyor, basitçe insanlıktan atıyordu. Onu homo sacer, yani ‘kutsal insan’ ilan ederek hukukun dışına atıyor, bütün hukuksal statüsünü iptal ediyordu. Roma’nın (ve elbette modern Roma’ların) egemenlik koordinatlarının temel anahtarı da soyut bir siyasal sınır figürü olarak homo sacer’de yatıyor. Çok incelikli işleyen bir egemenlik konsepti…
Felsefenin bir teori problemi olarak ancak erken modern dönemde önünde bulduğu ‘sınır’ problemi, pratikte yüzyıllardır, toplumsal bağlar düzeyinde siyasal-hukuksal bir olgu olarak oralarda bir yerlerde duruyordu. Hem dinsel hukukun hem de dünyevi hukukun dışına atılan bir figür olarak homo sacer… Tabir yerindeyse, homo sacer hukukun dışına alttan atılmış bir figür olarak hukukun alt sınırını tesis eder; geri kalan herkes onun karşısında mutlak egemendir. Mutlak; yani homo sacer’e her şeyi yapabilir, kimseye de hesap vermez. Elbette hukukun dışında duran bir figür daha vardır; o da geri kalan herkes karşısında mutlak egemen durumundadır. Potansiyel alt sınır karşısında mutlak egemen olan herkes, tiranın ya da imparatorun karşısında ise potansiyel homo sacer durumundadır.

‘Uluslar’ arasında cereyan eden savaş

Modern dünyayı ve modern düşünceyi mümkün kılan temelin 12. yüzyılda İtalya’da başlayan bir yeniden doğuş olarak Rönesans olduğu malumdur. Klasik köklere, klasik sanata, klasik düşünceye geri dönerek gerçekleştirilen bir atılım… Klasik olan elbette Yunan ve Roma kültür dünyası. Bu geri dönüşün geniş ölçekli siyasal sonucu ise Avrupa uluslararası kamu hukukunun ortaya çıkması oldu sonraki yüzyıllarda. Bunun temel ölçü birimi ise egemen güçler olarak ‘uluslar’ arasında cereyan eden savaş biçimlerinde meydana gelen köklü değişiklikte belirdi. 

İlk olarak, ister klanlar arası çatışmalarla isterse de kraliyet üzerindeki hak iddiaları nedeniyle beliren çatışmalarla ilgili olsun, savaş pratiği en nihayetinde kan hukukuna bağımlı olmaktan çıkarılarak egemen güçlerin bir etkinliğine dönüşüyordu. İlk olarak içerisi bakımından tümden kuşatıcı olsa da olmasa da ulusun düşmanı artık dışarıdaydı. Öyle herkes düşman olamazdı; egemen bir kararın dostluk-düşmanlık ayrımına mazhar olabilmek ancak yine egemen bir güç olmayı gerektiriyordu. Düşman hem dışarı atılmıştı, hem de ‘basit bir haydut’ değildi artık; ayrıca ‘mutlak düşman’ kategorisi de siyasal ufuktan silinmiş gibi görünüyordu. Başka bir kılık altında yeniden belireceği 20. yüzyıl sonlarına kadar en azından…

Bu dönemde Avrupalı olmayanla kurulan ilişkiler de paradigmatik bir kaymaya uğramış durumdaydı. Artık erken Roma’daki gibi salt kıyıcı bir haleyle donanmış savaş makineleri değil, kendilerini ‘uygarlaştırma’ misyonuyla donatmış savaş makineleri iş başındaydı. Kıyım ve kıyıcılık bakımından elbette altta kalır yanları yoktu; fakat yine de meseleleri düşünme biçimleri paradigmatik bir kayma yaşamış durumdaydı. Bu yeni dünya ve insan görüşü açısından, uygar olmayan insan altı varlıklar, yine de kültürleme yoluyla uygarlaştırılabilir, insanlaştırılabilirlerdi. Bu asimilasyon anlamına geliyor elbette. Temel mantıktaki bir değişime işaret etmeyi amaçlıyorum, yoksa aralarında bir değer farkı olduğu fikrini işliyor değilim. Ama işler çatışmalı bir hal alınca, kendilerini katil hissetmeden öldürebilmelerini iyice kolaylaştıracak kadar da birilerini insan-dışı addetmeye oldukça hazır bir paradigmaydı bu: “İnsan olmayı reddediyorlar” diyerek, kendi ölümlerinden ölen insanları sorumlu tutmayı bile mümkün kılacak bir siyasal uzam… 

Yurttaş artık ‘potansiyel terörist’

Batı uygarlığının savaş aktörleri belki birbirleriyle çatışmalarında birbirlerini “insan ve eşit” düşman olarak tanıyorlardı; fakat sömürge dünyasında işler farklı yürüyordu. Savaş hukukunun homo sacerleri olarak sömürgeliler… Ama en nihayetinde Avrupa uluslararası hukuku 1945 gibi geç bir tarihte bile olsa, Birleşmiş Milletler sözleşmesiyle, sömürgelerin kendi kaderlerini tayin haklarını, yani nihai egemenlik haklarını tanıyarak onları da içermeyi başardı. Belki de homo sacer üretiminin olabilecek en korkunç boyutlarıyla tam da Avrupa’nın göbeğinde, Hitler faşizminin toplama kamplarında karşı karşıya geldikleri için…
1945 Birleşmiş Milletler Sözleşmesi sömürgeleri tanımasıyla, sömürgedeki direnişçi figürün de uluslararası kamu hukuku açısından bir ‘haydut’ olarak görülmesinin önüne geçiyor; onu savaşta hukuksal statüye sahip bir muharip figür haline getiriyordu. Bütün Batı dünyasının çoktan çökmüş bir uluslararası kamu hukukuna ve ‘siyasala’ duyduğu acil ihtiyacın bir sonucu olarak da görmek mümkün elbette bu düzenlemeleri. Hemen ardından 1949’da imzalanan Cenevre Savaş Sözleşmesi ise savaş hukukunu yeniden düzenliyor; düşmanı yeniden hukuksal statüye sahip bir ‘eşit’ olarak, en azından hukuksal bir eşitlik düzleminde bir eşit olarak kodluyordu. Fakat bu türlü bir uluslararası hukukun kendi istisnasını, kendi sınır figürünü ya da homo sacer’ini üretmesi de çok sürmedi. Özellikle çeper devletlerin, bu hukukun etrafından dolanmak, kendilerine istisna alanları yaratmak için devreye soktukları ‘terör söylemi’ önceleri hukukun istismarı olarak belirmiş olsa da sonraları, özellikle de 1990’lardan sonra neredeyse bütün Batı dünyasının temel siyasal paradigması olarak belirdi. Geçtiğimiz on yıllar içerisinde bütün yönetimler açısından bütün yurttaşlar ‘potansiyel terörist’ haline geldiler.

Devlet küçüldükçe büyüdü ve mutlaklaştı

Neydi bu sıfır noktası, ya da sınır figür? Önceleri uluslararası savaş hukukunun karşısında sorumlu duruma düşmemek için üretilmiş olan ‘terörle’ mücadele söylemi, bizzat bu hukukun kendisini yuttu. Bu söylem ‘terörist’ figürünü hukukun bir alt sınırı olarak kodluyordu; yani bir muharip figürü her türlü hukuksal statüden yoksun bir figüre dönüştürüyordu. Teröriste her şey yapılabilirdi. Bu durum, Hobbes, Locke gibi erken dönem modern siyaset kuramcılarının ‘güvenlik’ kavrayışında da köklü bir değişikliği beraberinde getiriyordu. Onların sözleşme kuramlarına göre, insanlar mutlak özgürlüklerinden bir miktar ödün vererek, karşılığında devletin sağladığı güvenlikten faydalanıyorlardı. Kuramsal tartışmalar bir kenara, bu teoriler, modern devletin nihai güvenlik perspektifinin ‘yurttaşların güvenliğini sağlamak’ olduğunu ileri sürüyordu.
1920’lerden itibaren önce ‘güvenlik gerekçesiyle’ pek çok şey yapıldı; yani bizzat devletler güvenlik paradigmasını suistimal ediyorlardı. Bu suistimalin açtığı gedik, yine 1990’lardan itibaren, yurttaşların değil, bizzat devletin güvenliğini merkeze almaya başladı. ‘Güvenlik gerekçesiyle’ önce haklar ve özgürlükler alanında bir daralmaya gidilmişti; şimdi ise bizzat kendi güvenliğiyle meşgul olan devletler için bütün yurttaşlar potansiyel terörist halini almış bulunuyorlar.

Güvenlik gerekçesiyle aşındırılan haklar ve özgürlükler alanı hem yurttaşların temel statülerinin, yani hukuken insan olma hallerinin aşınması sonucunu beraberinde getirdi; hem de sivil toplumdan uzaklaşan devletin küçüleceği biçimindeki liberal tezi de darmadağın etti. Liberal tezin aksine, devlet küçüldükçe büyüdü ve mutlaklaştı. Artık güvenlik gerekçesine pek başvurulmuyor; çünkü doğrusu, bu gerekçeyle meşrulaştırılacak bir daralma ya da aşınma alanı da kalmadı. Artık yalnızca ve yalnızca devletin kendi güvenliği söz konusu. Bu nedenle neredeyse herkesin neredeyse herkes karşısında mutlak egemen kesildiği, dolayısıyla yine herkesin herkes karşısında bir homo sacer olduğu bir dünya çıktı ortaya. Liberallerin teziyle bile düşünülse, şu durum, sözleşme öncesi bir doğa durumundan fazlası değil. Eh, artık böyle bir devlet ve toplum haline hala ‘siyasal’ sıfatı iliştirilebilir mi?

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.