Sınırların yasaklı yüzleri: Mülteciler


Birleşmiş Milletler’e göre dünya üzerindeki sayıları 2013 yılında 50 milyona ulaşan mülteciler, ulus devletlerin oluşmaya başlamasıyla birlikte ülkeler arasına çizilen sınırların yasaklı yüzleri. Uluslararası ekonomi-politiğin ana merkezini oluşturan savaş politikaları nedeniyle sayıları her geçen gün artan mültecilerin sayısı son 75 yılın en yüksek seviyesine çıkarak 50 milyonu aştı.
Ortadoğu ve Afrika’da yaratılan iç savaş ve yoksulluk nedeniyle terk etmek zorunda kaldıkları ülkelerinden ulaştıkları diğer ülkelerdeki kamplarda yaşam mücadelesi vermeye çalışan mülteciler, ulus devletlerin oluşmaya başlamasıyla birlikte ülkeler arasına çizilen sınırların yasaklı yüzleri. Cenevre ya da daha bilinen adıyla 1951 Sözleşmesi’nde, “Irkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal guruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişi” şeklinde tanımlanan mülteciler, uluslararası siyasal ve bölgesel gerici güçlerin ülkelerinde yarattığı iç savaş, açlık ve yoksulluktan kaçarak Amerika, Avrupa ve Asya’da bulunan ülkelere çoğu zaman kaçak yollarla giriş yapmak zorunda kalarak hayatta kalmaya çalışıyor.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra ülkelerinden terk etmek zorunda bırakılanların sorunlarına çözüm geliştirmek amacıyla kurulan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) Haziran ayında hazırladığı son rapora göre, 2013 yılında savaş, işkence ve kötü muamele nedeniyle ülkelerini terk eden mültecilerin sayısının 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana 75 yılın en yüksek seviyesine çıkarak, 50 milyona ulaştığı tahmin ediliyor. Büyük bölümünü Ortadoğu ve Afrikalıların oluşturduğu mültecilerin yüzde 70’ini kadın ve çocuklar oluştururken, devam eden çatışmalı süreçlerin bu sayının daha da artmasına neden olacağı öngörülüyor.
En fazla göç ‘kriz’ bölgelerinden
Yine kimi insan hakları kuruluşları ve mülteci izleme komisyonları tarafından hazırlanan raporlarda, mülteci sayısındaki artışın dünyada şiddet olaylarında yaşanan artışla doğru orantılı olduğuna dikkat çekiliyor. Özellikle Suriye, Somali, Orta Afrika Cumhuriyeti, Afganistan, Myanmar, İran, Irak ve Sudan gibi ‘kriz’ bölgeleri, iç savaş ve yoksullaştırma politikaları nedeniyle en fazla göç veren ülkelerin başında. 1996’da Afganistan’da kontrolü ele geçiren Taliban rejiminin ülkedeki baskıcı uygulamaları ve ABD’nin Taliban’ı bahane ederek ülkeye uyguladığı ambargo nedeniyle uzun yıllardır mülteci konumunda yaşayan Afganlar, 2,5 buçuk milyona ulaşan sayılarıyla dünyanın en büyük mülteci grubunu oluşturuyor. Yaşamlarını Gazze Şeridi, Ürdün ve Batı Şeria hattında sürdürmeye çalışan Filistinliler ise dünyanın en eski mülteci grubu.
Lübnan’da her 5 kişiden biri mülteci
Mültecilerin ulaşmaya çalıştığı bölge olarak genel algıda Amerika ve Avrupa kıtası öne çıkarken, sanıldığının aksine 2013 yılı sonu itibariyle mültecilerin sığındığı ülkeler arasında 1.6 milyon kişi ile birinci sırada yer alan ülke de Pakistan. Pakistan’ı ikinci sırada İran takip ediyor. Türkiye ise 10’uncu sırada yer alıyor.
Üstelik “gelişmekte olan ülkeler” sınıfı içerisinde sayılan Pakistan gibi ülkeler, dünya üzerindeki mültecilerin yüzde 86’sını barındırıyor. “Refah seviyesi yüksek ülkeler” sınıfına giren Batı dünyası ise mülteci nüfusunun sadece yüzde 14’ünü barındırıyor. Nüfusuna oranla en çok mültecinin yaşadığı ülke ise Lübnan. Öyle ki ülkede ki her 5 kişiden biri mülteci.
Kayıt dışı çalıştırılıyorlar!
Kabul edildikleri ülkelerde çalışma izni verilmediği için kaçak olarak çalıştırılan mülteciler, aynı zamanda ucuz birer iş gücü. Ev hizmetleri, madencilik, tekstil, eğlence gibi sektörlerde ve merdiven altı atölyelerde kayıt dışı olarak çalıştırılan mülteciler, asgari ücretin dahi altında ücret alarak yaşam mücadelesi veriyor.
Kaçak işçi çalıştıran işverenler, kayıt dışı çalıştırdıkları işçiler üzerinden milyarlarca lira ekstra kazanç elde ederken, marangozhane, ekmek fırını gibi küçük işletmelerde işyerinde yatıp kalkan bu mülteci işçiler için iş saati dilimi diye de bir zaman dilimi yok. Buralarda çalışan mülteciler, adeta sınırsız çalışma koşullarına mahkum ediliyor. Buna sebebiyet veren ya da önlenememesinin bir diğer nedeni de kayıt dışı çalıştırmaya karşı uygulanan yasal yaptırım ve düzenlemelerin caydırıcı olmaması.
Mültecilere yönelik “istihdam” politikalarının en somut hali ise mülteci kamplarında kendini gösteriyor. Ülkelerinden kaçarak geldikleri ülkelerde, “mülteci” statüsü aldıktan sonra BM kontrolündeki sınır hatlarında kurulan kamplara yerleştirilen mülteciler, barınma ve beslenme gibi sorunların yanı sıra tifo, sıtma gibi salgın hastalıklarla da mücadele etmek zorunda kalıyor. Mülteciliğin toplumsal ve ruhsal sonuçlarıyla ilgili yapılan kapsamlı bilimsel çalışmalar ve üretilen çözüm önerilerine rağmen, bu önerileri hayata geçirme politikaları da yetersiz.
En büyük sorun kamplar...
Sınır hatlarında kurulan kamplarda beslenme ve sağlık ile ilgili yaşanan temel sorunların başında mülteci sayısı geliyor. 650 bin civarında mülteciye “ev sahipliği” yapan dünyanın en büyük mülteci kampı, Kenya’da Kuzeydoğu’sunda yer alan Dadaab’da bulunuyor. Dünyanın en büyük ikinci mülteci kampı ise Ürdün’ün dördüncü büyük kenti olarak anılan, 140 bin mültecinin yaşadığı Zaatari Mülteci Kampı.
Dadaab’daki mülteci sayısının Lüksemburg, İzlanda gibi Avrupa ülkelerinin nüfusundan bile fazla olması burada yaşanabilecek sıkıntıların büyüklüğünü de gözler önüne seriyor.
Denizlerde yok olup giden umutlar
Zulümden kaçarak Avrupa’ya ulaşmak için deniz yolunu kullanan mültecilerin yeni yaşam “umudu” da Akdeniz ve Ege Denizi’nde batan teknelerle birlikte yok olup gidiyor.
2014 yılında 500’den fazla mültecinin Akdeniz’i geçerken hayatını kaybettiği tahmin edilirken, yasa dışı olan “geri itmeler” de, sınırlara gelerek ülkelere giriş yapmak isteyen mültecilerin yaşamı için tehdit oluşturuyor. Geri itmelerin son kurbanları ise Şubat 2014’te İspanya Sivil Muhafızları’nın, Fas’tan Ceuta kumsalına yüzen 250 kadar göçmen ve mülteciye plastik mermi, kurusıkı mermi ve göz yaşartıcı gaz ile ateş açması sonucu Fas asıllı 14 mülteci yaşamını yitirdi.
Tanımlama engel oluşturuyor
16 Aralık 1966 tarihinde BMMYK tarafından hazırlanan ve BM Genel Kurulu’nca kabul edilen “Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Protokol”, mültecilerin ekonomik, hukuki, sosyal açıdan istihdamını sağlamayı ön görüyor. Ancak protokolde “mültecinin” uluslararası tanımında yer alan “korku nesnel olarak haklı nedenlere dayanması” ibaresinde genişlemeye gidilmemesi, mültecilerin kabul edilme sorunu nedeniyle önlerinde engel olmaya devam ediyor.
Türkiye, Madagaskar, Kongo ve Monako gibi 1951 Sözleşmesi’ni “coğrafi kısıtlama” ile imzalayan ülkelerde ise Avrupa dışından gelen sığınmacılara mülteci statüsü tanınmıyor.
‘Mülteci krizi’ deniyor ama…
Uluslararası ekonomi-politiğin ana merkezini oluşturan savaş politikaları nedeniyle giderek içinden çıkılamayan bir hal alan mevcut durum küresel siyaset jargonunda “mülteci krizi” şeklinde tanımlanıyor. Göç politikaları için her yıl milyonlarca Euro finanse eden Avrupa Birliği ülkeleri ise dış sınırlarının korunması için 2007 ile 2013 yılları arasında 2 milyar Euro, ülkelerindeki sığınmacı ve mültecilerin durumlarını iyileştirmek için ise yalnızca 700 milyon Euro harcayarak uyguladıkları istihdam ve sınır politikalarıyla mültecilere yönelik yaşam hakkı ihlallerini görmezden gelmeye devam ediyor.
2013 yılının ilk altı ayında 33 bin 700 mültecinin üçüncü dünya ülkelerine yerleştirildiği, 189 bin 300 mültecinin ise kamplardaki kötü koşullar nedeniyle “gönüllü” olarak ülkesine geri döndüğü belirtiliyor. BM Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guterres sayıları her geçen gün artan mültecilerin durumunu, “Tüm mülteciler bir bölgede toplansa, dünyanın 24. en kalabalık ülkesini oluştururlar” diyerek izah etmesi de, mültecileri ucuz iş gücü olarak gören ve savaştan rant elde etmeye çalışan güçlerin içine girdiği açmazı gözler önüne seriyor.
‘Korku içinde yaşıyoruz’
Gidecek yerleri olmadığı için sokaklarda yaşayan ve ölüm gösterilerek sıtmaya razı edilen mülteciler, artık yaşadıkları sorunlara çözüm bulunmasını istiyor. Yaşanan sorunların en büyük mağduru ise kadınlar ve çocuklar. Suriye’de başlayan iç savaşın ardından başkent Şam’dan Türkiye’ye gelen 25 yaşındaki Evin Betül-Hatip, bu sığınmacılardan sadece biri. Bir yıl önce Türkiye’ye gelen Hatip, geliş sebebini, “Orada savaş var, bombalar var, katliam var. Bu savaş kimin savaşı, kimler savaşıyor biz anlamadık. Bombalardan kaçıp geldik” diyerek anlatıyor.
3 çocuğuyla birlikte Aksaray Fatih’te bulunan bir camiye sığındıklarını söyleyen Hatip, “Halen orada kalıyoruz. Devletten bir şey istemiyoruz sadece zaruri ihtiyaçlarımızı karşılasınlar yeter. Orada ölüm var, bu yüzden buradaki açlığa razıyız” diyor. En küçük çocuğu 5 aylık olan Hatip, çoğu zaman duvar kenarlarında uyumak zorunda kaldıkları için anlattı.
Aynı sıkıntıları yaşayan kadın mültecilerden biri de akrabası olan 31 yaşındaki Şirin Betül Hatip. 1,5 yıl önce Türkiye’ye gelen ve eşinin halen Suriye’de olduğunu söyleyen Hatip’in 5 çocuğu var. Çoğu zaman duvar kenarlarında uyumak zorunda kaldıklarını ifade eden Hatip, içerisinde bulundukları koşulları “Camide, duvar kenarlarında yaşamak nasıl bir şey düşünün? Her tarafımızı mikrop sardı. 5 aylık bebeğim bu yüzden her gün hasta” diyerek söze döktü.
Çalışmak istediklerini ancak kendilerine iş verilmediğini de söyleyen Hatip, “Biz küçük çocuklarımızı kurtarmak için savaştan kaçarak buraya geldik. Buraya gelenlerin neredeyse hepsi kadın ve çocuk. Her ne kadar kendimizi korusak da İstanbul tehlikeli bir şehir. Her çeşit insan var. Hep korku içinde yaşıyoruz” dedi.
Türkiye önemli bir durak
Avrupa ülkelerine geçmek isteyen mülteciler için geçiş ülkesi olarak görülen, bu nedenle de mültecilerin yoğun olarak yaşadığı ülkelerin merkezinde yer alan Türkiye’de, çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 1 milyon 400 bine yakın sığınmacı ve mülteci yaşıyor. Beslenme, barınma ve sağlığa erişimle ilgili ciddi sorunlar yaşayan ve kendilerini korumak için birçok zorluğa karşı mücadele etmek zorunda kalan mülteciler, ölüm gösterilerek sıtmaya razı ediliyor.
Savaş, işgal, açlık ve yoksulluğun her yıl milyonlarca insanı savurduğu göç yollarından biri de Türkiye’ye çıkıyor. Cenevre Sözleşmesi’ne “coğrafi sınırlama” ile taraf olan Türkiye’de, çoğu kadın ve çocuklardan oluşan 1 milyon 400 bine yakın sığınmacı ve mülteci bulunuyor. Mültecilerin büyük çoğunluğunu ise devam eden iç savaş nedeniyle ülkelerini her geçen gün terk etmek zorunda Suriyeliler ile Afganistan, İran, Irak ve Afrika ülkelerinden gelenler oluşturuyor.
Türkiye’ye gelen sığınmacı ve mülteciler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) tarafından “Ana kente bağlantılı olarak kurulan ve yükünü azaltmak için çevresinde oluşturulan yerleşim yerleridir” şeklinde tanımlanan ve sayıları 51’i bulan uydu şehirlere yerleştiriliyor. Türkiye, uydu kentlere yerleşen mültecilerin burada kalmasına Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği’nce (BMMYK) başvuru, kabul ve güvenli üçüncü bir ülkeye yerleştirme işlemleri tamamlanıncaya kadar izin veriyor. Mülteciler, Hatay, Adana, Antep, Maraş, Malatya, Urfa, Kilis, Osmaniye ve Adıyaman gibi şehirlerde bulunan kamplara yerleştirilirken, kamp dışında yaşayan mülteci ve sığınmacılar ise çoğu zaman ev bulamıyor. Bulabilenler ise küçük evlerde yada tek odalı derme çatma barakalarda yaşamını sürdürmeye çalışıyor.
Türkiye, aynı zamanda mültecilere yönelik kayıt dışı çalıştırmanın da en fazla olduğu ülkelerden biri. Kayıt dışı çalıştırmaya karşı sadece cüzzi bir para cezası verilemesi nedeniyle Türkiye’de binlerce mültecinin kayıt dışı çalıştırıldığı tahmin ediliyor. Çalışma izni olmadan çalışan yabancılar, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun (YUKK) 54/1 maddesine göre Türkiye’deki kanunlara uymadıkları gerekçesiyle sınır dışı edilmekle karşı karşıya da kalıyor. Genel olarak “vasıfsız işçi” statüsünde güvencesiz olarak çalıştırılan bu işçilerin son 15 yılda Türkiye’de işverene sağladığı ekstra kazancın ise 12,2 milyar doları geçtiği belirtiliyor.
200 bin Suriyeli sokakta yaşıyor
2011’de başlayan iç savaş nedeniyle Türkiye’ye en fazla göçün olduğu ülkelerin başında Suriye geliyor. İç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan ve sayılarının 1 milyonu aştığı belirtilen Suriyeli sığınmacılar, “Sınırsız kalışı, zorla geri göndermeye karşı korumayı ve acil ihtiyaçlara yanıt veren kabul düzenlemelerine erişimi içerecek şekilde koruma ve yardım sağlanma” olarak tanımlanan “geçici koruma” kapsamında bulunuyor. Mültecilerden 220 bini Türkiye sınırları içerisinde kurulan 24 kampa yerleştirilirken, sokaklarda, yıkık binalarda yada yaptıkları derme çatma barakalarda kalan mültecilerin sayısı ise 200 bin.
‘Komisyon’ adı altında satılıyorlar
Eski İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın Suriyeli sığınmacıların yerleştirildiği ve sayısı 24’ü bulan kamplara ilişkin, “Her birisi şehir gibi, 35-40 bin nüfuslu kamplarımız var. 218 bin 632 kişi kalıyor kamplarda” diyerek övdüğü kamplardaki yaşam koşullarının nasıl olduğu ise tarafsız sivil toplum kurumlarının kamplara girişinin önündeki yasal engel nedeniyle tartışma konusu.
Öte yandan ülkelerinde başlayan iç savaş sonrası, ailelerine bakabilmek için Türkiye’ye gelen Suriyeliler, burada insan tacirleri tarafından “komisyon” karşılığı tekstil patronlarına adeta köle gibi satılıyor durumda. İşçiler, para karşılığında tekstil patronlarına satıldıkları yetmezmiş gibi, insanlık dışı koşullar altında çalıştırılıyor.
Medya ve hükümet kriminalize ediyor
Başta medya olmak üzere “mülteci” ve “suç” kavramlarının neredeyse eş anlamlı olarak kullanılarak kriminalize edilmesi, mültecilerin toplumun diğer kesimleri tarafından hedef haline getirilmesine de zemin hazırlıyor. Temmuz ayında da Maraş, İstanbul, Antep, Adana ve Mardin’de Suriyelilere yönelik ırkçı saldırılar devam ederken, hükümet yetkilileri ise içine girdikleri durumdan sığınmacı ve mültecileri hedef göstererek çıkmaya çalıştı. İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun son açıklaması da bunun son örneklerinden oldu. Mutlu, İstanbul’da özellikle mali durumu iyi olan Suriyelilerin daha fazla olduğunu söyleyerek, “Dilencilik yapan Suriyelilerden sadece İstanbullular değil, İstanbul’da kalan Suriyeliler de rahatsız oluyor’ diyorlar. Dolayısıyla bu konu ile ilgili değerlendirmeler yapılıyor. Çok kısa sürede ciddi ve yeni bir uygulama başlatacağız” diyerek sokaklarda yaşamak zorunda bırakılan sığınmacı ve mültecilere dönük dışlayıcılığını ortaya koydu.
Temel sorun sağlığa erişim
Mültecilerin Türkiye’de yaşadıkları en temel sorunlardan biri de sağlığa erişim hakkı. 12 Nisan 2014 tarihinde yürürlüğe giren Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nu (YUKK) mülteci ve sığınmacıların sağlık hakkına erişimiyle ilgili yeni düzenlemeler getirse de, yabancılar “sığınmacı“, “mülteci” ve “şartlı mülteci” olarak ele alınıyor. Coğrafi çekince korunarak kabul edilen yasada sağlık hakkına erişim de bu çekince üzerinden yapılıyor.
Mültecilerin sağlığa erişim koşullarına ilişkin saha çalışması yapan İstanbul Tabip Odası Üyesi Dr. Faize Deniz Mardin, ön yargıların Türkiye’de yaşayan mültecilerin sağlık hakkından yararlanmasının önüne geçtiğini belirtiyor. Hastanelerde özellikle Afrika kökenli olan mültecilere, “Bu kişi zaten hastalıklıdır” şeklinde yaklaşımların olduğunu söyleyen Mardin, mültecilerin hastanelerde yaşadıkları sıkıntı yüzünden tedavi dahi olmak istemediklerini belirterek, “Durumları çok kötüye gitmeden hastaneye gitmiyorlar. Bu durum yaşadıkları şartlar itibariyle ölüme kadar götürebiliyor” diyor.
Mardin’in, “Bazı hastaneler kendilerine başvuran ve yaşamını yitiren hastadan ödeme alamadığı için cenazeyi teslim etmiyor. Araya konsolosluklar giriyor, BMMYK giriyor” şeklindeki ifadeleri mültecilerin yaşam hakkıyla ilgili en çarpıcı gerçeği de gözler önüne seriyor.
Kadınlar şiddete maruz kalıyor
Yüzde 77’sini kadın ve çocukların oluşturduğu sığınmacı ve mülteciler, Türkiye’ye geldikleri andan itibaren kendilerini korumak ve yaşamlarını sürdürmek için çeşitli zorluklara karşı mücadele etmek zorunda kalıyor. “Yabancı” olarak değerlendirilen ve toplumsal cinsiyet nedeniyle ayrımcılığa maruz kalan kadın mülteciler, sağlık ve sosyal hizmetlere erişimle ilgili de ciddi sıkıntılar yaşıyor. Uydu kentler olarak belirlenen az muhafazakar ve az nüfuslu illere gönderilen kadınlar, burada da toplumsal cinsiyete dayalı şiddete maruz kalarak baskıya uğruyor.
ROJDA KORKMAZ/DİHA/İSTANBUL
