Sırrı Süreyya ÖNDER - 10 Ekim: Yarım kalan yürüyüş


Eski filmlerin sıklıkla kullandığı bir motif vardı. Aslında mitolojik referanslara da sahip bir motifti bu...
İki düşman ailenin çocukları birbirlerini severler ama kanlı geçmiş ve birikmiş kinler bu aşka mani olur. Eğer izlediğiniz film zevzek bir komedi değilse finali hep aynı olurdu. Aşıklar ancak ve sadece ölünce kavuşurlardı.
Bizim topraklarımız bu hikayenin her gün yeniden ve yeniden üretilmesine mahkum.
Tarih kuşkusuz salt zorbalıklardan ibaret değildir. Bir de bu zorbalıklara karşı "Bir yürüyüş eyleyelim!" diyenler hep olmuştur. Yani mücadele tarihimiz bir bakıma yürüyüşlerimizin de tarihidir.
***
Bunlardan ilki, yaklaşık dokuz asır önce başlamış ve başka bir mecraya evrilmişti.
Anadolu'nun mecalsiz kalmış kavimleri, Doğu Roma zulmü altındaydı.
Bu coğrafyada yaşayan Kürtler, Ermeniler, Abazalar, Slavlar, Gürcüler ve Trakya bölgesinde mukim Peçenek-Uz Türkleri başta olmak üzere birçok kavim, Roma İmparatorluğu içerisinde azınlık olarak yaşamaktaydı. Doğu Roma İmparatorluğu, bu azınlıklar üzerinde siyasi ve askeri baskılar kurmakta ve coğrafyayı 'zor' politikalarıyla ayakta tutmaktaydı.
Uzun ve meşakkatli bir yolculukla Anadolu'ya ilk gelen Alperenler, hepi topu 100-150 kişiydi. Atları yoktu, pusatları yoktu. İşte bu zor ve tufan coğrafyasına ilaç gibi gelen bir sözle yerleştiler. Biz dediler, 72 millete bir nazarla bakarız...
Daha Alparslan yokken, Romen Diyojen hapisteyken Anadolu, bu 'söz' ile yurt edinilmişti.
Bu söz Selçuklu’ya anahtar olacak, girilen o kapıdan Osmanlı doğacak ve ilerleyen yıllarda, 72 milletten 3’üne epeyice 'farklı' bir nazardan bakılacaktır. Bu farklı bakış, Ermenileri, Alevi Türkmenleri ve Kürtleri sırayla yakacaktır. Bu yakma ve yanma hali, Osmanlı'yı da Doğu Roma akıbetine uğratacaktır.
Halbuki Ermeniler mesela, Romen Diyojen tarafından Selçuklu'ya karşı savaşmaya davet edildiklerinde, savaşı değil de bir bakıma 72 millete bir nazarla bakmayı tercih ettikleri için ilk Doğu Roma orduları tarafından katledilmişlerdi.
Kürtler uçarcasına Anadolu'ya konan Alparslan'ın iki kanadından biriydi.
Alevi Türkmenleri hiç sormayın, onlar bu anahtar sözün sahibiydiler. Anadolu heterodoksisi bugün halen maya tutma gücü taşıyorsa en büyük pay onlarındır.
Birinci yürüyüş böyle yarıda kaldı.
***
Cumhuriyet, ilan edildiği dönemin olanaklarıyla mecburiyetlerinin kesiştiği zeminin adı olarak okunabilir.
Yedi düvelle kavgalı bir geçmişten, Anadolu kavimleri yine ve yeniden bir aşk çıkarmaya çalıştılar.
Yani, Kürdüne, Alevisine, Ermenisine hep hor ve faydacı bakmış bir yayılmacı gelenekten kopmak ve koptuktan sonra da kurda kuşa yem olmamak için bir arada olmak, birbirini sevmek ve birlikte eylemek amacıyla, yarım kalanı tamamlamak için yeni bir yürüyüş başlattılar. Onun akıbeti de öncekinden beri olmadı. 'Biz' kavramının içi süratle tekleştirildi. Önceki dönemin 'bilimi ve fenni'ni değil de kirli suç sicilini devraldılar. Ermeniyle, Kürtle, Aleviyle hısım olmayı değil hasım olmayı seçtiler.
İkinci yürüyüş, Zilan’da, Dersim’de, Diyarbekir’de, Maraş’ta, Sivas’ta, 6-7 Eylül’de, Suruç’ta defalarca yara aldı.
İyice takatsizleşen bu dostluk kervanı, son bir gayretle 10 Ekim’de yeniden yola koyulacaktı. Ülkenin dört bir yanından sel gibi genç-yaşlı, kadın-erkek, yollara düşüp Ankara’ya aktılar. "Kardeşlerimizle savaşamazsınız!" diyorlardı. "Bu ülkenin emekçileri, mülksüzleri, Kürtleri, Alevileri, yani temel kurucu unsurları olarak bunu kabullenmeyeceğiz!" diyerek anıtlaşıyorlardı.
Bu topraklara, inanın her türlü kötülüğü fütursuzca yapabilirsiniz. Doğal kaynaklarını talan edebilirsiniz mesela. Maddi kaynaklarını çalıp çırpabilirsiniz. Küçücük çocuklarını istismara maruz bırakabilirsiniz. Bunlara sistem her türlü toleransı gösterir. Ama Kürt, Ermeni ve Alevi kavramlarını dostça bir tınıyla söyleyemezsiniz. Söylerseniz akıbetiniz bellidir.
İşte bu yüzden vahşice katledildiler...
***
Şimdilerde suça ortak olmakta, "Korkunç ama evet" demekte sakınca görmeyenlerin partilerinden gençler de vardı orada; hayatını barış demeye adayan, babasının, abisinin acısını içine gömen, intikam duygusunun yerine barış ve demokrasiyi koyanlar da. 10 Ekim saldırısını düzenleyenler ve bu saldırıya göz yumanlar, en yakınlarının ölümünden intikam değil barış talebi çıkaran çocukları, hiç tanımadıkları insanların ölümlerinin kendi sorumluluklarında olacağını ve barışın yaşanabilecek en kutsal hâl olduğunu bilen gençleri ustaca bir işbirliğiyle öldürdüler.
10 Ekim’den sonra bu ülkede barış istemenin bedelinin ne olduğunu daha iyi anladık. Aslında bu bedeli hiç unutmamıştık, çünkü hep hatırlatıyorlardı. Barış Derneği davalarından Vicdani Retçilere, Barış İçin Akademisyenler girişiminden Cumartesi Anneleri’ne, onlardan Suruç’a, hepimiz bu ülkede sınıfı, kimliği, yaşı, cinsiyeti ne olursa olsun barışla yolu kesişenlerin bu ülkeyle yaşam bağının hep 'o görünmez el' tarafından kesildiğine tanık oluyoruz.
Türkiye bugün 20. ve 21. yüzyılda savaşı yaşamış Latin Amerika’dan Asya ve Afrika’ya tüm ülkelerin küresel acı diline ortak. Tıpkı daha önceki yüzyıllarda olunduğu üzere... Üstümüzden geçen bu savaş hâli ve ona eşlik eden otoriterliği sabah uyandığımızda evimizin üstünde olan bir bulut gibi kabullenmemiz, pazarda yürürken, düğünde, işe giderken tedirgin olmamız, konuşurken hep söylediklerimizi tartmamız beklenen bu çağda Nazım Hikmet’in deyimiyle 'bizim tarafta olmanın' gururuyla yaşayan ve o gururu taşıyarak ölenlerin anılarına çarpmadan, artık sokakta dahi yürüyemiyoruz.
Kör bir savaşın ikliminde, o barış mitingine birlikte gelen çocukların bile birbirine küstüğü kocaman bir karanlığın içinde bulduk kendimizi. 10 Ekim’den beri etrafımızdaki birçok insan, sanki dünyayı o eski renkleriyle göremiyor. Tıpkı Cizre’de, Sur’da yaşamları üstlerine yıkılan, bodrumlarda ölümleriyle faşizmin canı istediğinde işkencehaneye çevirmekten tereddüt etmediğini bildiğimiz stadyumlarda dalga geçilen insanların aileleri gibi.
Bize düşen, dünyanın kör noktasında yaşayanlar olarak, hikayemizi daha yüksek sesle anlatmak ve bizi hapishaneyle mezarlık arasında bir döngüye mahkum edenleri mahkum edebilmek.
Hiçbir şey olmamış gibi yaşayacak kadar kalbimiz taş olmadıysa eğer, yarım kalan yürüyüşümüze inatla devam edebilmek.
Bizden önceki yürüyüşlere ve yürüyenlere en önemli borcumuz budur.
Başlatıcısı değil, mağduru olduğumuz bu düşmanlık ikliminde, ancak mezarda kavuşabilirsiniz diyenlere inat yürümeliyiz.
