SOYDAN AKAY: Mordem’le zamana yolculuk

1. Mordem
Sene 91... Mevsimlerden hazan, aylardan Kasım... İzmir Buca Lisesi Edebiyat Bölümü son sınıfı. Sabahın ilk dersine hazırlık yapılıyor. O ara sınıf başkanı Muş'tan Ayhan adında bir arkadaşın sınıfımıza geleceğini söylüyor. Ve kendinden emin bir edayla ekliyor, "Erkekler sevinmesin, kızların sayısı bir kişi artacak." Oturduğum yerden "bizim orda" Ayhan'ın erkek ismi olduğunu söylüyorum. Öğretmen sınıfa girince tartışmamız da yarım kalıyor.
Ertesi gün
Yine sabahın ilk dersi henüz başlamış. Öğretmenin gelmesine henüz zaman var. Ama biz sıralarımızda hafif sohbetteyiz. O ara gözüm kapıda sınıf tabelasına bakıp içeri girmekte tereddüt eden birine takılıyor. Her halinden 'yabancı' olduğu belli. Heyecanlı ve hızlı adımlarla soluğu yanında alıyorum. İçimizdeki ses, his birden dilleniyor: "Adın Ayhan mı?" Ve sen utangaç, şaşkın, şehla ve yabani bakışlarla gözlerimin içine bakıp "he" diyorsun. Bizim sınıfa kayıtlı olduğunu söylüyorsun. Ardından seninle sınıfın arka sıralarına gidiyoruz. Tüm sınıf neredeyse başımıza toplanıyor. Merhabalar, sorular ve mesafeli bakışlar arasında sıkıldığın belli. Sonra hoca geliyor ve sana bir kaç soru soruyor ve ders başlıyor. Hakkında bilgi sahibi olmalı ki neden geldiğini sormuyor.
Ders arası verilince kendimi tanıtıyorum. Memleketlin olduğumu öğrenince gözlerinin içi gülüyor. Memlekete dair sohbet ediyoruz. Neden İzmir'e geldiğini sorduğumda ağabeyin Ali Kamer'in yanında (Kuruçeşme'de) okumaya geldiğini söylüyorsun. Cevabında öyle olmadığını ima eden ton olsa da ben inanmıştım. Sonraki günlerde birbirimizi tanıdıkça ve güvendikçe İzmir'e gelişinin asıl öyküsünü anlatmıştın.
Yüreğine düşen dağ sevdasını, Varto Lisesi'nde bir grup arkadaşla örgütlediğinizi, gerilla ile randevulaşıp bir köye gittiğinizi ancak iletişim kuramadığınızı, ertesi gün ilçeye dönmek zorunda kaldığınızı ve bu durumunuzun hem polisçe hem de ilçede birçok aile tarafından öğrenildiğini, baskılara maruz kaldığını, ailelerinizin mecbur kalıp sizleri metropollerdeki yakınlarınızın yanına yolladığını gözlerin dolarak anlatmıştın. Hem memleketten olmuştun hem de dağlara ulaşmak üzereyken hallerinden ve birlikte katıldığın yoldaşlarından ayrılmıştın. Öylesine yalnız, yabani ve de özlem doluydun ki!.. Peki öyle bir tesadüf olabilir mi? Binlerce kilometrelik bir sürgün yolculuğundan çık gel ve gerillaya gitmek üzere olan bizim grubumuzun olduğu okula düş.
"Biz de gitme hazırlığı yapıyoruz" dediğimizde Mahsum hevalle, seni teselli etmeye çalıştığımızı düşünmüştün. Sonunda seni inandırmıştık. Biz birbirimize yol olacaktık. Rüyalarımızı masal tadında birbirimize anlata anlata o kentin ötelerinde bir yerde meskenlerimizin olduğunu ve oralarda hep yürüyüş halinde olduğumuzu bilerek zamanın ağır akışını aşmaya çalışıyorduk. Gideceğimize inanmıştın ya, sendeki tutkuyu acaba nasıl anlatayım... Nuri Dersimi, o intikam dizelerini senin ruhunun evrenine mi nakşetmişti acaba? Uygarlık sahasında bir dağlı, bir sevdalı…
Kısa bir süre sonra raporlarımızı bölge komitesine verdiğimizde adeta kanatlanmıştık. Ama bu kanatlanış kısa sürdü. Gitmeyi beklerken kötü haber almıştık. Polisin yaptığı operasyonda raporlarımız yakalanmıştı. Bu durumu sana nasıl anlattığımı hatırlamak bile istemiyorum. Ama gerçeği bilmeliydin. Öğrendiğinde de sinirden güldün. "Şansım olsaydı anamdan doğmazdım" deyip kahkaha attığında, bir özgürlük delisi olan senin akli dengeni kaybetmenden korkmuştum.
25 Mayıs '92
Tanışalı 7 ay olmuştu. Okulu taktığımız yoktu. Ders yerine Mahsum hevallere gidip Serxwebûn ve çözümleme okurduk. Okulda da kendimizi çok deşifre etmiştik. "Atatürkçü Eğitim" konulu semineri birlikte hazırlamıştık. "Kışla Kültürü"nü okumuştun ya önceden, biz o temelde hazırlamıştık ve sınıfta kıyamet kopmuştu. Ve onlarca tartışma, eylem derken karne zamanı gelmişti. Ama ondan önce yapacaklarımız var. "Kendimize ortak bir isim bulalım" diyorum. Aklımdaki ismi sana söylüyorum: Mordem! Gülümsüyorsun o ara. Birkaç defa tekrarlıyorsun. Harika bir isim olduğunu söylüyorsun sevinerek. Bir ders arası çakı bulup oturduğumuz sıraya, kazıyoruz ismimizi. "MORDEM!" İlk insan, dost, bizim insanımız. Zerdüşt'ün ilk insanı Gayomard gibi Mordem oluyoruz seninle biz. Zamana, sabırsız zamanlara ve başlayacak olan yeni zamanlara armağanımız oluyor ve sen o ismi tüm zamanlara nakşediyorsun.
İsmimizle yola çıkıyoruz. Karne alma günü arkadaşlarla buluşuyoruz. Artık şervanız. Bir süre İzmir'deki yoksul halkımızda kalıyoruz. Haziran sonlarına doğru Bazîd üzeri yola çıkacağımız söyleniyor. Bir aksilik çıkmadan ulaşabilsek!.. Çıkıyor da... Aksilik beni buluyor. Hevaller dediler ya bana "sen bizimle kal, sonra gideceksin" diye. Bir türlü ikna edemedim. En son kura çekildi ve hileyle yine ben çıktım. Yapılacak bir şey yok. "Mutlaka görüşeceğiz" temennisiyle vadalaşıyoruz.
Ve sen, Mahsum, diğer yoldaşlar yola çıkıyorsunuz, Zagroslara doğru. Sonra mı?
Kendi adın ve anlamın olan "Mordem'in Güncesi'nde.
II. Ferhat
Sen Mordem olarak, Mahsum Unay heval de Ferhat olarak yola çıkıyorsunuz. O zamanı güncenden okuyorum. Hem de yıllar sonra ve tusak olarak…
Ferhat heval henüz iki yaşındayken 1970'lerin başında ailesiyle Kızıltepe'den İzmir'e göç ediyor. Biz kendi memleketimizde asimile olurken O, İzmir gibi bir yerde kimliğinden, kültüründen hiçbir şey yitirmemişti. Grubumuz içinde Kürt kültürünü kendi kişiliğinde somutlaştıran, yaşayan ve bunun farkında olan bir hevaldi. Evlerine gittiğimizde kadınların hiç Türkçe konuşmadığına tanık olmuştuk. Kadınlar kültür taşıyıcı bir öğe olarak bir evi bir ülkeye dönüştürebiliyordu demek ki. Mahsum hevalin ülkesi, işte bu ortamdı.
Sadece dağlara yürümek için zamanını ve yoldaşlarını bekliyordu. Özgürlüğe, dağlara, hayallere ve ütopyalara giden yolun kavşağında gülümseyişle bekleyen "karanfil kokulu halkın" çocuğuydu Ferhat heval. Yolu düş, düşleri ise yol eylemeyi bilen heval. Birlikte Zagroslara yürümenin mutluluğunu güncende ne de güzel anlatmışsın.
Ve O'na dair tarihe düşülmüş notu, yine senin güncenin hem de ilk satırlarında okuyorum: "Tarih; 28 Eylül '92. Yer; Rubarok. Çıkan çatışmada kalabalık bir gerilla grubu şehit düşer. Ferhat heval yaralanır. Geri çekilme esnasında helikopter saldırısında şehadete ulaşır.
III. Hogir Sekvan '92 Ağustos-Ekim ayları arası
Sen ve Mahsum (Ferhat) hevaller yola çıktıktan iki ay sonra bir grup yoldaşla Rojava üzeri yaratılan topraklara yol aldık. Yolda bıyıkları henüz yeni terlemiş 16 yaşlarında bir yoldaşla tanışıyorum. Adını soruyorum. "Hogır" diyor. Ve ekliyor, "Şehit düşen akrabam M.Ata Aslan arkadaşın kodudur." Sohbet ediyoruz ve ailesiyle tanış çıkıyoruz. Müthiş heyecanlı, istekli ve dağlara sevdalı bir yürek olduğu gözlerinden belli. Kara kaşlı, kara gözlü, mütevazi, çabacı. O kutsal sahadan günleri sayıyoruz. Tanıyanlar çıkıyor. Biz de oraya gelmeyi düşünüyoruz. Hogir hevalle hep bunları konuşuyoruz. Hayaller kuruyoruz. Sizlere kutsal Saha'nın kutsal İnsanı'nı anlatacağız. Biz Hogir hevalle bunları düşünürken vakit gelip çatıyor.
Ve ben metropole geri gönderiliyorum. İtirazlar kar etmiyor. Benimkisi hem şans hem de şansızlık. Yapılacak birşey yok. Hogir heval dağlara gelecek. "Mordem ve Ferhat hevalleri mutlak gör, geleceğimi söyle" diyorum. İsimlerinizi yanına yazıyor. Buruk hüzünlü bir vedalaşma oluyor bizimkisi. Dağlarda buluşmak üzere Hogir hevalle vedalaşırken bana öylesine istekle söylediği bir şey var ki; gözleri doluyor: "Anneme ve kardeşlerime söyle onlar da gelsin." O'nun bu sözleriyle geldiğim metropole geri dönüyorum. Hem de bir Kasım ayında.
Şubat 2008, Rüya
Hava buz gibi. Gece. Ranzama çekilip uyuyorum. Rüya mı, gerçek mi bilemiyorum; her zaman memlekete, "Gimgim"a giderken Bingöl yakınlarında hiç unutmadığım dağlık bir yol var. Rüyanın mekanı o yol. Her tarafı kar kaplamış. Ancak yol açık. Bir virajda Hogir hevalle karşılıkla konumlanmış, silahlarımızı gelecek olan Başbakanın geçmesi muhtemel konvoyuna yöneltmişiz. Ortalık apaydınlık. Bazen gülüyoruz. Konvoy çıkar çıkmaz "bekle" diyorum Hogir hevale. Gülümsüyor ve gözlerini kapatıyor. Ortalık kapkaranlık oluyor. Bağırıp çağırıyorum, Hogir heval yok. Öylesine karanlık ki yüreğim titriyor. Kendime gelip uyanıyorum. Hala gece. Bir türlü o karanlığı ve ondan önceki Hogir hevalin gülüşünü unutamıyorum. Sabah uyandığımda hala rüyanın etkisi, ağırlığı var üzerimde. Haberlere bakıyorum. İlk haber Genelkurmay Başkanlığı'nın; Bingöl'de beş arkadaşın şehit edildiğini, beşinin de yaralı yakalandığı söyleniyor. Mordem heval, o anı mı rüyadır, rüya olan mı gerçektir; hala uykuda mıyım bilemiyorum. Ruhum allak bullak. Birlikte kaldığım gerilla hevale diyorum; "Hogir heval şehit düştü…"
Birkaç gün sonra radyodan Hogir hevalin de şehit düşen arkadaşlar arasında olduğunu öğreniyorum.
Tütün tabakasında nakşedilmiş sır İki yıl sonra
Agit adlı bir gerilla arkadaşla tanışıyorum. Hal hatır sorduktan sonra Hogir hevali tanıyıp tanımadığını soruyorum. "Hogir Sekvan mı?" diyor, gülümseyerek. Kolundaki yarasını gösteriyor: "Hogir hevalden hatıra!" Anlatıyor. İyi nişancı olduğu için "Sekvan" adını aldığını, '96'da bir çatışmada karnından ve bacağından yaralandığını söylüyor. Ben soruyorum, o anlatıyor. Yıllar önce tanıdığım doğal, mütevazi, heyecanlı, meraklı, bağlı, fedai hevalimin aynısını anlatıyor. Ben tam ayrılacakken, "Yıllardır yanında bir tütün tabakası taşıyor, üzerine 'Mordem' ismini kazımıştı" diyor. * Diyarbakır D Tipi Cezaevi
Ferhat (Mahsum Unay): 1972
Kızıltepe/Mardin - 28 Eylül 1992 /Rubarok (Üst foto soldan ikinci)
Mordem (Ayhan Kaya): 1975 Varto/Muş - 26 Ağustos 1995 /G. Kürdistan (Üst foto sağda)
Hogir Sekvan (Murat Şimşek): 1976 Taşgedik/Mardin - 3 Şubat 2008 /Dallıtepe-Bingöl (Yandaki foto)
