Stalin’in ‘devrimciliği’ ve Zîlan’a soykırım

  • Türklerin, daha sonra Mahabad’da kurulan Kürdistan Cumhuriyeti’ni de İran’a satacak, Kafkas Kürtlerini darmadağın edecek olan ‘devrimci’ Stalin’e ne ya da neleri rüşvet verdiği hala açıklığa kavuşmadı. Zira Stalin’in orduları, Ağrı Dağı’nı kuzeyden kuşatarak Kürtlerin eylemini sınırlamakla kalmıyor, Ermenistan ve Kafkaslardan gelecek Kürt desteğine de set çekiyordu.

AHMET KAHRAMAN

Türk devleti, Şeyh Said güçlerini yeniden yapılandırarak geri dönmesi temelinde Amed muhasarasını kaldırma emri verdikten sonra, bir "beyanname" ile havada sönüp buharlaşan ‘namus sözleri’nden birini daha savurdu.
‘Söz’ün özü şöyleydi:
"Şeyh ve arkadaşları teslim oldukları takdirde kimsenin kılına donulmayacak, herkes köyüne dönüp özgürce hayatını sürdürebilecektir."
Fakat bu namus ve şeref sözü iki ay bile sürmedi. Şeyh Said‘in ‘ödül avcıları’ tarafından tuzağa çekilip esir alınmasından hemen sonra ‘namus sözü’ buharlaştı. Türkler, Kürtler üzerinde genel taarruz hazırlıklarına giriştiler. Şeyh’in idamından hemen sonra da insan kırımına ve yakıp yıkmaya başladılar.
Her zamanki gibi merhametsiz ve vicdandan yoksunlardı. Türk ordusu Kürt kanıyla yıkanıyordu adeta. Kadın, erkek, çocuk, ihtiyar ayırımı yoktu. Kimin başkaldırıya katılıp katılmadığına da bakmıyorlardı. Her Kürt düşman ve ‘en iyi düşman ölü olan’dı.
Kürdistan’da ‘hewar’ günleriydi. Türk ordusu, yakaladığı Kürt’ü kurşunlayarak, ‘Kürt İsyanları’ kitabımda örnek gösterdiğim üzere ‘kurşundan tasarruf’ için, Palu’ya bağlı, bugünkü adıyla Gökdere köyünde yaptıkları gibi insanları evlere, ahırlara doldurup diri diri yakarak ilerliyorlardı.
Ölüme teslim olmak istemeyen Kürtler, zebaniden kaçarcasına dağlara sığınıyor, üstlerine geldiklerinde karşılık vererek direniyorlardı. Fırsatını bulanlar, ‘binê xetê’ dedikleri Suriye’ye geçiyor, oradan Irak’a, İran, Ürdün ile Lübnan’a dağılıyorlardı.
Yurt dışına çıkan, aralarında Celadet Ali Bedirhan, Kamiran Ali Bedirhan, Ekrem Cemil Paşa, Memduh Selim gibi tanınmış kişiliklerin bulunduğu aydınlar, zaman kaybetmeden birbirleriyle ilişki kurdular. "Ne yapmalı?" sorusuna cevap bulmaya çalıştılar. Uzun tartışmalardan sonra bütün Kürt kesimlerinin temsil edilip kararlar alınacağı bir kongre için anlaştılar.

45 gün süren kongre

Kongre, 5 Ekim 1927 tarihinde Lübnan’ın Bihamdun şehrinde başladı. Kesintisiz 45 gün sürdü. Kürdistan’ın kendi kaderini tayini için önemli kararlar aldılar. En başta bağımsız Kürdistan fikri kararlaştırıldı. Sonra bağımsız Kürdistan mücadelesini yürütmek üzere "Hoybûn" adında bir cemiyetin kurulmasına karar verildi. Cemiyetin yönetim kadroları tespit edildi.
Bu arada kongre kararıyla Hoybûn’un çatısı altında birleşmesi ve mücadeleyi yürütmek üzere bir milli (ulusal) ordunun kurulması kararlaştırıldı.
Kongre, Türklerin giriştiği soykırıma karşı acilen Kuzey Kürdistan’ın savunması ve kurtuluşu için mücadele verecek bir ordunun kurulmasını kararlaştırdı. Kurulacak ordunun başkomutanlığına da Azadî örgütünün kurucularından ama 1924 yılı kışında tutuklanıp Şeyh Said’in esir alınmasından sonra 14 Nisan 1925 tarihinde idam edilen Bitlis eski Milletvekili Yusuf Ziya Bey’in yakını olan Yüzbaşı İhsan Nuri terfi ettirildi.
İhsan Nuri, Kürt milliyetçisi bir Osmanlı subayı idi. Büyük savaşa da katılmıştı. Kemalistler, Lozan’dan hemen sonra Nasturilere cephe açmış ve onu Hakkari’de görevlendirmişti. Ancak İhsan Nuri, kırıma katılmamış ve 1924’de bir grup Kürt ile birlikte ordudan firar etmiş, Türk devleti, bu olayı Azadî’nin başkaldırı hazırlıklarıyla ilişkilendirmişti.
Şeyh Said’in esaretinden sonra yurt dışına çıkan İhsan Nuri Paşa, kongre kararından hemen sonra ülkeye dönmüş ve zaman geçirmeden, Kürtlerin "Gilîdax”, Ermenilerin de Ararat dediği Ağrı Dağı’nı karargah olarak seçmiş, çalışmaya başlamıştı. Ama o sırada dağ boş değildi. Dağın tepe ve yamaçları, direnişçi gruplarıyla doluydu.

Halis Ağa

Bu kertede bir parantez açmak gerekirse Halis Ağa (Öztürk) dağdakilerden biriydi.
Halis Ağa, Ağrı’nın Tutak ilçesindendi. Hamidiye Alayları komutanlarından Sipkan aşireti lideri Abdülmecit Bey’in oğluydu. İttihatçı çetenin Orta Asya’yı fethedip Turan Türk imparatorluğunu kurma hayaliyle Sarıkamış’a yığdığı Osmanlı ordusu bitlere, uyuz ve dondurucu soğuklara yenilip kırıldıktan, kalanı da bozguna uğramış ordu olarak dağıldıktan sonra önü açılan Ruslar, Tutak’ta, Abdülmecid Bey ve oğlu Halis ile adamları tarafından karşılandı. Ruslara büyük zaiyat verdiler. Bir topçu bataryasını da ele geçirdiler. Karşılık olarak da madalya ile ödüllendirildiler.
Ama sonra? Sonra bir sabah, Halis Ağa‘nın kapısına dayandılar. Onu isyancı diye yakaladılar. Trabzon’a götürülmek üzere yola çıkardılar. Ama o, adamlarının yardımıyla kaçmayı başardı. Dağa çıktı. Kürtlerin yenilgisinden sonra İran’a geçti. Af üzerine ülkeye döndü. 1950’de iktidar olan DP’den milletvekili oldu. 1960 darbesinden sonra tutuklandı. Mahkum edilip Kayseri Cezaevi’ne konuldu.
Şeyh Said’in torunlarından olan Melik Fırat da aynı cezaevindeydi. Melik Fırat, "Halis Öztürk’ün yakınması" başlıklı bir yazısında onu anlatıyor:
"Bizimle beraber Halis Öztürk Bey de vardı. Hapishanede batılı, Türk kökenli milletvekilleri etrafında kümeleşince yüksek sesle derdi ki: Kardeşim! Kurtuluş Savaşı’nda malımız, canımızla savaştık; atların dışkısından buğday ve arpa tanelerini arayacak duruma düştük. Birkaç Rus topunu ele geçirdiğimiz için belgelerle onurlandırıldık. Vatan kurtulduktan sonra köyümüze gittik. Kürt olduğumuz için bize mürteci ve mütegalibe dediniz, öldürmek istediniz; canımızı kurtarmak için dağa çıktık. Bu defa asi ve eşkıya dediniz; ardımıza kolordular sevk ettiniz; köylerimizi yaktınız; insanlarımızı öldürdünüz. 1950 yılında yalandan bir demokrasi oyunu icat ettiniz. Halkımız bizi Meclis’e yolladı, güya mebus olduk.”
"1960 yılında kutsal anayasayı çiğnedin diye askerler darbe yaptı. Bu defa mahpus olduk. Ben dört kutsal kitap bilirim. Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran. 1924 Anayasanızı hiç uygulamadınız ki ben onu çiğneyeyim. Öyle anlaşılıyor ki, Halis’in yeri mebusluk değil, mahpusluktur. Üstelik soyadımızı Öztürk yapmamıza rağmen bizi hep Özkürt olarak ezdiniz.”

Ağrı Dağı’nda başkaldırı ateşi

Ağrı Dağı’ndakilerden biri de, daha sonra direnişin önemli komutanlardan biri olacak olan Bazîdli (Doğubeyazıt) Biroyê Heskê Têlî idi. Biroyê Heskê Têlî de, kendi olanaklarıyla Ruslara direnmiş, hatta Bazîd’in kurtarıcısı olarak ödüllendirilmişti.
Ama, Kürtlerin "Bextê Rome tuneye" diye bir tesbiti var. Bu tespit, Halis bey ile B. Heskê Têlî kişiliğinde bir kere daha gerçeğe dönüştü.
Oysa Biroyê Heskê Têlî de, bırakın Şeyh Said olayına destek vermeyi, karşı durmuştu ama buna rağmen yaranamamış, zebanilere teslim olmak yerine dağa çıkmıştı.
İhsan Nuri Paşa, dağda hazır bulduğu bu çekirdek ile savaşçı örgütlemekte zorluk çekmedi. Kısa zamanda küçük ama disiplinli bir ordu kurdu. Ardından da Kürt güçlerinin varlığını duyurdu.
Ağrı Dağı’nda başkaldırı ateşleri yanmaya başlamıştı artık. Işığı gören Kürtler katılmaya koşuyordu. Ancak Türk devleti için ağır yaralı ve korkuyla sindirilmiş bir halk olan Kürtlerin kısa zamanda bir orduyla ayağa kalkması, beklenmedik bir çıkıştı. O nedenle vakit geçirmeden karşı atağa geçtiler. Ama bütün zayıf zamanlarındaki gibi alttan alıyor, dost olmanın da ötesinde ‘kardeş’ diye diye Kürtlere yanaşıyorlardı.
Bu dönemde kırım, yıkım ve yangınların sivil koordinatörlerine "Umum Müfettiş" deniyordu. (Bu unvan, 1980’lerden itibaren Olağanüstü Hal Valisi olarak değiştirildi) Bir Arap ama Türk ırkçısı olan İbrahim Tali Öngören, umumi müfettişti. Karşı atağın ilk örneği olarak, “Ben de sizdenim" demek için Kürt geleneksel kıyafetine bürünüp öğrendiği birkaç kelime Kürtçeyi bağırarak, "kardeşliği pekiştirmek” üzere Kürt köylerini, aşiret önderlerini dolaşmaya başladı.
Bu arada, İsmet Paşa (İnönü) başkanlığındaki hükümet de genel af ilan etti. (Du rû (ikiyüzlü) hallere bakın ki, bir yanda af ama öte yanda darağaçları kuruluyordu.)
Ancak kabul etmek gerekiyor ki, rüşvet ve vaadlerin bazı sonuçları oldu. Satın alınan köy ve köylüleriyle bazı aşiretler saf değiştirdi. Katillerinin yanında yer aldılar. Ama onlara rağmen Kürt başkaldırı hareketi gelişip genişlemeye devam etti.
Bunun üzerine Türk tarafı, çaresizliğin çaresi olarak doğrudan İhsan Nuri Paşa ile diyaloga geçti. Onu para ile satın almaya kalkıştılar. Bu da çare olmayınca toplantı önerdiler. İhsan Nuri, anılarında Ağrı Dağı’nda yapılan toplantıya, Türk tarafının 12 milletvekili ve valilerle, kendisinin ise 60 atlı ile katıldığını yazıyor. Toplantıda, silah bırakması halinde kendisine külliyetli miktarda altın, ayrıca yurt içinde veya dışarıda istediği makam verileceği, ek olarak dağda ve yurt dışında olan herkesi kapsayan bir genel af ilan edileceği teklif ediliyordu. İhsan Nuri rüşvet teklifine karşı, "Türk askerlerinin Kürdistan’dan çekilmesi ve Kürt devletinin tanınmasında ısrar" ettiklerini yazıyor.
Ancak Türkler rüşveti artırıyor, İhsan Nuri’ye korgeneral rütbesi ve kolordu komutanlığı teklifiyle gidiyorlardı. Ama sonuç, bir kere daha sıfırdı.

Stalin’e ne rüşvetler verildi?

Umudu tüketen Türkler, bundan sonra hazırlıklara başlıyor ve 10 Eylül 1927 tarihinde, tank, top birlikleriyle takviyeli 10 bin asker ve uçak filolarıyla Ağrı Dağı’ndaki Kürt karargahına saldırıyorlardı. Ama başarısız kalıyor ve büyük bir zaiyattan sonra geri çekilmek zorunda kalıyorlardı.
Bundan sonra Türk tarafında iki yıl (1928 ve 1929) sessizlik başlıyordu. Bu süreçte dış yardım aranıp silah ve uçak tedarik ediliyor, Josef Stalin’in Rusyası ve İran’dan cephe desteği alınıyordu.
İran’la olan sınır, 1639 yılında varılan Kasr-ı Şirin anlaşmasından sonra ilk defa değişiyor, Ağrı Dağı’nın doğu etekleriyle verimli ovalar rüşvet olarak İran’a veriliyor, karşılığında askeri destek alınıyordu. İran, aldıklarını hak etmek için bundan sonra sınıra asker yığıyor, adeta etten barikatlar kuruyor, Doğu Kürdistan’dan gelecek yardımın yollarını kesiyordu.

Rusya’da ise Sovyetler rejimi ve ‘Komünist’ şef Josef Stalin egemendi. Türklerin, daha sonra Mahabad’da kurulan Kürdistan Cumhuriyeti’ni de İran’a satacak, Kafkas Kürtlerini darmadağın edecek olan ‘devrimci’ Stalin’e ne ya da neleri rüşvet verdiği hala açıklığa kavuşmadı. Ancak Stalin’in orduları, Ağrı Dağı’nı kuzeyden kuşatarak Kürtlerin eylemini sınırlamakla kalmıyor, Ermenistan ve Kafkaslardan gelecek Kürt desteğine de set çekiyordu. Mesela Rus ordusunun bir kolu, Aras Nehri’ni geçip Küçük Ağrı’da savaşa da müdahil oluyordu.

 

***

 

100 bin ordu ile taarruz

Türkler, dış takviye ile saldırıya geçtiklerinde Kürtler henüz hazırlıklarla meşguldu.
 İhsan Nuri Paşa’nın anlatımıyla Türkler, Kürtleri hazırlıksız yakalamak için 10 Haziran 1930 günü tanklar, toplar ve 80 uçak desteğindeki 100 bin kişilik bir ordu ile genel taarruza geçiyordu.
Garo Sasoni anlatıyor:
"Kürtler hazırlıklarını tamamlayamadan Türkler saldırdılar. Bu sırada Dersim başta olmak üzere pek çok Kürt bölgesi hareketsizdi. Buna rağmen Abağa, Pergirî, Zîlan, Malazgirt Kürtleri birlikte harekete geçerek, yolları üstündeki askeri ve idari merkezleri işgal ettiler. Kanlı çarpışmalardan sonra Erciş, Zîlan kasabalarını aldılar. Van şehrini işgal ettiler. Çarpışmalar yayıldı. Hakkari’nin bir kısmı isyan bayrağını açıp Colemêrg’i aldılar. Türkler, temel güçlerini Erciş ve Zîlan bölgelerinde topladı. Savaş kızıştı. Kürtler 7 uçağı düşürdü. Binlerce kurban verdirttiler. Ama savaşçıların silah ve cephaneleri tükendi. Ağrı Dağı’na çekildiler. Türkler, öçlerini silahsız, sivil Kürtlerden aldı."
Avrupa basını, 15 Temmuz 1930 tarihinde Türklerin 60 bin asker 100 uçakla Ağrı Dağı’na saldırdığını bildiriyordu. Aynı dönemde Iğdır, Beyazıt, İran tarafından saldırdılar. Fakat büyük bir yenilgiye uğradılar.
Ermeni Garo Sasoni yazıyor:
"Taşburun çatışmaları meşhurdur. Kürtler zaman zaman Iğdır’a hakim oluyor, Türk birliklerini, Sovyet Ermenistanı’na sığınmaya mecbur ediyordu. Türkler çaresiz kaldı. Çok sayıda uçak kaybettiler. Salih Paşa’nın (sivil katliamcılığı ödüllendirilircesine daha sonra genelkurmay başkanı yapıldı) birlikleri, Bazîd yakınlarındaki bataklıklarda hemen hemen yok edildi. Bir kısmı esir alınarak büyük bir yenilgiye uğratıldı. Öte yandan Van, Çatak, Hakkari, Hınıs, Malazgirt bölgelerinde çarpışmalar sürüyordu. Şeyh Barzani, sınırı geçerek çarpışmalara hız verdi."

Üç lider

Savaş, Kars, Iğdır, Van, Hakkari, Bitlis, Muş altıgeninde büyük bir alana yayılmış, Ağrı Dağı’ndaki genel karargah kuşatılmış, yardım yolları da tutulmuştu.
 Sasoni, "Kürt Ulusal Hareketi ve Ermeni-Kürt İlişkileri" adındaki kitabında, Kürt karargahındaki kadroyu şöyle anlatıyor:
"Ağrı hareketinin üç büyük lideri vardı: İhsan Nuri Paşa, Biroyê Heskê Têlî ve Zîlan Bey... Bunların her üçü de geniş görüşlere sahipti. Güçlü yeteneklere sahip üç liderin çevresinde, isyancı aşiretler ve devrimci Kürtler toplanmışlardı. Üç liderden başka şu liderleri de sayabiliriz: Ferzende Bey, Adevi Aziz, Taceddin, Kamil Mahor, Yusuf Redkini, Mustafa Kelo takma isimli Dijana Hesse Sorî ve diğerleri..."
Yine Sasoni’nin yazdıklarına göre, karargah kuşatıldığında liderler, aralarında "ellerine sağ geçmemeleri için yanlarında bulunan eşlerini vurup sonra, son mermiye kadar çarpışmaya" karar veriyor hatta uygulamaya bile geçiyorlardı. Ancak, İhsan Nuri Paşa, son anda duruma müdahale ediyor, katliamı önlüyor, çemberi yarabilenler İran’a ulaşabiliyordu.
Ağrı Dağı’nda direniş, 25 Eylül 1930’a kadar sürdü. Sonra karargah dağıldı.
Dönemin Cumhuriyet gazetesi, manşet niyetine yayımladığı mezar çiziminin altına, “Muhayyel Kürdistan burada gömülüdür" diye yazdı.

Geliyê Zîlan

Türk ordusu, intikam hırsıyla kadın, çocuk, bebek, ihtiyar ayırımı yapmadan ve tek bir soru dahi sormadan sivil, savunmasız köylüleri katletmeye başladı.
Gelî’nin İngilizcesi, kanyondur. Türkçede ise bir karşılığı yoktur. Onlar, küçük akarsuya da, Kürtlerin mesil dedikleri küçük ya da büyük newallere de dere diyorlar. Onun için, Geliyê Zîlan da deredir Türkçede.
Derin, derin olduğu kadar da yamaçları sarp bir yer, arazi yarılması olan ve Bazîd’den Erciş’e kadar uzanan Geliyê Zîlan’ın bir iki yakası ile tepeleri boyunca yaylalar, köyler sıralanıyor.
Zîlan Katliamı, bu tepe ve yaylalarda başladı. Sonra insanlar ulaşılmaz sığınaktır diye sığındıkları Gelî’de bağlanıp şişlenerek, süngülenerek, topluca kurşuna dizilerek katledildiler.
Dönemin Cumhuriyet gazetesi, Türk ordusunun başarısını överken, geride bıraktıkları zafer manzarasını, "Zîlan deresi lebaleb cesetlerle doldu" manşetiyle özetledi.
 1980’lerin sonlarında Zîlan’da kırımı araştırırken, çalıştığım gazetenin idari servisinde çalışan Ağrılı bir Kürt olan Mehmet Karabat, bir gün “Katliama katılmış, eski bir askeri tanıyorum" dedi. Sonra bizi bir araya getirdi.
Dursun Çakıroğlu’nun anlatımları
Adam Trabzonlu Çakır veya Çakıroğlu diye tanınan ailedendi. İhtiyar biriydi. Adı da Dursun Çakıroğlu’ydu. Kendince dindardı. Mehmet onu camiden alıp getirmişti. Çekingendi, konuşkan değildi. Kerpetenle sökercesine, zorlanarak ağzından söz koparmaya çalıştım. Askerliğini Zîlan’da yapmış ve yayla baskınlarına katılmış, katliamlarda kurşun sıkmış.
İnsan öldürmenin suç ve günah olduğunu hatırlattığımda, boynunu büktü. "Emir kuluydum" dedi. Tetikçi olarak yer aldığı katliama dair anlattıkları şöyleydi:
"Sabah erkenden, daha güneş doğmadan yaylayı sardık. Mevzilendik. Başımızda komutan olarak Arnavut Deli Kemal (2000 yılında Türk ekonomisini yeniden yapılandıracak Kemal Derviş’in dedesi) vardı. Bütün yayla uykudaydı. Deli Kemal, ‘ateş serbest‘ dedi. Tetiğe bastık. Kara kıl çadırlar, taştan kulübelerden çocuklar, kadınlar, erkekler fırladı. Çıkanı vurduk. Çok insan öldü. Kimse kalmadı. Tavukları da vurduk."
Zîlan tepeleri boyunca kaç kişi katledildi, kaç aile yok edilerek soyları kurutuldu, kimse bilmiyor. Ama bölge boyunca sağ insan bırakmadıkları biliniyor. Bir de Geli’nin yamaçları ve dibinde insan ölülerinin üst üste yığıldığı ve bu ölü yığınının "Zîlan deresi lebaleb insan ölüleriyle doldu" gazete manşeti biliniyor.
Bir de askerlerin küçük çocukları süngü ucunda hoplatarak oyun oynadığı biliniyor. Bilinen asıl büyük hakikat, Kürtlerdir.
Katiller, yurt hırsızı ve soyguncular, kendilerine yaraşanı yaptılar ama Kürtleri tüketemediler. Yıldırıp bastırarak, teslim alamadılar. Zafer kazanmaya çıktılar ancak sadece ve sadece Kürtlerin tiksinti ve nefretini çoğalttılar.
O nedenle değişen bir şey yok. Dağlarda hala silah sesleri. Ve Türkler, “İçimiz yanıyor" diye diye ölülerini toplamakla meşgul...

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.