Sultan Recep’in ordusu keçi hırsızlığında

Ahmet Kahraman
Kimi dönme dümbelekler, “ben bir Türküm“ naraları atmakla kalmıyor, üstüne ek olarak soyluluk unvanı istiyorlardı. Gelgelim, tarihte Türk soylu sınıfı yok, hiç olmamıştı. Ama Türk için çare tükenmiyordu. Türk asilzadesi yoksa, (gerçi onlarda da soylu sınıfı asla olmamış) Afganistan göçmeni fukaralardan türeme, Osmanlılık vardı.
Ve devir de, Osmanlılığın parlayıp revaçta durduğu dönemdi. Yeniden başkalaşım geçirip eyyama uymak isteyenler için uygun zamandı. Bir koşu antika dükkanlarına seğirtmeye başladılar. Kime ait olduğunu bilmeden, buldukları sakallı, sırma süslü üniformalı, göğsü madalyalı Osmanlı Paşasının portresini satın alıp malikhanelerinin, büyük salonu duvarına astılar. Her gelene “kendileri büyük dedem oluyor“ diye tanıttılar
İşadamı Sakıp Sabancı’yla röportaj için, Bebek’teki ünlü Atlı Köşk’te buluşmuş ve ilk soru olarak, "duvarlarda, kendileri büyük dedemiz olur‘ diyebileceğiniz bir portre yok, neden?“ diye sormuştum. O da kahkahayı basmış ve “türedileri bırak, yahu gardaşım“ cevabını vermişti.
O sıra, Gürcistan göçmeni Recep Tayyip İstanbul Belediye Başkanı ve Osmanlılık ruhu çağırıyordu. Ama dalkavukları, daha sonra ona “en büyük Türk Osmanlı“ gömleği biçme yerine, boynuna “asrın lideri“ yaftasını astılar. Ama o, bu tabelayı beğenmedi. Yakıştırma, mizah yazarlarının bir ironisi, karikatürcülerin fırça figürü olmanın ötesine geçmedi.
O, “garip“ bir Gürcü, ama haşin ve hiddetli bir Türk ırkçısıydı. Her ırkçıya bir düşman gerekiyordu ya, o da, devleti olmayan Kürtleri seçmişti. Dünyada nerede bir Kürt varsa tepesinde hiddet kamçısı şaklatan bir Kürt düşmanıydı.
Öte yandan, Osmanlığın halklar kabuğu olduğundan habersiz cehaletiyle de Osmanlı’ya yamanma, taklaları atıyordu.
Bunca yoksulluk ve salgın varken, açlık korkusuyla çıldırık hale gelmiş halka yardım edeceğine, hala Osmanlı’ya benzeme adına, görgüsüzlüğün doruklarında kanatlanıyor, halkın parasıyla keyfini getiriyor, harcama zevkini emziriyordu.
İstanbul’da, duvarlarla çevrili aile sitesindeki malikanesi, “korsanın hazinesi“ benzeri, topladığı servetin zulasıydı. Çalışma mekanı ise Ankara’daki 1150 odalı Saraydı. Bu sarayla o, Osmanlı sultanlarıyla yarışın sembolüydü. Oysa bırakın Osmanlı’yı, bu muazzam görgüsüzlüğün benzeri dünyada yoktu. Sarayda bir günlük yeme, içme ile ortalığın bakım masrafı, çalışanların ücret toplamı 4,5-5 milyon liraydı. Bu masraf, Türk halkının vergilerinden karşılanıyordu. Avane ve yüzlerce yeyicinin üşüştüğü sofraların masrafına ek olarak, Recep Tayyip’in pek severek içtiği Chio tohumu serpili Ejder meyveli Smoothie, yediği Sterex meyvesiyle Aloevera ve Zencefilli Somon Suşi‘nin parasını da, yine yoksul halkı cebinden çıkıyordu.
İstanbul’a geldiğinde, evi olduğu halde, aşağılarda gezinip duran duygularını tatmin için, Sultanlarından kalma mekanları tercih ediyordu. “Sultan“ görünmek için, Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Huber Köşkü, Tarabya Köşkü, Vahdettin Köşkü, Beykoz Kasrı’nı kullanıyor, Sultan Abdülaziz’in altın işlemeli tahtına oturuyordu.
Bütün bu yedi köşkte ayrı hizmet personeli, ahçılar, garsonlar, uşak, oda hizmetçileri ve koruma orduları istihdam ediliyor, Sultan karikatürü zuhur edip gelir diye, gün 24 saat emre amade bekletiliyorlardı.
Gelgelelim, despotizm üzerine kurulu “lüks hayat“ ile Sultan olunmuyordu. Sadece Sultan karikatürü çıkıyordu, bu tiplerden.
Bu ayrı konu, ülke onun için çalışıyordu. Onu yediriyor, içiriyor, lüksler içinde yatırıyor, buna rağmen bunca kök ve saray ona az geliyordu. Kürdistanı yakıp yıkma zaferinin abidesi olarak, Ahlat’ta 300 odalı bir Saray inşa ediliyordu. Marmaris’in Okluk koyunda avanesiyle birlikte eğlenip hayattan hoşa zevkler alması için, her gece 300 kişinin kalabileceği yazlık bir köşk inşa edildi. Bu yaz hizmete girecek kökün tekmil masrafları da, tabii ki halktan...
Türk halkının cebinden çıkan bu kadarla da kalmıyor. Bilal’in, Emin’e hanım ve kızların vakıflarını, Burak’ın, enişte, kardeş ve damatların işletmelerini beslemek de Türk halkının işi.
Bütün bunların dışında, Recep Tayyip’in harcaması için elinin altında 8,5 milyar liralık örtülü ödenek veriliyor. Buna rağmen Türk devleti, kayıp milyarlar cenneti.
CHP Ankara Milletvekili Tekin Bingöl’ün geçenlerde açıkladığına göre, özelleştirmeden gelen 372 milyar lira buharlaştı. İşsizlik fonunda biriken 48 milyar lira ile muhtemel depremde harcanmak üzere toplanan 72 milyar lira da kayıp. Kayıp 492 milyar liranın sadece 2 milyarının gittiği adres belli. O da, Bilal ve arkadaşlarına yapılan bağış...
Diyeceksiniz ki yollar, köprü ve hastaneler...
Bunların parası da, hiç kullanmayan halktan alınıyor, görünmeyen vergilerle. Kürtler de bu soygunun kurbanı...
Ama Kuzey Kürdistan’ı yakıp yıkmak, Güney ile Rojava’yı işgal için, kiralık orduya ihtiyaç vardı. IŞİD ve El Kaide’den karşılandı, bu ihtiyaç. Kiralık adamlar, dolar hesabıyla ödenen ücret karşılığında Kürtler üstüne salındı.
Ancak bu konuda da deniz bitti. Sultan’ın harcamalarından, bunlara ödenecek ücret kalmadı. Recep Sultan’ın kiralık ordusu şimdi Kürdistan’ın dört bir yanında, koyun, keçi hırsızlığına çıkıyor. Fidye için, insan kaçırıyor.
Sultan onları oyalamak için, savunmasız köylere saldırılar düzenliyor. Ama yetmiyor. Bozgun başladı. Libya’da ücretini alamayan kiralıklar isyanda. Gönderilmeyi bekleyenlere, “gelmeyin, biz altı aydır maaş alamadık“ diyorlar.
Kürtlerle savaş, Kürtleri sarsttı, elbette. Gördükleri zarar büyük. Ama Sultan ve devleti de yükün altında altında kaldı. Mesela rüşvet karşılığında işgaller yaptı. Kürt topraklarını, parayla ondan, bundan satı8n aldılar. Savaş masraflarını karşılamak, paralı askerleri beslemek kolay değildi. Sonuçta, hazinesi tamtakır kaldı. Bütün dünya, salgın nedeniyle devlet olmanın ilk şartı olarak, halkın yanına koşarken, çakma Sultan bir yer yüzü istisnası olarak, avuç açıyor, Saray ve Köşklerin masrafını karşılamak, kiralık orduların maaşını ödemek için, para dileniyor.
Ama, ırkçılıkla afyonlanıp bayrak, beka ile beyni yıkanmış Türkler, hala bir şeyin farkında değil. Oysa, insan olan başka yerlerde...
