Tecridi ancak halk kırabilir


Psikolog Maellee Bobinetta ile tecridin mağdur üzerinde yarattığı psikolojik ve fiziksel etkileri, tecridin amaçları ve hedefleri, tecridin mağdur yakınları üzerinde bıraktığı etkiler, medya ve toplumun rolü, tecrit uygulamasına karşı atılması gereken adımlar ve tecridin toplum üzerindeki etkilerini konuştuk.
Öncelikle hangi ülke cezaevlerini, hangi uluslararası kuruluşlarla ziyaret ettiğinizi öğrenebilir miyim?
Türkiye, ABD, Peru, İspanya, Nikaragua, Bolivya, Almanya ve Hollanda gibi daha çok şikayetlerin çok dillendirildiği ülke cezaevlerini ziyaret ettik. Görev yaptığımız uluslararası kuruluşların prensipleri ve anlaşmalarından dolayı hangi kurumlarla çalıştığımı sizlerle paylaşamayacağım.
Bu göreviniz hala devam ediyor mu?
Söz konusu uluslararası kurumlarla geçen yıla kadar ‘evet’. 13 yıllık bir çalışmadan sonra şu an ya da geçen yıldan bu yana kadar beş yıllık bir Avrupa Birliği projesinden dolayı tecridin kişi üzerinde yol açtığı rahatsızlıkları onarım çalışmalarını bir ekiple birlikte yürütüyorum.
Dilerseniz buradan tecridin nedenleri, amaçları ve sonuçların kişi üzerindeki etkilerine geçelim. Tecrit neden uygulanır, hedeflenen temel nedir ve daha fazla hangi tür mahkumlara uygulanır?
Tecridin en temel nedeni veya bildiğimiz açık nedeni kişiliği parçalamaktır. Tecrit veya hiçleştirme, insanlık tarafından mahkum edilen bir insanlık suçudur. Beynin yeryüzündeki bütün duyumlara sistematik olarak bir ceza sistemi olarak kapatılmasıdır. Kişiyi hiçselleştirme, kişinin kendisine olan güvenini kırma ve parçalama ve onun kendisiyle olan tüm iletişim algılamalarını devre dışı bırakmayı hedefler. Amacın bu yönlü geliştirilmesi doğal olarak sonuçlarını da çok açık kılıyor. Ağır tecrit dediğimiz (kişinin kendisiyle olan iletişim algılamalarını koparma) gerçekleştikten sonra fiziksel sorunlar baş göstermeye başlar. Özellikle baş ve mide ağrıları dayanılmaz bir dereceye ulaşır. Bu tetikleme kalp ritmini etkilediği gibi krizlere yol açar ve bu çoğu kez ölüm riskini yükseltir. Tecridin neden uygulandığı ve uygulanacağı konusunda açık tespitlerde bulunmak çok gerçekçi olmayacaktır. Mahkumun işlediği düşünülen suçları, cezaevlerinin keyfi uygulamaları, sistemin mahkuma bakış acısı, mahkum ile dış dünya arasındaki iletişim gibi birçok nedeni sıralayabiliriz. Fakat bunun daha çok keyfiyetten kaynaklandığını belirtmekte yarar var. Kimlere uygulandığı konusu ise bir o kadar keyfiyete bağlı olarak gerçekleşiyor. Keyfiyet daha çok kısa süreli tecritleri içerirken uzun süreli, amaca hedeflenmiş tecritler daha çok politik, siyasal nedenlere bağlı olarak gelişiyor ve bu tür tecritler genellikle merkezi sistemin kararları doğrultusunda gerçekleşiyor diyebilirim.
Tecridin uluslararası hukukta dayanakları var mıdır?
Hiçbir şekilde uluslararası hukuk anlaşmalarında bir dayanağı yoktur. Hiçbir iç hukukta da tecridi meşru kılan açık dayanaklar yoktur. Tecrit tek bir nedenle uygulanabilinir. Kişi yani mahkum yaşadığı alanda başkalarına psikolojik nedenlerden dolayı fiziksel zararlar veriyorsa doktor ve bilirkişi gözetiminde tedavi amaçla yaşadığı alanda alınarak uygun bir ortamda gözetim altına alınabilinir. Bunun dışında bir meşruiyeti yoktur ve olamaz. Gerek Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi(CPT), gerek Birleşmiş Milletler uluslararası insan hakları bildirgeleri ve protokollerinde veya benzeri uluslararası anlaşmalarda tecridin bir insanlık suçu olduğu, uygulayan taraf ülkelere ise yaptırımlar getirilmesi öngörülüyor. Tecrit bir insanın dış dünyadan koparılarak kendi haline bırakılması olayıdır. İlişkide bulunduğu topluluktan çıkarmak, sosyal, ekonomik ve kültürel olarak yalnızlığa terk etme halidir. Bir mekanda onu mekanla başbaşa bırakıp sessiz bir şekilde ölümünü beklemektir. Biz buna ‘oksijen mezarlığı’ diyoruz. Yani kişi sadece nefes alabilir. Bu nedenle tecridi hiçbir mahkum; dışarıda veya içeride hiçbir insan hak etmez. Kişinin izole edilmesini bir insan hakları ihlali olarak görmek yeterli değildir. Buna ‘insanlık suçu’ demek gerekiyor ve hiçbir insan, yani izoleye uğramış kim olursa olsun sessiz kalmamalıdır. İnsanlık suçu dememizin nedeni budur.
Mahkumlar üzerindeki tecrit uygulamaları mutlak anlamda başarıya ulaşıyor mu?
Genellikle evet. Uzun sürelere yayılmış tecrit mutlak anlamda kişi üzerinde derin etkiler bırakıyor. Peru’da sekiz yıl boyunca bulunduğu ortamda tecrit edilen bir mahkum psikolojik olarak sağlıklı gürünmesine rağmen bir çok kroniksel fiziksel rahatsızlıklarla karşı karşıya kaldığına tanıklık ettim. Bunu şunun için belirttim, tecrit aynı zamanda bir iradeyi kırma biçimidir. Yukarıdada belirttiğim gibi kişiliği parçalamayı hedefler. Kişinin psikolojik iradesi çok önemlidir. Tecrit sürecinde kişiliğine ve algılamalarına karşı yöntemler geliştiren mağdurlar diğerlerine göre daha geç ya da daha fazla etkilenmeden bu süreci atlatabiliyorlar. Bu yöntemler yine daha çok kişinin kişiliğiyle bağlantılı bir şekilde geliştiriliyor.
Nedir bu yöntemler?
Yöntemler kişiden kişiye değişebiliyor. Edindiğim izlenimler ve araştırmalarda en çok baş vurulan yöntemler arasında tecrit altındaki kişinin günün belli saatlerinde kendisini kontrol ederek kendisiyle dialoga geçmesi, düşüncelerini sistamatik bir şekilde birleştirmesi, düzenli egzersizler yapması, günün belli saatlerinde düşlediği doğa alanlarında yürüyüşe çıkma, parmaklarıyla duvara resimler çizmek gibi daha çok kendisini otokontrol altında tutan bir iç dünyaya sahip olması gibi yöntemlerdir. Belirttiğim gibi bu yöntemler kişi ve kişilik eğilimlerine göre değişebiliyor. Hepsinin ortak özelliği ise kendilerini otokontrol altında tutabilme yetenekleridir.
İzolasyonun birçok ülkede mahkumlara karşı kullanıldığı biliniyor ama buna karşı uluslararası hukukta ve insan hakları örgütlerinde gerekli tepkiler yaratılamıyor. Bunun nedeni ne olabilir?
Haklısınız. İzolasyonun, „izole edilen“e şu ya da bu şekilde „iyi gelen bir şey olduğunu“ kanıtlayan bir tek bilimsel araştırma bulgusuna rastlayamadım. Buna rağmen karşı koymalar yalnız günümüzde değil geçmiş zamanlarda da hak ettiği yeri bulamadı. Sonuçlarını iki nedenle bağlantılı kılabilirim. Cezaevlerinde çekilen acılar ve bu acıların sosyal adaletle ilişkisi konusunda önemli çalışmaları olan Nils Christie (1993), yüksek güvenlikli cezaevlerini „Batı tipi Gulaglar“ olarak tanımladığı makalesinde, bir ülkede cezaevlerindeki insanlara „uygun görülen acının miktarı“nın, suç kontrolü veya benzeri kavramlar çerçevesinde tarif edilebilecek bir toplumsal „yarar“la ilişkili olarak ortaya çıkmadığını savunur; ona göre „uygun acı miktarı“nı belirleyen, o toplumdaki insani değerler üzerinde gelişen standartlardır; „Bu bütünüyle kültürel bir meseledir“ der. Bence en önemli neden bu tespit içinde saklıdır. En az bunun kadar önemli olan ve bu realiteyi doğrulayıp besleyen ikinci neden ise medyanın büyük desteğiyle gerçekleşen, „halkın korkutulması“ politikalarının sonucunda ortaya çıkan yapay realitedir. Halktaki korkunun, politik olarak da motive edilen bir „suç dalgası mitolojisi“nin bizzat medya eliyle yaratıldığını bilmeyen yok gibi. Bu iki öğe yan yana gelince tecritlere karşı gerekli reaksiyonların gelişmemesi doğal bir biçime bürünüyor.
Tecrit koşulları altında sizin deyiminizle ‘oksijen mazarlığında’ yaşayanların dışarıdaki yakınları üzerinde ne gibi etkiler yaratıyor?
Yakın çevre üzerinde önemli olumsuz etkiler yarattığını belirtmem gerek. Mağdurun yakınları kendilerini sosyal bir tecritte hissediyor, psikolojik deformasyonlara maruz kalıyor ve bir süre sonra kendisini hiçselleştirdiğinin farkına varıyor. Bu sendrom daha çok tecrit altında tutulan kişinin yalnızlığıyla bağlantılı gelişiyor. Toplumsal (idelojik yakınlık) yığınlar için durum biraz daha farklı gelişiyor. Mandela ve Öcalan örneğinde bunun yalın bir şekilde görmek mümkündür. Toplumsal yağınların büyük bir bölümü içsel dünyalarında kendilerini tecrit altında tutulduğunu güçlü bir şekilde hissetmeye başlıyor. Yığınların kendileriyle barışık olması, tecridin koşullarına göre değişiklikler arz ediyor. Yığınlarda görünen tepkisel öfkelerin alanları genişliyor ve bir süre sonra kontrolsüz şiddet içerikli davranışlar gelişmeye başlıyor. Bunu gerçekleştirdiği oranda tecrit cenderesinden kurtulduğunu hisseden kişi sayısı az değildir. Nedenleri politik olsa da kişinin yaşamına sinen bu ve benzeri davranış biçimleri aynı zamanda tecridi yaşayan kadar kişilik parçalanmasına kadar gidiyor. Mandela’da olduğu gibi Öcalan’ın tecrit altında tutulmasıyla birlikte birçok insanda baş ve mide ağrısı, kendine güvensizlik, psikolojik iç çatışmalar, bağlantılı olduğu düşünülmese de intihar ve intihar girişimleri, ideolojik boşalma sonucu yaşanan kişilik değişimleri ve buna bağlı olarak kendisine küsme gibi bir çok sorunun yaşandığı biliniyor.
Her iki toplumsal liderde hedef alınan tecrit uygulaması daha çok onların idelojik çevresini etkilemek için gerçekleşti-gerçekleşiyor. Birey üzerinde toplumu parçalamak, kişilikleri zayıf düşürmek, psikolojik rahatsızlıklara yol açmak ve sonuçta tecrit altında tutulan mahkumu veya lideri toplumun iç dünyasında hiçselleştirmek ve tecridi toplumsal baskı aracı olarak kullanmak. Bu nedenle tecrit uygulamaların iki bölüm altında toplamak en doğrusu olacaktır: 1-kişiyi bulunduğu ortamda tecrit ederek kişiliği parçalayıp kendisine bağımlı kılmak, 2-Kişiyi tecrit altında tutarak onun üzerinde toplumsal hesaplar kurgulamak.
Tüm bunlara rağmen tecrit olgusuna karşı kişinin veya toplumun tecrübelerinizde yola çıkarak nerede olması gerektiğini nasıl tarif edebilirsiniz?
Bu konuda söylenecek tek şey şudur: Tepkisizlik tecridi meşrulaştırır. Çünkü tecridi meşhurlaştıran iç ve dış hukuk bağlayıcılığı yoktur. Demek ki, uygulama keyfi ve politiktir. Tecridin bir işkence hemde en ağır bir işkence çeşidi olduğunu unutmamak gerek. Tecrit altında tutulan kişiye karşı yapılacak en önemli terapi yöntemi onu hiçselleştirmemek, yalnız olduğunu hissettirmemektir. Yanlızlık duygusunun önü sürekli uçurumlarla donatılmıştır. Tecridi yenecek tek yol tekrar belirtmek gerekirse tecride karşı durup onun meşrulaşmasını önlemektir.
Biliyorsunuz Sayın Öcalan üzerinde zaman zaman uzun vadelere yayılan tecrit uygulamaları gerçekleşiyor. Avukatları ve yakınlarıyla son dört aydır görüştürülmeyen Öcalan’ın en son geçen hafta tüm avukatları yapılan bir oparasyonla göz altına alındılar ve avukatların savunma hakları ellerinde alındı. Öcalan’a uygulanan tecrit milyonlarca insanı bir kez daha tedirgin etmeye başladı. Ancak bu hususta adaya ulaşacak tek uluslararası kurumun CPT olduğu biliniyor. CPT hangi durumlarda harakete geçer, neden bugüne kadar harakete geçmedi? Harakete geçmesi için hangi koşulların oluşması gerekiyor?
Anlıyorum. Biliyorsunuz CPT Avrupa Konseyi bünyesinde haraket eden uluslararası bağımsız bir örgüttür. Her hangi bir etki altında hareket edemez. Bu biliniyor. Emin olun ki, CPT Öcalan’ı takip ediyor. Tecrit durumu, avukatların gözaltına alınması, sağlık koşulları CPT’ye bildiriliyor. Endişenin daha çok benzeri tecrit zamanlarında CPT’nin İmralı’ya gitme beklentisine kilitleniyor. Bu doğal bir beklentidir. İşleyen bir prosedür var. Eksiklik bu prosüdürün hızlı işlenmemesidir. Sorumluluk yalnız CPT’de değil aynı zamanda Türk devletine de aittir. Ama tecridin devlet tarafında politik nedenlerden dolayı işletilmesi doğal olarak CPT’ye daha fazla sorumluluk yüklüyor. Biliyorsunuz, Ocak 2001’de, „1991 Anti Terör Yasası’nın düzeltilmesine dair yasa tasarısının kabul edilmesi, böylece bu yasa kapsamına giren mahkumların diğerleriyle birlikte etkinliklerde bulunmasını (ve aileleriyle açık görüş yapabilmesini) sağlaması, çok büyük öncelik olarak kabul edilmelidir.“ tavsiyesinde bulunan CPT konuyu takip etmişti ve Öcalan’ın bulunduğu adaya başka mahkumların yerleştirilmesini sağlamıştı. Yine Avrupa Konseyi’nin tehlikeli mahkumların gözaltı ve ıslahı ile ilgili 24 Eylül 1982 tarihli tavsiye kararı, tehlikeli mahkumlara mümkün olduğu kadar olağan cezaevi kurallarının uygulanmasını ve güçlendirilmiş güvenlik önlemlerinin, gerçekten gerektiği kadar ve insan onuru ve haklarına saygılı bir biçimde uygulanmasını ve düzenli olarak gözden geçirilmesini yineleyerek Türkiye’yi uyardı. Her iki tavsiye kararında Türkiye’ye, Öcalan’a uygulanan tecrit durumunun gözden geçirilmesi ve belki de ilk kez duyulacak „tecridin toplumsal kaoslara yol açaçağı göz önünde bulundurularak bu politikadan vazgeçilmesi istikrar açısından önemli olacaktır“ ibaresi, tavsiye düzeyinde yer alıp Türkiye’ye bildirildi. Bu ve benzeri tavsiyelerin sonuç vermediği düşünülebilinir ama yapılan ve yapılacakların sınırı belli ve açıktır. Ben şahsen Öcalan’a uygulanan tecridin birinci muhatabı olarak onun hitap ettiği yığınları görüyorum. Tecridi ancak bu yığınlar engelleyebilir. Uluslararası kurum ve kuruluşların harakete geçmesinin hangi koşullara bağlı olacağı oluşacak kamuoyuyla direkt bağlantılı gelişeceğini belirtebilirim.
Son bir soru ile bitirmek istiyorum. Örneğin geçtiğimiz ay PKK gerillalarına karşı kimyasal silahlar kullanıldı. Öncesinde Türk devletinin Kürt coğrafyasında işlediği insan hakları ihlalleri avukyaya çıktı. Şimdilerde ‘KCK tutuklamaları’ adı altında binlerce Kürt politikacı tutuklanıyor. Öcalan üzerinde ağır bir tecrit var... Tüm bunlar uluslararası hukuku bağlar nitelikte. Siz uluslararası hukukun gücüne inanıyor musunuz? Uluslararası hukuk gerçekten bağımsız mı yoksa politik-siyasal çıkarlar doğrultusunda mı haraket ediyor.
(Gülerek) Bu soruya şöyle bir cevap versem acaba yeterli olur mu? Uluslararası hukuk ya da hukukun kendisini harakete geçirecek bunun mağdurları olduğuna inanan insanlar veya toplumsal kesimlerdir.
ALİ ONGAN - STRASBOURG
