Terapi denilen diyalize bağlasaydık Füruğ’u…

OSMAN OĞUZ

Evden çıkmışım, karmakarışığım. Hep aynı yoldan yürümeyi, aynı parkı geçip aynı tepeye çıkmayı, oradaki yükseltinin hep aynı yerine oturmayı adet edinmişim kendime. Her gün kalkıp da aynı yolu yürümekte kimi tekdüzelikten, sıkıcı bir rutinden başkasını göremez. Oysa aynı yoldan bir kez daha geçmek, bağ kurmak demektir ve ancak bağ kurarak aşar insan, tekdüzeliği. Yol, herhangi bir yol olmaktan çıkmaktadır çünkü; ondaki değişimler, size de bir şeyler söyler. Kar yağar başkalaşır yol, yağmur yağar çamur bulaşır ayakkabılarına. Gün açtı mı aynı yolda aşıklar daha fazla dikkat çeker, gün battıktan sonra eli cebinde gezinenler alır gözünü.

Yollar işgal altındadır ama kaçamazsın sen de. Bir gün gözüne reklam panosunda, kafasının üstünde bir kitap, instagramdan çıkmış gibi gülen genç bir kadın ilişir, yanı başında bir soru vardır: “Sürekli duygu karmaşası?” Küçük puntolarla devam eder sonra: “Aslan gibi Diana, sana nasıl moralinin patronu olacağını açıklıyor!” Bir kitap mı varmış, danışmanlık hizmeti mi, her neyse. Sana duygularının içinde kaybolmamayı, acılarını ehlileştirmeyi, “kendine dönmeyi” ve mutlu olmayı öğretiyormuş. Her şey de kafada bitiyormuş zaten. Morali iyi olmak, hayata gülümsemek filan, bunlar hep metot işiymiş, bazı adımları uygulamak gerekliymiş.

Oysa Füruğ, “Derimin altında başımı döndürecek bir baskı olduğunu duyumsuyorum” diyordu, sevgilisi İbrahim Gülistan’a yazdığı mektupta: “Her şeyi delmek istiyorum ve olabildiğince içime dalmak istiyorum. Yerin derinliklerine varmak istiyorum. Benim aşkım oradadır.”

Füruğ Ferruhzad, hani olaydı da şu reklamdaki instagram hesabına mesaj atıp bir danışmanlık hizmeti alsaydı, yenikliğin, ezikliğin, potansiyelini açığa çıkaramamanın, “duygu kaosu” içinde kaybolmanın adı olurdu herhalde. Diyaliz önerirlerdi ona, adına terapi denilen. “Yapsana bi’ liste, neler yapmaktan hoşlanıyorsun, neler mutlu ediyor seni?” derlerdi. “Ne kadar sevdiysen o kadar muhtaçsın! Kendine dön, açlığını kendinle doyur” filan derlerdi. Bir “yapılacaklar listesi” yapmasını ve yaptıklarının yanına çengeli çektikçe mutlu, tatmin olmuş hissetmesini önerirlerdi.

***

Ben bir geçiş neslinin evladıyım. Küçüktüm, şiirlerle anlatırdım sevdiğimi. Sevgilinin avucuna gömülmek ister, öpüştüğümüz her otobüs durağını onun adıyla anmak isterdim, küçük bir çocukken. Büyüdüm, önce o günlere çocukluk dedim, alay ettiğim bile oldu kendimle. Daha da büyümem gerekti, çocukluktan başka güzel liman olmadığını bilmek için.

Adına ‘modern birey’ denilen, daha çok bir şirkete benziyor. İnce ince hesap ediyor kariyerini. Her şeyi, herkesi bir gelir-gider aritmetiği ile görüyor. Cebinde ajandasıyla geziyor sürekli, kahve içmeye ‘termin’ veriyor. Kendiliğindenliğini yitirdikçe yitiyor, yittikçe daha çok yitiriyor kendiliğindenliğini. Acıyı görünce afallıyor birden, ne edeceğini bilemiyor. Depresyona giriyor, terapiye gidiyor, “Hiçbir işimi yapamıyorum, devlet dairelerinden gelen mektuplarımı açmak içimden gelmiyor, sadece bilgisayar oyunu oynamak ya da kendimi içkiye vurmak istiyorum” diye açıklıyor, içindeki boşluğu. Aslında direniyor, bilmese de direniyor ama görecek halde değil direnişini. Terapi, bir kontrgerillaya dönüşüyor. Sosyal pedagoji geliyor, sancılara önce biber gazıyla müdahale ediyor, sonra yapıyor elinden geleni, aman diletmek için.

Acı çekme yeteneğini yitiren, acısıyla hasbihal edemeyen, bağ da kuramıyor oysa. Ursula Le Guin, “Acı çekmeyenler ya da acı çektiğini kabul etmeyenler, diğer insanlardan koparak soğuk bir tecrit hırkasına bürünenlerdir” diyor ve devam ediyor: “En yalnız deneyim olan acı, sempati ve sevgiyi doğurur; benlik ve öteki arasındaki köprüyü, birleşmenin araçlarını.” Ne güzel söylüyor, uzakları anımsatan bir şarkı gibi.

***

Füruğ Ferruhzad, ölümünden 54 yıl sonra, açtığı yüreğiyle doluyor odama. Dört yıl önce yazdığım yazı düşüyor aklıma. “Odayı savunmak için” demişim başlıkta, oysa o günden bu yana ne büyük yenilgilerin mekânına döndü oda. “Önce ‘oda’yı işgal etmişse düşman, yapacak çok az şey kalmıştır geriye” diye neredeyse ünlemişim. Bir arkadaş var, sürekli, “başka bir şeyi anlatırken bile kendinin altını çizmekten” bahsediyor, bu mu acaba yaptığım? Bilmiyorum. Aslında Füruğ’dan, onun odama getirdiği bu direnmek hissinden bahsetmek istiyorum. Bu beni kendimle barış yapmaya, çünkü görmek ve duymak ile barış yapmaya getiriyor. Elimden tutuyor ve kaçmamaya, direnmeye doğru usulca sürüklüyor bedenimi.

Füruğ, “güneşin karneye bağlandığı, fırsat kıtlığının ve korkunun ve boğuntunun ve hakaretin olduğu” bir dünyadan bahsediyor, sevgilisine yazdığı mektupta. “Dış dünya öyle tepetaklaktır ki inanmak istemiyorum” diyor. “Bütün ölçülerin anlamını yitirdiği, giderek sarsılmaya yüz tuttuğu bir çağ” diyor. Yaşlandıkça ve kendi yenilgimi görmeye, kabullenmeye başladıkça daha iyi anlıyorum onu.

Şiir, kabullenmektir belki de. Kaçmak değil, reklamları süsleyen bir diyaliz ile kendine sırtını dönmek değil, görmek ve kabullenmek. Füruğ, ölümünün bilmem kaçıncı yıldönümünde, belki de bunu anlatıyor bize.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.