Toplumsal psikolojinin birey üzerindeki etkisi

Avreş JİYAN
İnsan psikolojisi toplumsal sorunlar karşısında çok çeşitli tepkiler gösterebilmektedir. Hele ki 21. yüzyılın ilk çeyreğinde bilimde ve teknikte kat edilen yoğun gelişmeler yanında şehirleşmede yaşanan nüfus patlaması bu çeşitliliği oldukça ilginç durumlara vardırmaktadır. Kapitalizm sonrası neredeyse belli bir ölçü ve sınır tanımayan Kapitalist Modernite (kapitalizmin oluşturduğu toplumsal değerler sistemi ve organizasyonu) hayatı şekillendirme rolü küçümsenemeyecek denli önem arz etmektedir. Yaşamı varoluşsal özellikleri ile değerlendirmenin önemli olΩduğunu belirtmekle beraber, doğanın diyalektiğine meydan okuyan güçlü bir etkiye sahip insan ürünü dünya sistemlerinin elbette politik aygıtlar ve kurguladığı yaşam modellerini de insan psikolojisine etkileri bakımından çözümlemenin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Gelişmelerin sınır tanımadan hızla ilerlemesi birçok sorunu da beraberinde getiriyor. Sadece bu son yüzyıl içinde durdurulması imkânsız bir sıçrama ile ilerleyen teknik gelişmelere sosyoekonomik düzeyde ayak uyduramayan toplumların ve içinde yaşayan bireylerin ruhsal ve düşünsel özelliklerinde derin yozlaşma ve yabancılaşmaya yol açtığı, giderek bireylerin benlik bütünlüklerini zedeleyerek onları otomatlaştırdığı (makineleşme) bilinmektedir.
Kapitalist tekelci ve bireyci modernizmin katı rasyonalist (akıcılık, bilginin doğruluğuna inanan) yöneliminin, ufkun sınırlarını alabildiğine zorladığını hesaba katarsak toplumsal gelenek ve lokal kültürlerin bu çılgın sözde gelişme hızı karşısında afallayacağını, sendeleyeceğini, sonunda ya parçalanıp dağılmış ya da içine kapanıp dünyadan yalıtılmış bir yapıya dönüşeceğini söylemek mümkündür. Peki, gelinen aşamada bireyin toplumdaki durumu nedir, birey modern (geçmişle tüm bağlarını koparmış yeni olan şey) kültürlenme karşısında nasıl psikolojik tepkiler geliştirir, yerel-ulusal-küresel kültürlenmelere karşı hangi davranış biçimleri geliştirir? Bu sorular eşliğinde toplumsal ve bireysel psikolojinin ana işleyişini açımladıktan sonra alt başlıklar halinde bireyin öz benliğini teşkil eden algı sisteminden yola çıkarak asıl konumuz olan duygu durumları ve yapay algı sistemlerine odaklanacağız.
Psikolojik yozlaşma gerçeği
Toplumsal bir varlık olan insan aynı zamanda birey olarak içe dönük bir imgelem dünyasını yoğun olarak yaşamaktadır. Toplumun şekillendirme gücünü dikkate alırsak birey zekâsını ve imgelem (kurgu-hayal) gücünü bu biçimlendirme ve alıştırma gücüne karşı bir savunma mekanizması olarak kullanmaya başlar. Tabi bu durumu her birey bu şekilde karşılamaz. Bazı bireyler toplum dayatmalarını ve ona biçilen kalıpları olduğu gibi kabullenmeye karşı direnen zekâ ve imgelem gücünden ya yoksundur ya da onu geliştirememiştir, olduğu gibi kabul eder. Bu tarz bireylerde toplumsal hayatın bayağılıklarına ve üstünkörü gidişatına alışma, bu durumları içselleştirme söz konusudur. Fakat sorgulayan, araştıran, gelişime açık bireylerde bu durum tam tersidir. Bu bireyler toplumsal hayatın sıradan karmaşası karşısında bazen derin psikolojik, algısal ve ruhsal çelişkiler yaşarlar.
Toplum birey üzerinde sadece morfolojik (biçimsel) değil aynı zamanda içsel, derin bilinçaltı ve ruhsal bir takım etkilere yol açar. Toplumun üzerinde ise aynı etkiye yol açan gücün devlet aygıtı olduğunu, bu güç aygıtı üzerinde ise küresel kolektif örgütlü biçimlendirici dünya sistemlerinin yer aldığını görürüz. Ulusal düzeyde genelde medya ve eğitim aracılığıyla biçimlendirilen toplumsal ve ailesel kültürlere bir de küresel popüler kültürler etkide bulunur. Burada birey artık kendi kararlarına sistemsel bir takım güç hegemonyalarını da katmak zorundadır. Bu hegemonik güç aygıtlarından bağımsız hareket edemeyen toplumlar ve daha alt kültürleri, bin yıllardan gelen geleneksel bağlar ile kapitalist modernist biçimlendirici etki arasında kalarak çocukluktan başlamak üzere neredeyse ömrünün tamamına yayılan yoğun bir çelişkiyle karşılaşır. Burada göz ardı edilmemesi gereken husus, bireyi değerlendirirken çokça yapılan pozitivist, hiyerarşik, katı-kategorisel ve dönemsel tahlillere takılıp kalınmaması gerektiğidir. Yapılan bu mantık hataları bize bireyin gerçek bunalımları, çelişkileri hakkında yeterli bilgiyi sağlayamamaktadır.
Sosyopolitik ve ekonomik argümanlardan yoksun, genelde biyolojik ve psikolojik deneysel pratik teoriler ışığında, özelde ise laboratuvar ve klinik değerlendirme biçimleri insanlığın çok eski tarihsel bağları ve kültürlenme özellikleri bakımından yeterince açıklayıcı olamamaktadır. Takıntı, buhranlar, şizofrenik rahatsızlıklar ve bilinçaltı, bilinç dışı durumların altında yatan nedenleri dünya sistemlerinin siyasal, politik ve ekonomik biçimlendirici gücünü dikkate almadan salt biyolojik ve psikolojik tanımlarla sınırlı tutmak, bireyin sorunlarına gerçekçi çözümler bulmasına yeterli yardımı sağlayamayacaktır. Üzerinde dünya kadar araştırma yapılmış, dizi dizi kitaplar yazılmış kişi psikolojisini, bir de kişinin pek az değer görmüş bir yönü olan politik siyasal ve ekonomik varoluşunu, psikolojik sorunlarına realist çözümler üretmek adına bir değerlendirme süzgecinden geçirmek, günümüzde en çok ihtiyaç duyulan bir tarzı ifade eder.Konunun ana hatlarını özet şeklinde ele aldıktan sonra bireysel psikoloji alanına kapıyı aralayacağımızı umuyoruz.
En yakın çevre olan aile
Sistemsel değerlendirmelerin aileyi ele alma biçimi genelde ideolojiktir. Burada da yapılan hata aile kurumunu sadece ideolojik argümanlarla tahlil etmektir. Bu tür sığ değerlendirmeleri hem kapitalist sistem hem de sosyalist ideolojilerde çokça görmekteyiz. İşin aslı, her sistem kendi ideolojik çıkarlarına uygun bireyi, aileyi ve toplumu ele alırken aynı zamanda yaptıkları bu tahlillerle kendi kurguladıkları dünya sistemlerine uyumlu yığınlar oluşturma çabasına girerler. Sosyalist terminoloji aile kavramını kapitalist sistem karşıtı tezlerle açımlarken genelde kaba hatlarıyla politik unsurlara dikkati çeker. Yine aile yaşantısına ve tarihsel seyrine yönelik spesifik bir çözümleme bulmak zordur. Ailede egemen olan baba unsuru bu politik unsurlardan biridir. Fakat nedense baba kavramını ataerkillik ve erkek egemen tarihsel oluşum evreleriyle bağdaştırmadan bu açımlamayı yapar.
Kadından pek söz edilmez. O, ev maneviyatını korumakla yükümlüdür ve çocukları büyütmekle görevlendirilmiştir. Ayrıca ev işlerinin de ana sorumlusu kadındır. Erkek egemenlikli kapitalist devlet sistemlerinin doğurduğu bu sonuca, bilerek veya bilmeyerek sosyalist dünya görüşü de bir ölçüde hizmet eder. Dolayısıyla kadın her zaman için tali plandadır. O, silik adı bile geçmeyen bir varoluşun muammasıdır. Ve hakkı olan değerlerin kıyısından bile geçemez. Diğer yetişen aile üyeleri, kardeşler genellikle ailenin toplumsal kültür unsurlarıyla büyümektedir. Başarı-başarısızlık, güçlülük-zayıflık, umut-umutsuzluk, güven-güvensizlik v.b karakter özellikleri ailenin ekonomik-politik ve toplumsal değerleriyle ilintili olarak gelişim gösterir. Tabi ailenin üzerinde büyük etkisi olan, toplumsal kültür ve geleneklerin üzerinde daha yaygın ve sınır tanımaz bir güce sahip olan Küresel Kapitalist Modernizm tüm saydıklarımızı aşan bir etki gücüne denk gelmektedir. Bu sözünü ettiğimiz küresel güç aygıtlarının kolektif örgütlenişi ile şekillenen bir başka unsuru şöyle özetleyebiliriz:
En başta, sınırsız iktidar ve kazanma hırsını içinde barındıran Kapitalist sistemin güdümünde yaşamını sürdüren, yönetme ve iktidar amacı olan Kapitalist Ulus Devlet modeli göze çarpar. Bir de devletler birliği vardır ki asıl olan yaşam şekillenişine etkide bulunan güç bu örgütlülüklerdir. Çıkarları uyuşan devletlerin birlikte hareket edip oluşturdukları çeşitli devletler üstü birliktelikler elbette zamanın büyüsü ve biçimlendiricisi olan Kapitalist hegemonyanın isteklerini karşılamakla yükümlüdür. Burada toplum tüm bu örgütlü unsurların etkisinde şekillendirilirken toplumun çekirdeğini oluşturan aile bu yenidünya kurgusundan payına düşeni almaya zorunlu kılınacaktır. Hayatını idame ettirebilme ve aile ekonomisi yaratabilmenin ön koşulu elbette bu kurgusal dünyanın bir parçası olmaktan geçmektedir.
Hegemonik küresel güç aygıtları, ‘Ulus Devletler’i kendi çıkarları temelinde dizayn ederken Ulus Devletler ise kendi denetimlerindeki toplumları biçimlendirme ve kendisinden istenilen uyuma entegre edebilmek için çabalar. O halde burada ailenin bağımsız işleyen bir algı sisteminden söz edemeyiz. Bağımsız işleyen bir algı sistemi olmadığı gibi ipleri tümüyle bu yeni dizaynların kırılgan köklerine bağlanmış durumdadır. Ailenin yaşamda süregiden bu kırılmayı fark edebilmesi neredeyse imkânsız kılınmıştır. Bu yenidünya dizaynı öyle her şeyi belirsiz kılmıştır ki neredeyse tüm insanlık Agnostisizm (bilinemezcilik) hastalığına yakalanmış gibidir. Bilinmezler ve belirsizlikler içinde yiten insanlık böylelikle hayatın varoluşsal değer ve anlamlarından da uzaklaşmıştır. Tüm bu olumsuzluklarla beraber nihayetinde ailede ağır yaşam şartlarının sonucu olarak ilkin babadan başlayan Nevrotik davranışlar sırasıyla anaya ve davranış şekillendiren eğitim ortamlarında büyüyen çocuklara da geçmekte gecikmeyecektir. Tabi en büyük davranış şekillendiricisi ve neredeyse birçok çelişkinin ana nedeni olarak medyayı ele almak yerinde olacaktır.
Modernist aktiviteler ve hegemonya
Medya televizyon, radyo, gazete gibi ele alınsa da aslında hayatın tüm alanlarında varlığını sürdüren teknolojik gelişmelere paralel büyüyen internet, sosyal medya, iletişim ağları, sohbet ortamları v.b küresel tasarım, hegemonyanın çıkarlarına yarayan tüm Modernist aktiviteleri bağrında toplar. Burada kültürün asıl şekillendiricisi bu sıraladığımız unsurlardır. Yine çocuklar için geliştirilen şiddet oyunları yanında ergenlik çağının zayıf taraflarına hitap eden pornografik siteler, patavatsız bir bireyciliğe özendiren saçma anlamsız filmler ve argümanlar kişinin istem (irade) yönünü yok etmede büyük rol oynar. Bu saydığımız argümanlar Kapitalist Ulus Devlet modellerinin tekelinde gelişim gösterirken bu düşürücü etkenlere ciddi anlamda kısıtlayıcı eylemlerde bulunmama, bu tekeli toplumun yozlaşmasında bir silah olarak kullanıldığını yeterince açıklar. Cinsel materyaller aynı zamanda aileleri de parçalama, istemsiz bırakma gibi bir rol üstlenirken yaşamın doğal cinsel diyalektiğine de ters düşer. Burada kadın tamamıyla bir cinsel meta olarak ele alınır ve her türlü istismara açık toplumda en düşük tabaka olarak değerlendirilir. Kadın, ailede başlamak üzere cinsel arzuların tatmini ve çocuk yapma aracı olarak görülür. Bu, ataerkil toplum ve iktidarın kadına bin yıllardır atfettiği bir özelliktir. Kadın ile beraber cinsel arzu ve şehvet emosyonlarıyla (duyguları) bir bir düşürülen toplum katmanları artık istemsel (irade) olarak düşünemeyecek, hareket edemeyecek ve psikoloji biliminde bir terim olarak bilinen transferans (sıkı sıkıya bağlanma) gibi tuhaf bir bağlılık ile her söylenileni yapma, hiçbir zaman kendiliğinden hareket edememe gibi aşırı bir bağımlılık sergileyecektir.
Yukarıda bu olumsuzluklar ile sıraladığımız Kapitalist Uygarlık ve Devlet biçimlenmesi ile sosyalist dünya görüşü arasındaki farkı daha iyi ortaya koyabilmek için bu ikinci görüşün aileye yaklaşımını kabataslak bir özetle bir kez daha vurgulayalım.
Sosyalist düşünce sistemi aile kurumunu en kaba haliyle devletin prototipi olarak niteler. Burada aile çok katı bir yönlenme ve bağımlılığa sahiptir. Devleti yüceltir ve ataerkil toplum organizasyonunu kutsar. Temelde ekonomik argümanlarla ailedeki iktidarını sağlama alan baba faktörü bir yandan da ideolojik olarak ataerkil toplumun değer yargılarıyla beslenir. Baba artık ailedeki devletin temsilcisi gibidir. O erktir ve tüm aile bağlarını tek başına yönlendirici bir güce sahiptir. Bu durum daha çok tarihsel geçmişi olan kadın ve erkek Antogonizminin (anaerkil ve ataerkil çatışması veya kadın ile erkek arasındaki derin karşıtlık) bir sonucu olarak doğmuş, ortaya çıkmıştır.
Düşünsel yargılar ailede çocuk dönemlerinde başlar. Zaten devlet rolündeki aile kültürü daha bebeklik aşamasında, kendi ideolojik-algısal organizasyonuyla bebeği morfolojik (biçimsel) açıdan bir eğitime tabi tutar. Çocukluk aşamasında ise kök salmaya başlayan benlik algısı sonraki gidişat olan toplumsal sistemine bizleri hazır hale getirir. 6-7 yaşlarında kurumsal eğitimle tanışan çocuk henüz gerçek ile kurgu olanı birbirinden ayırt edemez. Dolayısıyla iktidar erkinin ideolojik çıkarlarıyla örtüşen bir eğitim sisteminin içinde biçimlenmeye başlar. Burada önemle üzerinde durulması gereken, gerçek ile kurgusal olanın doğa yasaları ve diyalektiği içindeki çatışma durumlarıdır. Bilinçli bir seçim olarak önümüze konulan 6-7 yaşlarında başlayan kurumsal kurgu eğitimi, kavramaktan uzak olduğumuz Kapitalist Ataerkil Devlet ve toplum organizasyonunun kendi ideolojik yapısına uygun bir dünya kurgusunu oluşturma çabasıdır.
Gerçek olanla mitolojilerden, masallardan, efsane ve tarihsel bilmecelerden beslenen bu kurgu dünyasının uzay zaman döngüsündeki çelişik ve düalist (ikicilik) yanlarını görebilmenin de bir o kadar güçleştirildiğidir. Kabataslak biçimiyle Din- Sermaye- Devlet üçlüsünün toplum katmanları, aile ve sonunda da birey üzerindeki etkisi küçümsenemeyecek denli karmaşıktır. Bu üçlü organizasyon, yaşamın her alanına etkide bulunan fantastik imgelem yoluyla kendini sonsuz, erişilmez, alt edilemez ve kutsal kılan erkek egemen istismar ve sömürünün yenidünya düzeni dedikleri çağdaş bir görüntüsüdür. Burada bireyin toplumsallaşma yönüne belirli sınırlamalar getirirken aynı zamanda toplumun da bin yıllarca derinlerde kök salmış kültürel ve sosyal alışkanlıklarına ket vurup devlet ve iktidara yaltaklanan sürü psikolojisine sahip bir kurgu toplumu yaratır. Dolayısıyla toplum, aile ve bireyin psikolojik değerlerinden söz edeceksek tüm bu etmenleri göz önünde bulundurmak gerekecektir.
İki zıt görüş ve psikoloji
Psikoloji biliminin yaptığı en büyük hata, insanı uzak geçmişiyle beraber kapitalist devlet ve ataerkil toplum argümanlarıyla ele almayıp salt biyolojik ve fizyolojik psikolojinin spesifik ve katı-kategorisel anlatımlarıyla değerlendirmelere gitmesidir. Katı kategoriselden kastımız psikoloji bilimini sadece dar bir alana özgü şematize ederek ele alma biçimidir. Psikoloji bilimini bu kurgu dünyasının argümanlarıyla sınırlı, dar bir alanda tutma çabasının, aslında toplumdan gerçekleri gizleme endişesinden kaynaklı olduğunu anlayabiliyoruz. Çünkü alan itibari ile antropoloji (insan bilimi) ontolji (varlık bilimi), aksiyoloji (ahlak veya değerler bilimi), ve hatta arkeoloji (kazı bilimi) gibi bilim dallarını içine alabilecek denli geniş bir yelpazeye sahip psikoloji bilimi (ruh bilimi) aynı zamanda disiplinler arası bir etkileşimde büyük rol oynar. Analitik değerlendirmelerin yanında öteki bilimlerden de yararlanabilme esnekliği ve öngörüsüyle kesinlikle sadece kurgulandığı biçemler özgülünde ele alınamayacak denli karmaşık kümülatif (birikmiş) bilim alanlarıyla beslendiği görülecektir. Bu açıdan psikoloji bilimi doğru temellerde geliştirilebilirse ve katı Ampirist (bilginin tek kaynağının deney olduğunu savunur) düşünce yönelimini bir tarafa bırakılabilirse insanlığa faydasının geçmişe oranla daha büyük olacağı kanısındayız.
Kapitalist maddeci ve pozitivist düşünce yapısının psikoloji bilimini kendi endişelerinden yola çıkarak dar sınırlara hapsetmesi yanında tam karşıtı olan sosyalist ideoloji ise aşırı materyalist (maddeci) ve karşıtının tezleriyle büyülenmişçesine yine pozitivist (olgucu) bir akılcılıkla neredeyse psikolojiye yeteri kadar değer atfedilmemiştir. Psikoloji bilimini sosyal ve toplumsal değerlerle birlikte ele alma mütevaziliğini gösterebilen sosyalist bakış aynı zamanda bu karmaşık bilimi katı ideolojik materyallerle süsleyip kendi dünya görüşüne bir hizmet alanı olarak kurgulamıştır. Yukarıda sıraladığımız bu iki zıt görüşün aslında ne kadar benzer dogmatik yönlerinin olduğunu anlamak güç değildir. Fakat birey, aile ve topluma teoremler bazında yaklaşım açısından farklılıklar gösterir.
Kapitalist Uygarlık, yaratmış olduğu Din-Devlet-Toplum ilişkileriyle bireyi, aileyi ve toplumu dogmalara inanan, istismar ve sömürüye açık aynı zamanda iş gücü metası, bir para kazandırma aracı olarak görürken Sosyalist ideoloji bu üç olguya farklı yaklaşarak kendi iş gücünü sermayedarlara sömürtmemesi gereken işçi proletarya diktatörlüğünden yola çıkarak dünyayı işçilerin yeniden, bu sefer emeklerini sömürtmeden inşaa edebilmeleri tezini ileri sürer. Burada toplum, aile ve bireylerin yine değişmez bir şekilde işçi yığınlarından oluştuğunu hemen fark etmişsinizdir. Sosyalist ideolojinin tüm toplum katmanlarındaki mesleklere işçilik bazında yaklaşımı aslında kapitalist sömürü sisteminin işçi yaratma politikasıyla örtüşmektedir. Burada her iki dünya kurgusunun çeşitli materyallerle bir işçi psikolojisi yaratma çabası içinde oldukları hemen görülecektir. Bir farkla, Sosyalist ideolojik birikim, işçiyi kendi emeğini sömürtmeyen proleter bilince sahip bir varlık olarak düşler. Fakat sonuç olarak aynı iktidar aygıtlarıyla, kutsanan devlet materyalizmi ve pozitivizmiyle (maddecilik-olguculuk) hareket ettiği için bu zeminde işçi yine işçidir; bu kez de komünist devlete kazandıran bir konumu teşkil edecektir.
Kapitalist Uygarlık işçiyi bireyci, lümpen, apolitik ve kof tutma çabasındayken Sosyalizm işçiyi bilinçli, sistemli, proleter ideolojiye sahip, devrimci fakat Komünist Devlet ideolojisinin dışına çıkamayan bir varlık olarak ele alır. Aileye yaklaşım biçimi tam da bu iki zıt kutup üzerinde şekillenmektedir. Aile ve birey düşünsel algı sistemini bu iki kutuptan bağımsız düşünmek neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Dünyada farklı düşünce biçimleri olsa da genel tahakküm gücü açısından baskın gelen bu iki zıt düşünce sistematiğinin aile ve toplum üzerinde ne denli etkiye yol açtığını artık görebiliyoruz.
* Gelecek yazıda ailenin toplumdaki rolü üzerinde duracağız.
