Tunus ve Mısır’da olanlar devrim miydi?

Haberleri —

‘ARAP BAHARI’ TÜRKİYE VE KÜRTLER -I-


ŞAŞKINLIK
(Giriş Yerine)
2010 Aralık ayının son günlerinde Tunus’da başlayan kitlesel başkaldırı, herkesi şaşırttı: “Ne oluyordu? Durup dururken Tunus gibi bir ülkede halk hareketi!”
Gelişmeler gerçekten de şaşırtıcıydı: Bu hareketin arkasında hangi siyasal güç ya da güçler vardı? Hedefleri neydi, ne istiyorlardı? Bu nasıl bir güçtü ki bir Arap ülkesinde bu “olunmayacak” denen bir şeyi, “devrim”i örgütlemişti? Neden dünya kamuoyu bu “örgütlü” gücü fark etmemiş, atlamıştı? Yoksa bütün bunlar gerçekten de üniversite mezunu bir seyyar satıcı olan Muhammed Bouazizi’nin tezgahının polisler tarafından alınmasının ardından Bouazizi’nin kendini yakmasına bir tepki miydi?
Bunun kadar şaşırtıcı olan bir başka gelişme daha vardı: Hareket, bu ülke ile de sınırlı kalmamış, Mısır’a sıçramış ve bütün bir bölgede “devrim rüzgarı” estirir olmuştu.
Üstelikte bu “devrimler”, ABD’nin “en güçlü müttefikleri” içinde yer alan ülkelerde oluyordu. Örneğin; Tunus askerleri Amerikan askerleriyle birlikte Irak ve Afganistan’da yan yana savaşıyorlardı. Yine iki ülke, bir ucu Akdeniz’e kadar uzanan büyük bir tatbikatın son hazırlıklarını yapıyordu. Mısır ki, Doğu Akdeniz’den, bütün bir Kuzey Doğu Afrika’yı Asya’nın batı sınırlarına kadar etkileyen bir ülke. Tarihsel misyonu nedeniyle Mısır’ın kazanılması bütün Arap dünyasının kazanılması, kaybedilmesi de o coğrafyanın kaybedilmesi olarak görülmüştür. Amerika’ya büyük “hizmetler” sunmuş bir ülke. Yakın tarih itiberiyle, 1978 yılında imzalanan “Camp David” anlaşmasına devlet başkanı Enver Sedat’ı “feda” etmekten, İsral ile ilişkileri söz konusu olduğunda bütün Arap dünyasını karşısına almaktan kaçınmamış bir Mübarek yönetimi... 
Ne ki, kısa süre sonra bu hareketi yaratan güç olarak “Facebook” ve “twitter” gibi soysyal medya siteleri gösterildi. Nasıl olmuşsa(!) bir kişi çıkmış bu sosyal paylaşım siteleri üzerinden bütün Tunus’u, Mısır’ı “örgütlemiş”ti. Akıl alır şey değildi(!)

TÜRKİYE’DE NEDEN OLMASIN?


Demek devrim yapmak artık bu kadar basitti! “Devrim”in bu kadar kolay olduğuna inanlar, hemen ertesi gün (örneğin Türkiye’de), bu sosyal paylaşım sitelerinden çağrılar yapmaya başladılar. (Haksız da değillerdi; Tunus ve Mısır gibi ülkelerde olanlar, Türkiye’de neden olmasındı? Türkiye’nin 40 milyonu bulan internet kullanıcısı vardı ve bunların 36 milyonu Facebook üyesiydi. Bırakın Tunusla Mısırla kıyaslamayı Türkiye, sacece Facebook üyeliğiyle dünyada üçüncülüğü elinde bulunduruyordu.) Ne ki, bütün çabalar boşa çıktı; bütün çağrılara karşın Tunus ve Mısır’da olanlar Türkiye’de bir türlü olmadı. “Ellerimizde Türk bayrakları ve Atatürk posterleriyle Gençlik parkını dolduralım” diyenlerin kendileri bile, bir daha bir araya gelemez oldular. İlerleyen süreçte “Yasemin Devrimi”nin Libya, Suriye, Yemen gibi ülkelere de sıçrayarak “Arap Baharı“ boyutuna yükseltilmesi, Türkiye’deki bazı sosyalistleri bile “Devrimi yaşıyoruz” deme saflığını göstermeye kadar götürdü. 
Peki neden Kuzey Afrika ülkeleri? “Yasemin Devrimleri” (önceleri bu isim sıkça kullanıldı, sonradan Arap Baharı olarak sınırlandırıldı. Böylece, harekete, bölgesel bir sınır çizilmiş oldu) neden daha uzak bir coğrafyada, örneğin bir Meksika’da olmuyordu ya da olamıyordu?..
Niye bu bölge? Bundan sonra neler olacak? “Tusinami”ye benzetilen bu hareketin etkisi nerelere kadar uzanacak, nerelerde hangi sonuçlara yol açacak? Bu hereket, aynı coğrafyada bulunan Türkiye ve Kürtleri nasıl etkileyecek?..
İşte aşağıdaki yazı, kesin bir araştırmaya dayanmakla birlikte, bir senaryo ya da varsayımsal bir anlayışla kaleme alındı.

BELİRSİZLİK YILLARI

1989 kasımında Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından dünyada şöyle bir siyasal atmosfer oluşmuştu: İki kutuplu dünya son bulmuş ve yarım yüzyılı aşkındır “iki süper devlet”in stratejilerine göre biçimlenegelen dünyada “stratejik boşluğa düşülmüştü”. Dağılmış olmanın şaşkınlığı ile toparlanmaya çalışan Rusya, Asya sınırları içine hapsolmak istemezken Çin, sesini duyurma çabası, ABD ve AET ise (koşulları diğerlerinden farklı olmakla birlikte) yeni süreçte izlenmesi gereken stratejide sorunlar yaşıyordu: “NATO’nun geleceği”, “Batı Cephesi”nin kendi içindeki “birliğini koruyup koruyamayacağı” gibi konularda  bir belirsizlikle karşı karşıya bulunuyorlardı.
Ama çok zaman geçmeden Amerika’nın bu süreçte kendine biçtiği rol, İkinci Dünya savaşı sonrasında gerçekleşen Yalta Konferansı’daki rolünü andırıyordu: Yalta’dan kapitalist dünyanın patronu olarak ayrılmıştı, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla da kendisini bütün bir dünyanın “patronu” olarak görüyordu. Rol bu olunca, dünyayı biçimlendirmekte ona düşüyordu(!) “Yeni Dünya Düzeni” tezi de bu günlerde ortaya atıldı. Bu tez, İkinci Dünya savaşı sonrasında kapitalist dünyayı yeniden biçimlendirmekte kullanılan Marshall Planı’nı andırıyordu. Yani pramitin en üsütünde yine Amerika vardı; piramitin alt tarafları da buna göre biçimlenecekti. 
Ne ki koşullar ABD’nin sandığı gibi değildi. Yakın müttefiki, hatta uzun yıllar “kanatları altında” tuttuğu AET, “Maastricht Anlaşması” sonrasında dönüştüğü “Avrupa Birliği” olarak “derinleşme ve genişleme” stratejisiyle ayrı bir bayrak açmıştı. Bu durum, sürecin, Rusya- Çin cephelerinden başka, eski “Batı Cephesi”nde de “çatışmalar” şeklinde süreceğini gösteriyordu.
Çok zaman geçmeden de her iki güçte, yeni stratejilerine özgü yeni kuvvet yapılanmalarına yöneldi. NATO ve BAB adıyla bilinen geleneksel askeri yapılanmalarına “barış gücü”, “Uluslararası Polis Gücü”, “Arama Kurtarma Timleri” gibi “insani açılımlar” yüklediler.

ROTANIN YÖNÜ


“1. Körfez Savaşı”, 1987 Yılında başlayan “3. Balkan Savaşı”nın sonuçları henüz daha tam olarak netleşmemişken yaşandı. Asya’ya ilk el atmak anlamına gelen bu hareket, “Yeni Dünya Düzeni”ninin yeni bir ayağının, “Büyük Ortadoğu Projesi”nin de seslendirildiği dönem oldu.
11 Eylül olayı ardından Afganistan ve Irak’ın işgali, bütün dikkatleri buralara çektiği için proje üzerinde fazla durulmadı. Yazının ilerleyen bölümlerinde bu konuya değineceğiz, ama burada şu kadarını anlatmakla yetinelim: Bu iki ülkede süren hareket, bu projenin önünü açmaktan başka birşey değildi. Herkes pür dikkat bu ülkelerde süren savaşaları izlerken, diğer tarafta uçları bugün açığa çıkan “Büyük Ortadoğu Projesi”nin alt yapısı oluşturuldu.
Geçen zaman içinde “Büyük Ortadoğu Projesi”nin, Amerika’nın “Yeni Dünya Düzeni” tezinin en büyük ayağını oluşturduğu görüldü. Çünkü bu “büyük proje”, dünyanın en büyük en kırılgan cağrafyasını kapsıyordu. Ve burada kurulacak “düzen”, bütün bir dünyayı etkileyebilecekti.

 NEDEN İSLAM DÜNYASI ÖCELİKLİ?


Bu coğrayfa, Nijerya’dan başlayarak güneyde Orta Afrika’nın bir bölümünü de içine alan Somali- Yemen’den geçerek Bangladeş’e (biz buna Malezya ve Endonozya’yı da ekleyeceğiz), kuzeyde ise Akdeniz’in Afrika kıyıları boyunca ilerleyerek Türkiye- Azarbaycan üzerinden “Türki Cumhuriyetleri”nden geçerek yine Çin sınırına dayanan devasa bir bölgeyi kapsıyor. Yanı sıra dünya nüfusunu çok önemli bir bölümünü de barındırıyor.
Hindistan’ın da dahil olduğu dünyanın en büyük bu kara parçasında toplam 39 ülke bulunuyor. 7 milyar küsür olan dünya nüfusunun neredeyse yarısı, 3.2 milyarı, bu coğrafyada yaşıyor. Bu kara parçasının özgünlüğü, nüfusun çocuğunluğunu müslüman halkların oluşturuyor olması. Daha da özgünleştirdiğimiz durumda; Hindistan ve coğrafi konumları gereği Malezya-Endonozya gibi gibi ülkeleri dışta tuttuğumuzda geriye, nüfusunun neredeyse tamamı müslümanlardan oluşan 32 ülke kalıyor. Söz konusu olan bu ülkeler, sadece 1.65 milyarı bulan müslüman nüfusuyla değil, dünyanın diğer bölgelerine göre ekonomik ve de siyasi-kültürel olarak daha zor koşullarla kuşatılmış olmasıyla da dikkatleri üzerinde topluyor.
 
DÜNYANIN EN YOKSUL BÖLGESİ

1.65 milyarlık nüfusuna karşın, bölgenin yıllık (2008) toplam dış ticaret hacmi, 1 trilyon 990 milyar dolardır. (Not: bu bölümde kallanılan veriler, “Der Fischermann 2009 / Daten- Zahlen-Fakten” adlı kaynaktan alınmış, birim hesaplamaları tarafımdan yapılmıştır. H.A) Bu miktarın 1.08 trilyon doları dış satım, 910 milyar dolası ise dış alımdan oluşmakatadır. Ne ki, bu dış ticaret hacminin 769 milyarını, toplam nüfusu 31.8 milyon olan dört petrol üreticisi ülke (Kuveyt, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar) tak başlarına gerçekleştirmektedirler. Bu ülkeler listeden çıkarıldıklarında geride kalan 28 ülkenin yıllık dış ticaret hacmi, 1.14 trilyon dolardır. 
Sınıflandırarak ayrıntıya indiğimizde ortaya çıkan tablo daha da acıdır: Dış satım, bir ülkenin gelir kakpısıdır. Bir ülkenin geliri, o ülkedeki yaşam koşullarının düzeyini gösterir. Bölgenin bu alandaki durumu da şöyledir: Toplam 32 İslam ülkesinin yıllık (2008) dış satımı 1.08 trilyon dolardır. Bölgede gerçekleşen satışta aslan payı 489 milyar dolarla yine petrol üreticisi 4 ülkeye aittir. Geride kalan 28 ülkenin gerçekleştirdiği yıllık dış satım, 596 milyar dolardır. Ama hepsi bu kadarla sınırlı değil; bir ayrıntıyla bölgenin durumunu daha da netleştirelim:
596 milyar dolarlık bu dış satımın 130 milyarı doları, yine petrol üreticisi bir başka ülkeler grubuna aittir: Bunlar, 100 milyar dolarlık dış satımıyla İran ve 30 milyar dolarlık dış satımıyla da 650 bin kişilik nüfusun yaşadığı Bahreyn’dir. Yani geride kalan 26 ülkenin yıllık dış satımı, 466 milyar doları ancak bulmaktadır. Bu tablo, bölge ülkeleri halkının içinde bulundukları durumu göstermektedir. Diğer bir söylemle, bu tablo bölge halkın içinde bulundukları yaşam koşullarının çekilmiş bir fotoğrafıdır. 
Bölgedeki kara yoksulluğun ve sefaletin derinliğini göstermesi bakımından aşağıdaki kıyaslama yararlı olacaktır: 
Almanya 82.7 milyonluk bir Avrupa ülkesidir. 808,2 milyarı dış satımdan oluşan 1.48 trilyon dolarlık bir dış ticaret hacmine sahiptir.(2008) Almanya’nın sosyal durumunu irdelemeyeceğiz. Sadece bu rakam bile her şeyi açıklamaya yetiyor. 82 milyon nüfusu olan bir ülkenin bir yılda sahip olduğu ticaret hacmi, 1.65 milyarlık nüfusa sahip, 32 ülkenin yıllık ticareti ile neredeyse aynıdır. Doğal olarakta halkların içinde bulunduğu sosyal yaşam kalitesi de buna göre olmakatadır. Bir örnekle yetinelim: Almanya’da sağlık harcamalarına bütçeten ayrılan pay yılda yüzde 6 civarındayken, sözünü ettiğimiz bölgede ortalama yüzde 1.9 civarındadır.
Gelir bölüşümünde yaşanan uçurumları dikkate alarak soruna bakacak olursak tablo daha da acıdır. Geniş yoksul emekçi yığınlar neredeyse boğaz tokluğuna yaşamaktadırlar. Dünyada açlık çeken ülekelerin bu bögede bulunuyor olmaları bir rastlantı değildir. 
Hepsini değil, bir örnekle yetinelem: Geçenlerde “sanal bir devrim”le “devrilen” Hüsnü Mübarek’ın Mısır’ındaki tablo şudur: nüfusün yüzde 1’i ulusal gelirin yüzde 50’sini alırken geride kalan yüzde 99’u diğer 50’yi kendi aralarında paylaşmaktadır. Kahire banliyölerinde binlerce insan, mezarları kendisine barınak yapmış durumda. Çocuklarını bu mezarlıklarda doğruyor, burada büyütüyorlar. Varın Bangladeş, Pakistan, Somali gibi ülkelerdeki durumu siz düşünün!

YIÐINLARIN ARAYIŞI

Derin yoksulluk kaşullarında yaşayan bu insanlar, bütün kaderciliklerine karşın, bir kurtuluş arayışı içindedirler de. Avrupa’ya göç, bu arayışın birinci ayağını oluşturmaktadır. 
Ne ki; Nijerya’dan Çin’e kadar uzanan sözünü ettiğimiz coğrafyanın bir yanını Avrupa tutarken bir diğer yanını ise açlık ve savaşlar tutmaktadır. Avrupa’ya göçü engellemek için AB’nin bu ülkelerde “toplama kampları” kurduğundan bu yana, Afrika’nın kuzey sınırlarını oluşturan Akdeniz’in kıyıları, Berlin Duvarı haline getirilmiştir. Yani bölge insanı Avrupa’nın sınırlarından uzakta, sefalet ve yoksulluklarıyla başbaşa bırakılmışlar.
Son otuz yıllık süreçte Avrupa’ya doğru yaşanan göç hareketlerine baktığımızda iki merkez görmekteyiz. Biri Doğu / Batı Hindistan’dan başlıyor, diğeri Güney / Orta - Batı Afrika’dan. Asya merkezli göç, bu bölgede süren savaşlar ve ağır yoksulluğa karşın, hemen hemen durmuş durumda. Afrika’da ise durum böyle değil, göç etmek isteyenler deyim yerindeyse sınıra yığılmış durumdadırlar. Kötü yazgılarından kaçmak için, binlerce insan, bir yolunu bulup, kırık - dökük teknelerle Akdeniz’in sularına gömülme tehlikesine aldırmaksızın kendileri için “umut” olan Avrupa’ya ulaşmaya çalışıyor.
Bu durum, Kuzey Afrika ülkelerinin yükünü daha da ağırlaştırmıştır. Çünkü bu ülkeler, Orta Afrika’dan yola çıkan “Avrupa yolcuları”nın son üssü durumundadırlar. Bu ülkelerde yaşanan işsizlik ve yoksulluğun bu “göçer” kesimi daha çok vurduğu kesin, ama Kuzey Afrika’nın sorunlarına sorunlar eklediği de kesindir.

RADİKAL İSLAMIN ZEMİNİ
 
Yığınların yoksulluklarını kırma girişimleri, sadece Avrupa veya yaşam koşullarının daha iyi olduğu bir başka bölgeye göç etmekle sınırlı değil. Örneğin; radikal islami örgütlerin bu bölgede ilgi bulmaları raslantısal değildir. Radikal islami örgütler, propagandalarını iki şey üzerine kurdular: Biri, bütün kötülüklerin nedeni ülkedeki rejimler ve onları destekleyen  Amerika (Batılılar), diğeri; İslamdan sapma! Bu tezlerine dayanarak farklı ülkelerde  acımasız bir teröre başvurdular.
İslami örgütlerin sergiledikleri kaba terör, coğrafyanın içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik koşulları gizledi veya bu yan öne  çıkarılarak gizlendi. Aslında doğrusu; islami radikal örgütlerin bölgeden ilgi buluyor olmalarının nedenleri üzerinde durmaktı. Ama bu yapılamadı. 
İlerleyen süreçte, radikal islami örgütlerin büyük kolları, Cezayir’de yapıldığı gibi, sivil siyasetin içine çekilerek düzenle kaynaştırıldı ve yozlaştırıldı.  Yığınların arayışı ise devam etti. Bu daha ne kadar sürecekti? Bu belli değildi. Korku buradaydı. Rejimler, fincancı katırları gibiydiler. Ya katırlar çökerse? Endişe buradaydı. DEVAM EDECEK
***
İKİ NOT:
1- Bu yazıya 2011 Ocak ayı sonlarında başlandı. Bu yanıyla gecikmiş bir yazıdır.
2- Bazı devletler ulusal stratejilerini belirleme sürecinde ülkelerindeki senaristlere de yer vermektedirler. Onların hayal güçlerinin genişliği, birebir gerçeği yakalamada değilse de olasılıkları çeşitlendirmede büyük işe yaramaktadır. Yazıya da bu gözle bakınız.

HAYRİ ARGAV

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.