Türklerin hassasiyeti

Cengiz Çandar’la, akranız biz. Ama yaşça ben ondan büyüğüm. Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrenci lideriyken, kaldığı yakınının evi gece polisçe sarılınca, yatak çarşafından halat yapıp, arka pencereden sarkılarak, tutunarak kaçmış, ben de hikayesini yazmıştım.
Cengiz’i yazacaktım, insan sıcağı kitabı vesilesiyle.
Fakat, bir süre önce yazdığım gibi, lümpen (ayak takımı) kültürünün baş, küçük adam kurnazlıklarının “faziletlerin beyliği” olduğu bir yerde, beklenmedik anlarda başka bir konular öne çıkıyor, yazarın tasarladığı değişiyor, ya da erteleniyordu.
Genç bir bilim adamı olan Koray Çalışkan’ın, Radikal gazetesinde Ertuğrul Özkök’ü konu alan yazısını okuyunca, tasarladığım konu değişiverdi.
Adı TC adını alan topraklarda, halkın korku, kendini kanıtlama, göze girme belasının dışında, yerlilerin ırkçılığı ayyuka çıkmadı. Irkçılık belası “Türkler”e, Ertuğrul Özkök’ün babası benzeri göçmen, ama dışarıya atılma korkusuyla yaşayan, bu yüzden sayıklar gibi, “gidecek başka yerimiz yok” diyen ve bu korkuyu oğluna da aşılananlar tarafından bulaştırıldı. Korku, sonradan bulaşıcı hastalık olup, yayıldı.
Özkök ve benzerlerinin, yurtlarının yerlisi Kürtlerin karşısına, “damarlarında asil kan dolanan beyaz Türk” böbürlenmesi ve “ülkenin efendisi” edasıyla çıkması, aşağılık kompleksine dönüşen bu korkudur.
Bunlara göre, Kürtlerin tepesinde sopa eksik olmamalıydı. Kürtler ana yurtlarının statüsü ve özgürlüklerini istemekle zaten korkutuyorlardı. Güç olurlarsa kovulacaklardı. Gidecek yerleri de yoktu.
Kürdistan temsilcilerinden Sırrı Sakık’a, saldırmaları da bu nedenleydi. Sakık parlamentoda yaptığı konuşmada, bu türedileri deşifre etmiş, Asya ve Balkanlıların, “dağdan gelip, bağ sahibi yerli Kürtleri kovmaya kalkıştığını” söylemişti.
İşin garibi, “bin bir fedakarlığa katlanarak” Kürtlere yardıma koştuklarını söyleyen, hatta bu söylemle geçinen kimi “dostları” beyaz Türk kesiliyor, Türk ırkçılığını hiçe indirgeyip, buna karşılık özgürlük için bir ve beraber olmayı isteyen Kürtleri “milliyetçilik” (ırkçılık) ile suçluyor, kınamaya çıkıyorlardı. Bunu Kürtlerin iyiliği için, insaniyet diye dunuyor, tumturaklı deyimlere de bürüyorlardı.
Bu dostlar, çok eskilerin deyimiyle, “cihanşumül adamlar”dı. Cihan kardeşleri, yakın tarih söylemiyle beynelmilelci, yeni isimle evrenselci, globalcı, süslü çekicilikle enternasyonalistlerdi.
Bütün halkların, kendi kaderlerini tayin için birleşip, dayanışmaları mübah, bir tek Kürtlere zarardı, bu arkadaşlara göre. Kendin olmayı bırak itaat et, hizmete koş demekti, bu.
Bunlardan hiç biri, “ben, Ertuğrul Özkök’le bütünleşen bir beyaz Türküm” demiyordu, o. Kürtlere iyilik örtüsü altında saklanarak, “şimdi düzen için çalışma ve Türkiye’yi kurtarma zamanı” diyorlardı.
Benim bunlara da söyleyecek sözüm yok. Sözü genç bilim adamı Koray Çalışkan’a bırakıyorum. Kürtlerin neden ayaklandıklarını ve ne istediklerini vurgulamadan, Ertuğrul Özkök’e bağırırken, hallerinin resmini de çiziyordu.
“Gelin de isyan etmeyin” sessiz çiğlığı andıran satırları okuyalım:
“Hegemonya böyle bir şeydir. Kürtlerin köyleri yakılır, dilleri yıllarca yasaklanır (ana dilde eğitim hala yasak A.K.), nesli, Türkiye’nin Almancısı yapılır, ucuz emeğiyle binalar dikilir, kimileri asimile edilir, çocukları sabah okulda, akşam kışlada “Türküm‚ doğruyum”, “ne mutlu Türküm diyene” diye bağırtılır, etnik aidiyet herkesin üstüne geçirilecek bir anayasal gömlek gibi pazarlanır, “bu bana uymuyor” diyene zorla giydirilir, sonra biz Türklerin hassasiyetinden konuşuruz.”
