Uçtu uçtu profesör uçtu...

Haberleri —

Tahsil (eğitim), okullar, kurslar ve üniversiteler vasıtasıyla bireylere hayatta gerekli olan bilgi ve kabiliyetlerin sistematik bir şekilde verilmesi olarak tanımlanıyor, cehaletse bilgisizlik, bilgiyi reddetmek olarak.

Ben şahsen bütün okul hayatım boyunca eğitimin "e"si ile karşılaşmadım. İlkokuldan başlayarak öğretim devreye giriyor ve başlıyorlar sizi asimile etmeye, devletin resmi politikalarını öğretmeye. Tarih dersinden başlayıp, Atatürk İlke ve İnkılapları, Vatandaşlık ve en son Milli Güvenlik dersinden çıkıyorsunuz. Eğitim denen şey hak getire...

Üniversitelerde bile branş derslerinin dışında bir de zorunlu Atatürk İlke ve İnkılapları dersi vardır. Düşünün, ilkokul üçüncü sınıftan başlayarak bütün okul hayatınız boyunca Atatürk'ün topu topu altı tane olan ilkesini her yıl yeniden öğreniyorsunuz. Bir kaç tane de inkılap; şapka devrimi, Türkçe alfabenin kabulü, kılık kıyafet devrimi ve saltanatın kaldırılması vs... Yıllarca ve yıllarca bıkmadan ve usanmadan bunları "öğretiyorlar".

Okul bitince de "tahsilli" insanlar olunuyor. 

Oysa ki eğitim, bir insanın hayatını devam ettirebilmek için öğrendiği her şeydir. İlk ailede öğrenilir ve insanlar Türkiye dışındaki bütün ülke okullarında eğitilirler de. Bu süreç beşikten mezara kadar sürer, zamanı ve mekânı da yoktur. 

Bu konuya nerden geldim?

Geçen Pazar, Radikal Gazetesi'nin internet sayfasında Armağan Çağlayan'ın Profesör Celal Şengör ile Pazar Söyleşisi'ni okuyunca o kadar yıl okumuş ve üstüne üstlük profesör olmuş ve bir de üniversitede öğrencilere dersler veren bir kişinin söyledikleri üzerine ister istemez bunları düşündüm. Bazı söylediklerine tamamen katılsam da, konu o değil, ben profesörün "uçtuğu" konularda yazacağım.

Bir kere Türk ordusunu, yani Türk Silahlı Kuvvetleri'ni "elit" olarak görüyor. Tam bir TSK hayranı. Zaten gözlüklenmese kesin asker olacağını söylüyor.

Türkiye'de fazla "elit" olmadığından yakınıyor, bir kaç tanesini sayıyor; en tepede kendisi, İlber Ortaylı, Murat Bardakçı ve Fatih Altaylı. Hepsini boşverdim de Fatih Altaylı'da takılıp kaldım, acaba nasıl bu "elit"ler kategorisine girdi ki? Faşist söylemleri, programına çağırdığı konuklara ilkokul öğrencisi seviyesinde sorular sorduğu ve profesörün kendi de itiraf ettiği gibi her program öncesi konuklarına "bakın size şunları şunları soracağım" dediği için mi? Belki de Türk literatürüne "tek partili koalisyon" terimini kazandırmış olduğundan da olabilir. Sonra düşündüm, biz Kürtlerin de "elit"leri var mı diye. Maalesef bizdekilerin de sayıları bir elin parmaklarını geçmiyordu. Örnek mi? Mehmet Metiner, Orhan Miroğlu, Muhsin Kızılkaya...(!)

Sonra içindeki "Evren sevgisi"nden bahsedip diyor ki: "Kenan Evren'in 12 Eylül döneminde yaptığı her şeyi onaylıyorum!" Evet, hem de istisnasız! Armağan Çağlayan şaşırıyor ve "şaka yapıyorsunuz" diyor, ama o tekrar üstüne basa basa her yaptığını onayladığını söylüyor. "Hocam, Diyarbakır'da, Mamak'ta cezaevlerinde yapılan..." diyecek oluyor Armağan Çağlayan ve hoca uçmaya başlıyor:

"Deniz Gezmiş gibi bir eşkiyaya kahraman dendiğini gördüm" diyor. "İnsanlara dışkısını yedirmek işkence değil, ben bal gibi yerim" diyor. Gorillerin hayvanat bahçelerinde birbirlerine dışkılarını ikram ettiklerini görmüş ve bunu normal, gayet de güzel bulmuş, içselleştirmiş. Sonra soruyor Armağan Çağlayan'a: "sen sidiğini içmez misin?" Sanki herkes sidiğini içiyormuş ve bu normalmiş gibi. Armağan Çağlayan "hayır hocam, niye içeyim?" derken kesin o an hocanın kafayı sıyırdığını düşünmüştür. Sonra ne oluyorsa,  hoca zırvaladığını itiraf etsede düşüncelerini savunmaya devam ediyor. Kenan Evren'i savunmak için zırvalıyor da zırvalıyor...

Diyarbakır 5 No'lu Zindanı hakkında yazılan hemen hemen her kitabı okudum, bunlar gerçekten de iç acıtıcı, insanı dehşete düşüren, "yok, bu kadar da olmaz" dedirten kitaplardı. Hiçbiri kurgu bir roman değildi, hepsi de yazarların birebir yaşadığı ve şahit olduğu anı-anlatı tarzı bu kitaplar, kendine "insan"ım diyebilen herkesin ruhlarında derin yaralar bırakmış ve bırakacak olan kitaplardır. Öyle bir an geliyor ki o insanların o cehennemde nasıl yaşadıklarına ve yaşamayı bırakın nasıl da o denli deyim yerindeyse ölümüne direndiklerine şaşıyorsunuz. Esat Oktay Yıldıran denilen Evren'in maşası bir psikopatın tutuklular üstündeki inanılmaz baskısı, akıl almaz işkence yöntemleri sadece okurken bile insanı utanç içinde bırakıyor, insan olmaktan utanıyorsunuz. Hele bir de içlerinde tanıdıklarınız, köylüleriniz varsa... Ve bir de bütün bunların nedeni siyasi düşünceler ve etnik kimlikse... Sonra düşünüyorsunuz, bu insanlar bu insanlık dışı işkenceleri yıllarca yaşamakla kalmadılar, tarihe not düşüp bizlere aktarmak için yazdıklarında bile her anını yeniden yaşayıp iliklerine kadar hissettiler ve bu da belki de daha beter bir işkenceydi. Ayrıca okuduklarımız sadece anlatılanlar, ya anlatıl(a)mayanlar?

Sonra nefret ediyorsunuz, o işkenceleri yapanlardan, yaptıranlardan ve bu vahşete karşı tek söz söylemeyip susanlardan...

Üzerinden neredeyse 35 yıl geçmesine rağmen unutulmayanlar: Dayakla, işkenceyle öldürülen insanlar, dışkı yedirmeler, lağım ve foseptik çukurlarında günlerce bekletmeler, copla tecavüzler, fare leşleri yedirtmeler, bir buçuk yıllık banyo yapma yasağı, insanlara güzel şeyler düşündürüyor diye öldürülen güvercinler, küfürler, hakaretler ve diğer yandan ölümüne bir direniş... Peki tarih kimleri yazıyor bugün? Onları mı, yoksa o kör karanlık zindanda yeni bir yaşamı kendi canları ve kanları pahasına yaratanları mı? Esat Oktay'ı mı, yoksa Mazlum Doğan, Kemal Pir, Hayri Durmuş, Ali Çiçek, Akif Yılmaz, Dörtler ve daha nice Zindan Direnişçileri'ni mi?

Tarih elbetteki yarınlar adına direnen devrimcileri yazdı ve onları yazacak daha...

Diyarbakır Zindanı Türkiye'nin sayısız büyük utançlarından biridir. Bu durumda insanlıktan nasibini almamış kişilerin, bu tarz yorumlar yapması resmen nefret suçudur. 

Söyleşinin devamında, Hoca'nın 1981'de Amerika'dan döndüğünden beri, yani tam 34 yıldır halkın arasına hiç karışmadığını, otübüse hiç binmediğini ve hiç alış-verişe gitmediğini, ekmek bile almadığını okuyoruz. 

Hocanın kişiliği ve ruhsal durumu hiç de sağlıklı değil yani. Diyebiliriz ki: "uçtu uçtu Profesör Celal Şengör uçtu..."

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.