Vahap IŞIK: Gelin Digor’a, Van’a gidelim!

Haberleri —

Dizimdeki deftere bu cümleleri yazdıktan sonra, yazmak ile ilgili dalgınlığım beni daha da dibe çekti, artık yazmadan düşünüyordum:  

Yazmak, hamile olduğundan bile haberi olmayan bir kadının olmadık bir yerde doğurmasıdır. Annenin çevresinde toplanan kalabalığa ya da yalnızlığa: ‘Hamile olduğumu bile bilmiyordum. Nasıl buldunuz peki? Doğurduğum standart üstü ya da altı bir bebek mi yoksa standart bir bebek mi doğurdum? Yoksa, yoksa bebekten başka bir şey mi doğurdum?’

Anneyi düşünürken yüzümdeki muzip gülümseme beni kendime getirdi. Bu fark edişle başımı kaldırdığımda karşımda duran genç ve güzel bir kadınla göz göze geldim. Kadının gözlerinde tedirginlik, anlam verememe, güvensizlik…

Velhasıl benim için garip olan dalgınlığım, bir başkası için korkuydu. Bilememenin, gördüğünü beynindeki mevcut şemalarla eşleştirememenin verdiği bir korku. 

Otobüsteydik ve bu otobüsü yaklaşık bir saat beklemiştik. Normalde 10, 15 dakikada bir gelen, gelmesi gereken otobüse bindiğimizde, şoföre;

‘Neden?’ diye sormuştuk. Otobüsün neden geç geldiğini sorduğumuz otobüs şoförü: ‘Bugün çalışan otobüs az. Görevlendirme..’ diye yanıtlamıştı. 

‘Neyin?’ peki ama neyin görevlendirmesiydi bu? Atmosferin muhatabı yeryüzü, ayakkabılarımızın muhatabı ayaklarımız, otobüsün muhatabı ise yolculardır ve muhatap yanıt istiyordu. 

‘AKP Maltepe mitinginin…’

Şoför yanıta kötü bir yerden girmişti. Daha farklı davranmış olsaydı, işte o zaman her şey daha başka olabilirdi. Ama artık çok geçti. Kalabalık şoförü, bir kedinin fareyi kovalaması gibi azarladı ve fare çizgi filmlerde olduğu kadar başarılı değildi. 

Üsküdar’dan Kadıköy’e gitmek, evin bir odasından diğerine geçmek kadar kolay, yakın… Üsküdar’dan Kadıköy’e gitmek, soyut bir dünyanın iki kutbu arasında yolculuk yapmak kadar zor ve uzak. Mesela Cahit Zarifoğlu olabilirsiniz Üsküdar’a giderken... Bizim damat Cahit’ten bahsediyorum. Ve Cahit, Cemal Süreya’yı, bizim amcaoğlu Cemal’i ziyarete gidiyor olabilir. Çarşafla kör düğüm bağlanmış Cahit mi daha bizdendir yoksa sığ dillerde israf edilen Cemal mi? Üsküdar’ın Güneş’i mi bizimdir, yoksa…Yoksa Kadıköy’deki Güneş’in mi gurbetinde değiliz?

Oysa Güneş Güneş’tir, 

Şair de şair.

Elif’tir yabancılıkları kucaklayan, iki evladı birbiriyle tanıştıran, gurbeti bitirip muhabbeti açan... Üsküdar’dan Kadıköy’e gidiyorum. Giderken aklımda iki dinamit, bir dağılan sağımı toparlamaya çalışıyorum bir de solumu. Mırıldanıyorum...

‘Cahit’i boğanlar, Cemal’i savuranlar aynı zararın zürriyetidirler.’

Dinamitten başımı kaldırıp soluma bakıyorum, ne zaman geldik bilmiyorum, ama Bağlarbaşı’ndayız. Solda Ermeni ve Rum mezarlığı var. Mezarlık kapılarından birinin üstüne takılıyor gözlerim. Kapının tepesinde kırık bir haç var. Kim bilir o kapının üstündeki haç kaç defa kırılmıştır ve kim bilir kaçıncı defa onarılacaktır. Sürekli birbirimizin inançlarına, kişiliklerine saldırıyoruz. Her birimizin yaşadığı ‘an’ bir diğerimizin tehdidi altındayken, dünyada birey olamamış insanların yapabileceği en zor şeyin ‘birlikte yaşamak’ olduğunu düşünüyorum. 

Gidiyoruz, Üsküdar’dan Kadıköy’e doğru metreler azalıyor, efkar çoğalıyor. Karacaahmet’in önünden geçerken otobüs yavaşlıyor. İki cenaze aracı art arda mezarlığa girmeye hazırlanıyor. Bu araçlardan birinin üstüne ‘Cem Evi…’ yazıyor. Cem Evi yazan araca dikkatle bakan birini görüyorum, sakallı... Sakallarına esans sürüp sürmediğini merak ediyorum. Üstünde bir de evliya kıyafetlerinden var, başı sarıklı... Onun bakışları o kadar çıplak ki, o kadar kendinden ve inancından emin ki, diğer cenaze aracına hiç ama hiç bakmıyor; durmuş. Üstünde ‘Cem Evi’ yazana bakarken sanki şöyle düşünüyor: ‘Bakın sonunda siz de aynı mezarlığa geldiniz, Allah taksiratını affetsin tabii, ama muhtemelen hiç namaz kılmamıştır.’ 

Keşke yanılsam, keşke bir ön yargıda bulunduğum için kendimi yakıp da tüm Dünya’yı temiz bıraksam. Ama böyle yapmam, karşımda duran gerçeğin ön yargılarımdan daha az olduğunu göstermeyecek ki!..

Ve Haydarpaşa’dayız. Otobüs son duraktaki peronlarına yaklaşırken yavaşlıyor. Bir köprünün üstünden geçiyoruz. Köprünün üstünden bir sürü kirletilmiş, pas tutmuş tren görüyorum. “Sahi ya” diyorum içimden, “burası da otel yapılacaktı”...

Tarihi yapıları çimento ve briket ile restore edenler, neden bir tarihi anıyı geceliği bilmem kaç  dolardan bir otele çevirmesin ki? Gördüğüm korkunçluğun beni şaşırtmaması ürkütücü. Toplamda 1000 yıl ömrünün kaldığı söylenilen bu Dünya’dan, yaşanacak başka gezegenler bulmaktan başka çaremizin kalmadığı bir Dünya’dan bahsediyorum. Batırılan bir Dünya’da bitmeyen insan kibri ve kini… 

Belki alakası yoktur, kim bilir belki de vardır. Bundan birkaç yıl önce hayatımda ilk kez uçağa bindim, uçak havalandıkça şaşkınlığımın tarifi yoktu. Bu kadar ağır demirin bu kadar yüksekte nasıl durduğunu düşünüyordum. Ben bunu düşünürken yan koltuktan bir yolcu hostesi çağırıp azarladı: ‘Bu çataldan istemiyorum, bu çataldan daha önce de geldi, şikayet…’

O zaman çok garipsemiştim. Adamın elindeki çatala bakmıştım, sanırım çatalın üç dişi vardı. Daha sonra hostesin getirdiği çatala bakmıştım, o çataldaki diş sayısı ise daha fazlaydı.

Ve Kadıköy’deyiz, Çingene çiçekçiler yalnız olduğum için benimle ilgilenmiyorlar. Kendimi daha da yalnız hissediyorum, birileriyle bir şeyler konuşmak isterken yanıma bir adam, bir çocuk ve kadın yaklaşıyor, dileniyorlar. Lakin onlarla da konuşmam imkansız, Arapça konuşuyorlar. Bu ülkeye bir anda neredeyse hatırı sayılır bir seçmen kitlesi oranında Suriyeli göçmen akımı oldu. Hepsi dilenmiyor. Kobanêli bir aile tanımıştım mesela, adam inşaatta çalışıyordu. Ama şöyle bir gerçek de yok değil: ‘Bu ülkenin Suriyeli dilencisi olmayan tek bir sokağı kalmamış.’

Bir yerden bir yere göç söz konusu olduğunda, gelinen yerde savaş varsa, bu yolculuğa ilk önce o ülkenin kıdemli dilencileri mi çıkıyordu? Bu benim haddimi aşan bir konu, bu politikacıların, art niyetli politikacıların da zaten harcı olan bir konu değil, bunu ancak sosyologlar çözümleyebilir. 

AKP sürekli Suriyeliler üzerinden prim kazanmaya, ne kadar yüksek vicdanlı olduğunu kanıtlamaya çalışıyor, etik olan bir insana balık vermek değil, o insana balık tutmayı öğretmektir ve bunu bilmeyen bir çocuk bile bulamazsınız. Durum buyken, etik olan insanları dilencilikten uzak tutmaktır, başka bir ülkede savaşı harlandırmak, kışkırtmak değildir. 

Kadıköy’de yürüyorum, Suriyeli göçmenlere para vermedim, bunun doğru bir şey mi, yanlış mı olduğunu netleştiremiyorum. Nietzsche’nin şu sözünün ardına sığınmaktan başka bir şey kalmıyor bana: ‘Ben dilencilere para verecek kadar fakir değilim!’ 

Kadıköy yorgun, Kadıköy sokak magandalarının her an bir genci ulu orta öldürebilecekleri bir yer. Bir öğretmen öldürüldü mesela, sonra kar topu oynadığı için bir gazeteci… 

Solumda bir inşaat var, iskelenin üstünde iki adam: ‘Seçim’de Digor’a gideceğim. Sonraki gün döneceğim.’ ‘Valla ben de Van’a, bir oy da bir oydur! Ben de sonraki gün döneceğim.’

Bir yanda seçmenlerinin neredeyse ayaklarına otobüs, vapur götürüp mitinge getirten bir parti var; hem de şehir içinde. Diğer yanda ise 1600 km. ötedeki köylerine oy kullanmak için gidip dönecek emekçiler. Riyakar olan o emekçiler midir yoksa samimi olan o parti mi?

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.