Ve cennet yanıyor… Hakikat yanıyor


O gün bugün yakılan bir kadının alevlerini tenimde duyumsar oldum. Kaynağını bilmek, anlamak ve o anlama dokunmak istedim. Ve bir zaman sonra ulaştım o alevden anlamlara. İşte bugün o anlamlardan bir parçayı sözcüklere akıtma zamanı…
Takvimler 21 Aralık 1978’i gösteriyor. Cennet yanıyor diyorlar. Belki de inanmıyor hiç kimse. Cennet yanıyor oysa. Bir alev topuna dönmüş. Kutsal kitaplar cehennem yangınlarını anlatıyor biraz ötede. Yaşamlar ise kutsal olmayan, kutsallığı, insanın kutsallığını yangın yangın tüketen karanlık beyinleri… Cehennemdeki yangını anlatmak zor değil ne de olsa. Kaynar kazanlar, ateş kuyuları, ağızlarından alev üfleyen canavarlar ve hepsinin mekânı yedi kat yerin altına uzanan magmayı adres gösteren ateş odaları… Ardına vebali tanrıların boynuna kutsal kitapları alıp yangınları çoğaltmanın karşılığı nedir ki kutsallık algısında…
Kutsal kitapların vebali günahı tanrıların boynunaydı. Kutsallığın öldürüldüğü bu dünyada cehennem değil cennet yanıyordu çünkü.
Bu satırlar bizlere cenneti düşündüren tek gerçeği, hakikat aşığı kadınları anlatmaya niyet etti.
Cennet de işte bu kadınlardan biridir. Elbistan’ın en güzel köyüdür diyorlar Nergele için. Nergeleliler kadar başka köylerden olanlar da dillendiriyor bu güzellemeyi. Bir yeri güzel yapan havası, suyu, yeşili ve tabii ki insanlarıdır. Bir arada anlamlı bir yaşam sürmeyi bilen insanlardır mekânları güzelleştirenler.
İşte bu güzel coğrafyanın en güzel insanlarından biri de Cennet’tir. Aslında adı Canê ama Cennet yazılmış kütüğe. Cennet Çimen. Ne de olsa jin, jîn(yaşam), şîn(yeşil), şîn(yas-ölüm), can, canan, cenin, gen ya da cin, hepsi aynı anlamın kıyılarında gezinen sözcükler. Aynı anlama Arapça’da cenne(t) adı verilerek yaşamın çeşitlendiği, çoğaldığı ve anlam yücelmesinin yaşandığı bir rol atfedilmiş. Bu sözlerin ve anlamların kesiştiği yerde kadınlar var. Yaşamı anlatan, anımsatan ya da çağrıştıran, bu iddiayı yüklenen tüm sözcüklerin kadınla özdeşleşmesi, tabii ki kadının hayat kaynağı olmasıyla ilgili. Çöllerde aranan, özlenen yemyeşil yaşam alanlarına da verilen Cennet adının bir kadın adı olması güzel, anlamlı ve yerinde bir bakış açısıdır. Bu anlamların hepsi kadınların adı olduğunda cennet yaşamlar indirilmiş göklerden.
İşte o yaşamları getirmenin elçisi Cennet ya da Canê.
Canê 1970’li yılların başında kendi köyünden oğlu Hasan ve ailesiyle birlikte Maraş merkeze göç etmiş. Tümüyle Elbistan ve Pazarcık’tan Maraş merkeze göç eden Kürt Alevi ailelerin yaşadığı semtte, Maraş katliamından önce Canê Ana’nın bir torunu da semtteki diğer gençler gibi Apocular ile tanışmış ve örgütlenme faaliyetleri içerisine girmişler. Dönem tüm Kürdistan’ın yeni bir uyanış yaşadığı bir dönemdir. Bu uyanışın ilk gerçekleşmesinin en önemli bir mekanı da Kürdistan’ın sınır bölgelerinden olan Maraş’tır.
23-25 Aralık 1978 günlerinde Kürt mahallelerinde saldırılar gelişince, Canê Ana’nın oğlu Hasan „Gençleri ve çocukları arıyorlar. Yaşlılara bir şey yapmazlar“ düşüncesiyle, 80 yaşını aşmış olan ve yürümekte zorlanan Canê Ana’yı evde bırakarak, aile olarak güvenilir bir yerlere gitmek için aceleyle evden kaçarlar... O sırada tam bir talan ve kan hükmünü icra etmektedir Maraş’ın Kürt alevi mahallelerinde. Çok geçmeden Kürt mahallesine saldıran faşistler evleri talan ediyor ve yakıyorlardı. Faşist çeteler Canê Ana’nın bulunduğu eve vardıklarında, sadece onunla ile karşılaşırlar.
Canê Ana’nın gözleri...
Maraş katliamı davasında mahkemede bir tanığın anlattığı şu ifade vahşeti anlatıyor: „... Daha sonra karşı taraftaki bir gözü görmeyen yaşlı kadın Cennet (Canê) Çimen’in evine girdiler. ‘Gel nene, gel nene’ diye dışarı çıkardılar. Cennet Çimen’in gözünü tornavida ile oyarak, silah sıkıp öldürdüler, yakındaki helâ çukuruna baş üzeri atıp, at arabasını üzerine devirdiler. Sonra bütün evleri, bizim evi de yaktılar.“
Katliama ve gözü dünmüş faşistlerin insanlıktan nasıl çıktığına, nasıl insan bedenlerini parçalayarak bundan zevk aldıklarına ve nasıl önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkarak, işlerine yarar gördükleri şeyleri çalıp çırptıklarına tanıklık eden Canê Ana’nın gözlerini çıkarılmış ve yakılmış bir durumdaki bedeni atılan çukurdan olaylar bittikten günler sonra çıkarılmış. Canê can verdiğinde, Alevilerdeki söylenişiyle hakka yürüdüğünde 80 yaşının üstündedir ama ona nene ya da ana demeye dilim varmıyor. Çünkü Canê yüreğimin toprağında bir genç kız canlılığıyla, bir dokunulmamışlıkla dolu anlamlar yeşertiyor.
Cennet bu dünyaya gözlerini kapatmış ve gönül gözünü açmış bir Kürt kadını. Yörede bu dünyaya gözlerini kapatmış kadınların tüm dünyaları görebildiğine dair bir inanış vardır. Hakikati, görülenlerin ötesinde arayanlardır onlar. Ermiştirler. Cennet ananın kız kardeşi olan Elif Ana da bu yürek gözüyle gören kadınların en tanınmışlarından biridir. Bu dünyanın hakikatten uzaklaştırılmışlığından yüreğini uzaklaştırmış, gözlerini kapatıp bu dünyaya karanlıkların kalbinde kendi ışığını aramanın yolculuğuna çıkmış kadınlar…
Cennet de öyle işte. Yaşamın bir yüzyılın kıyısına dayanmış olanını toplayıp getirmiş. Gözlerinin sonsuzluğunda eritip yüreğine akıtmış ömrünün taşıyıp getirdiklerini. Gören gözlerin sınırlılığına karşın sınırsız bir yürekle bakmış bu dünyaya. Yüzyılın başında hayata uyanmış ve yüzyılın son çeyreğine gelip dayanmış. İnsanlık ömrünün en acı zamanlarını yaşamış bir kadının gözlerini bu dünyaya kapatması anlaşılmaz gelmiyor artık. Yaşadığı coğrafyada yaşamın en renkli, çeşitli, anlamlı ve biraradalığın mutluluk içinde yaşandığı yüzüyle birlikte savaşlar, katliamlar, acılar ve gözyaşlarıyla örülen yanları bırakmamış peşini.
Yüzyılı dolduran ağır hayatlar onun ömrünü de doldurmuş. Bir gözü tümden görmüyor Canê’nin. Dünyaya gözlerini kapatmış birine düşman bile dokunmaz diyor herkes. Ama öyle demeyenler de var. Öyle diyemeyecek kadar yürek yoksunu olanlar da var…
Soykırımcıların ortaklığı
Her soykırımda uygulanan yöntemlerin ortaklığı ilginçtir. Hamile kadınların karınlarından ceninlerin çıkarılarak öldürülmesi olayı her katliamda anlatılır. Bu öldürme biçimini ilk annemden duymuştum. Onun anlattıkları da, bir defa dinledikten sonra unutamadıklarından oluşmaktaydı. Süngülerin uçlarına asılmış bebekler anlatıldığında, anlatan da dinleyen de unutamazdı bir daha. Genç kızların memelerinin kesilip sokaklara atılması nasıl unutulabilir ki…
Bu tesadüf değil tabii ki. Soykırım için kışkırtılmış ve öldürme eylemine şartlanmış faşistlerin, ölmüş annelerinin karnında kalan ve yok sayılacak kadar küçücük bir yaşama ihtimali olan ceninlerin varlığına dahi tahammül edememeleri, tam bir tecavüz zihniyetiyle saldırmaları barbarlıktan başka hiçbir şeyle açıklanamaz.
Soykırımlarda, özellikle Ortadoğu’da uygulanan temel yöntemlerden biri ateşte yakmaktır. İbrahim peygamberden bu yana zalimlerin mazlumları ateşe atması bir kirli gelenek olup süregeldi. Süregeldi diyorum; Maraş Katliamı’ndan on dört yıl sonra gerçekleşen Sivas Katliamı da aynı zihniyetle gerçekleştirilen bir kirli ve kanlı eylemdir. Özellikle hâkim Sünni anlayışını benimsemeyen Kürt toplulukları üzerinde uygulanan bu yakma yöntemi, kendinden olmayanı yok etmeyi amaçlamaktadır.
Maraş Katliamı insanların kendi evlerinde, işyerlerinde, kendi köylerinde, doğup büyüdükleri topraklarında hiçbir yaşam güvencesinin kalmadığı bir zamanı getirmiştir. Toprağını bırakıp gitmenin ne kadar zor olduğunu en iyi bilenler sürgün olup uzak memleketlerde yaşamak zorunda olanlardır. Gidilen yerler daha rahat yaşam koşulları, imkânları vs. sağlasa da toprağından kopmanın zorluğu bu topluluklarda hep bir yara olarak kalmakta, uzaklık arttıkça büyümektedir.
Kendi toprağından yaşamını sürdüremeyecek kadar umudu kesen bir toplum nereye gider? Gittiği diyarlarda ne yaşar? Yaşamın en anlamlı yanını nerde bulur? Bu soruyu kendilerine ve insanlığa en çok soranlar, ve yaşamlarının her anında bu soruyla karşı karşıya kalanlar, Maraş Katliamı’nın tanıklarıdır.
Erken başlamış ama geç tamamlanmış, yayıldığı zaman kadar yüreği katletmiş olan soykırımın, Türkifikasyon stratejisinin kanlı bir adımıdır Maraş Katliamı. Yörede önceki süreçlerde gelişen katliamlar, yoğun eritme politikaları, homojenleştirmeyi, farklılıkların bir arada renklerini koruyarak ve birbirinin farklılığını bir zenginlik bilerek yaşama yönelen halkları düşmanlaştırmayı amaçlar. Yaratılan ikilem, birliğin bozulmasıyla oluşur. Birlik bozulursa iki oluşur. İki demek, birliğin bedenindeki yarılmadır. Uçurum demektir. Ve bu uçurumdan tüm toplumlara dair anlamlar yuvarlanıp gider karanlıklara.
Toplumun sinesine barut atıldı
Karanlık ve soğuk bir kış gecesidir. Nurhakların, Engizeklerin soğuk rüzgârları ateşten bir zamanı durdurmaya koşarcasına ayazlanır. Ayazın keskinliği ateşi soğutmak içindir belki de. Dağlar insanların yüreklerini duyumsarmış derinden derine. Bir zaman sonra ateşler tutuşur. Yürekler ve çığlıklar tutuşur. İnsanın insanı tutuşturduğu bir zamanda buzdağları da gelse, ateş yürekli insanların, alevlerin ortasında kalan son saniyelerini, ömürlerinin son demlerini, ateşten demlerini serinletmeye yeter mi?
Buyruklar ateşin dilinden konuşmaz sadece. Kesen, yakan, kıran ne varsa konuşur o zamanda. 1978 yılının Aralık ayında, yılın son günlerine yapışıp kalır kanlı bir takvim yaprağı. Her çağın bir cellâdı, bir tanrısı vardır belki de. Hangisi güçlüyse onunla bilinir çağ. Mitolojik canavarlar uzak bir söylence oldu belki, ama ölümlerle insan kanıyla beslenen kutsallığın katilleri, son yüzyıla kirli bir leke gibi yapışıp kaldılar. Ve zaman içinde küçülüp çoğalarak insanlığın anlam dünyasını kirletmeyi kendilerine varlık gerekçesi saydılar.
Kara kışın ortasında tekmil yangına dönüşen bir zaman aralığı.
Çıra ışıklarının soluk soluk sızdığı her ev bir ateş topuna dönüşmüş bu zamanda.
Mevsimi yakmış bu yangın.
İklimi yakıp tutuşturmuş.
Külleri uzak, çok uzak, hayal edilemeyecek kadar uzak diyarlara savrulmuş…
Her yangın gibi biraz…
Biraz da hiçbir yangına benzemeyen…
Maraş’ta başlayan bu yangın önce Cennet’i yaktı. Cehennem zaten yangınlardan ibaret bir yokoluş korkusu yaratmayı amaçlardı onu tanıyanlarda. Cehennem korkusunu yüreğinin derinliklerinde duyumsayan faşistler Cennet’i yaktılar. Kendi cehennemlerinden, cehennemî yangınlarından kurtulmanın yolunun Cennet’i yakmaktan geçtiğini sanıp yanıldılar.
1978 yılının Aralık ayının son günlerinde, bir olağanlığın olağanüstülüğe dönüştürülmesi zor olmadı. Farklılıkların, çeşitliliklerin ve renkliliklerin zenginlik olarak bilindiği topraklarda ve rengârenk bir yaşamın sürdüğü coğrafyada, bu farklılıkları uçurum kıyılarına dönüştürmek ve alevleri yükseltmek bu zaman diliminin payına düştü.
19 Aralık 1978 gününün gece yarısı başlatılan provokasyonların faşistlerin saldırılarına dönüşmesi çok zor olmaz, çünkü provokasyonun amacı saldırıları başlatacak ilk olayı yaratmaktır. Provokasyonun amacı yangını başlatacak kıvılcımları tutuşturmak ve toplumun sinesine bir avuçluk barut atmaktı. Ve amaçlanan başarıldı.
İlk saldırılarda katledilen iki öğretmenin cenaze törenine saldıran faşistler burada da üç insanı boğazını keserek katlederler. „Müslüman Türkiye“ sloganlarının atılarak en geri duyguların, milliyetçiliğin harlandırılması, Kürt Alevilere saldırılmasına bir zemin yaratmış olur. Tüm soykırım uygulamalarında görülen bir durum burada da yaşanmıştır. Saldırganlar, kendinden olmayan, öteki olarak gördüklerini öldürmenin tek anlamlı, iyi ve doğru yol-yöntem olduğuna inanırlar. Alevilere yönelik katliamların hepsinde de İslam dinini yücelten, Aleviliği aşağılayan ve küçümseyen, dinsizlere-kitapsızlara-kâfirlere ölüm çağıran sloganların atılarak insanların fanatikleştirildiği görülmektedir. Zaten Maraş Katliamı’nda da devletin bu olaylara müdahale etmemesi katliamı gerçekleştiren zihniyetin devletle aynı olduğunu, aynı zamanda katliamı yönlendiren ve uygulayan kesimlerin de devlet kurumlarıyla ilişkisini ortaya koymaktadır.
Maraş Katliamı, etno-dinsel bir katliam
Katliam süresi olan 5-6 gün boyunca Alevilere ait tüm işyerleri yakılmış, Alevilere ait evlerin kapılarına kocaman çarpı işaretleri koymak suretiyle damgalanarak yakılması işaretleri verilmiştir. Bu bir haftalık süre içerisinde bine yakın ev yakılmış, beş yüze yakın insan katledilmiş ve bine yakın insan da yaralanmıştır. Katliamdan sonra, kendi etnik kökeniyle ve inancıyla yaşamanın mümkün olmadığını düşünen binlerce insan doğup büyüdüğü toprakları bırakmak zorunda kalmış.
Olayın sorumlularına ya da suçlulara değinmiyoruz, çünkü hukuk mücadelesinin garantisi olan devlet, sadece devlet organizasyonunu ve onu besleyen, onun gölgesinde büyüyen kan emicilerin güvenliğini sağlamak suretiyle suçluluğunu ispatlamıştır. Hukuk mücadelesinin hakikati dile getirme, görünür kılma anlamında bir değeri olmadığı bilinmektedir. Amacımız tarihi unutmamanın bir çabasını vermektir. Olayı anlatmak, yaşanmış olanları bugüne taşıyarak bugünde acıyla oluşan anlama dokunabilmek ve alevleri hissedebilmektir. Cennette yangını duyumsayabilmektir. İbrahim peygamber ile aramızda bir kader bağı oluşturan gerçeği hissedebilmektir.
Hegemonyanın doğuşundan bugüne uzanan benzerlik ilginçtir. Osmanlı sultanlarının kirli ve kanlı zihniyetlerinden dökülen „İhrak-ı binnar!“ buyruğu ateşte yakın anlamına geliyor. Bu sözler, vakti zamanında Osmanlı oyunlarının eziciliğini kabul etmeyen, onları deşifre eden ve kendi özerkliklerini, farklılıklarını, kendi inanç ve yaşayış özgünlüklerini ortaya koyan toplulukların yakılması emrini veren sözlerdir. Osmanlı tarzı siyaset eyleyişin bir biçimidir.
Kürdistan’da uygulanan soykırım politikalarından güneybatı Kürdistan’ın payına, Fırat’ın batısına Türkifikasyon uygulamaları ve yanmak düştü. Ateşin ve güneşin kutsallığını yaşamının merkezine yerleştiren ve Zerdüşt inancından gelen toplulukların katledilmesinin ateş yoluyla olması, hegemonyanın farklı inanç ve etnik kökenli insanlara yaklaşımını ortaya koyuyordu. Maraş Katliamı etno-dinsel kökenli bir katliam olmakla birlikte, faşistlerin attığı „komünistlere ölüm“ sloganlarıyla siyasal boyutun da var olduğu bir katliamdır.
Tüm bu sebeplerden dolayı Maraş katliamını unutmamak ve bu katliamı gerçekleştiren Türkçü faşist siyasal İslamcı zihniyeti yıkana kadar mücadeleyi yükseltmek gerekmektedir.
Yangınlarla örülen zamanları unutmak, kendi yürek yangınına hakarettir.
Unutma ihanetinin lekesiyle kimsenin anlamlı bir yaşam süremeyeceği de bir gerçektir.
Cennet’i yaktılar.
Cennet yandı ve onun bedeninden, yüreğinden eriyen damlalar bu toprağın hakikatine karıştı. Bu toprakların direniş, özgürlük ve hakikat karakterine bir damla cennet ekledi. Yüreğimizde tekmil Cennet’ten oluşan bir hakikate dönüştü. Bir tapınak gibi yükselen ve uğruna yaşamayı, uğruna ölecek kadar sevilecek bir yaşam yaratmayı amaçlayan bir yürek yarattılar. Cennet’in küllerinin gideceği bir cenneti olmadı hiç. Onun inancında öbür dünyada gidilecek bir cennet yoktu. Bu gerçek onun kendisini cennet yapmasına yetmişti. Ancak onun yüreğinden, hakikat aşkından, anlam deryasından damlaların bu evrende yer ettiği, onun alevlerinden zerrelerin gelip bizim yüreğimizi tutuşturduğu bir gerçek.
Ondan geriye onun anlattığı hakikatten damlalar kaldı. Bir de kendi vatandaşını koruyamayan, hatta kendi vatandaşının yakılmasını, boğazlanıp öldürülmesini onaylayan bir ulus devlet hezimetini anlatan, Türkiye Cumhuriyeti mühürlü bir resim…
DILZAR DÎLOK
