Walter Benjamin ve Cizre’nin Bodrumları

  • Kitabı okurken zihnimde o kadar çok şey uyanıyor ki... Zihnimin sayfalarını çevirmeye gücüm yetmiyor. Adres defterini alıp Cizîr’e, tanıdıklarıma mektup yazmak istiyorum. Amed’de kollarımda can veren Cizîr’in güzel insanı Beşir Özer hevalin ailesinin adresine bakıyorum. “Nuh mahallesi...” Sonra düşünüyorum: Sokak mı, ev numarası mı, mahalle mi kaldı Cizîr’de? Mektup göndersen kendisi gitmez... 

SOYDAN AKAY

Sene 2016 Şubat. On yıldır kaldığım Amed hapishanesinden Silivri Kapalı Hapishanesi’ne sürgün ediliyorum; hem de halkımıza en ağır saldırıların olduğu bir süreçte. Her biri bir devrime bedel serhildanların yaşadığı ülkemin bir zindanından Türkiye’nin ta batısına sürgün yemek tuhaf duygular yaratıyor bende. Ring hareket eder etmez Mahzuni’den bir türkü çalıyor: İşte Gidiyorum Çeşm-i Siyahım... Hilvan-Siverek güzergâhından geçerken Sur, Bağlar, Bismil, Lice, Nusaybin, Cizre, Gimgim, Gever ve Silopi’den, buraların sokaklarından koparılıp alınmışım hissi… Yıllardır hapiste olmama rağmen yeniden tutuklanma hissi... Bu his Amed hapishanesinin konumundan kaynaklanıyor; fakat 2015 ortalarından itibaren başlayan özyönetim direnişleri, bu direnişlere karşı (ikinci darbe mekaniği ile iş tutan) iktidarın uyguladığı “çökertme” konseptinin ağır bir atmosfere yol açması, bu atmosferin dört duvar arasına yansıması ve dışarı ile içerinin ruhsal bütünleşmesinin etkisi asıl belirleyicidir. Bu anlamda Amed hapishanesi, Amed’in bir mahallesi gibidir. Hatta Kürdistan’ın bir mahallesi, sistemin inşa ettiği bir getto desek daha doğru olur. Şırnex, Cizîr, Mêrdîn, Batman, Efrîn, Kobanê, Sêrt vb. il ve ilçelerde tutuklananlar da burada tutulur. İçeride sayı binleri bulunca çevre hapishanelere dağıtırlar tutsakları. Amed, kent olarak da 90’larda kirli savaştan kaçanların, göçenlerin mekânı olmuştur. Demokratik ulus bilincinin direniş mekânı... “Görmedi bu gözlerim seni, sanki yarsın özlerim seni” şarkı sözlerindeki gibi bir aşkın, “Amed şehrim benim, sende kaldı tüm düşlerim” şarkı sözlerindeki gibi hasretin ve kavganın kenti...

Gerek kentte gerek hapishanede, her bir insanın direnişle, acıyla, umutla yoğrulmuş öyküleri var. Bedenlerinde savaşın dövmeleri gibi şarapnel yaralarını taşıyan çiyayîler/koyîlerden tutalım da çocukken serhildanlarda yedikleri kurşunu bedenlerinde bir sır gibi saklayanlara, evlatlarını kaybeden babalara, kardeşlerini kaybetmiş kardeşlere, köylerinin, evlerinin yakılmasını dünmüş gibi yaşayanlara, özgürlük arayışının ilk neferlerinden olup 12 Eylül vahşetini bu mekânda yaşayanlara ve o vahşet ile direnişin öyküleriyle büyüyenlere, gaz kapsülleriyle gözlerinden vurulanlara kadar onca hayatın bir roman örgüsüyle bir araya geldiği yerdir Amed. Sürgün olmadan önce koridorda (Malta) karşılaştığım on yaşındaki tutsak çocuk Yakup ile seksenine merdiven dayamış  ve yirmi yıldır (o zaman 20, şimdi 26) hapis yatan M. Emin Özkan (Apê Dedo) hevalin aynı mekânda buluşmaları; tahliye olur olmaz Sur sokaklarına kendini atan ve orada vurulup yetmiş gün cenazesi yerde bekleyen Mesut heval; her iki bacağı dizden kesik olan Mehmet Özen ve Serkan Dursun hevallerin gözlerindeki ışık; yıllarını mücadeleye adamış, en son Rusya tarafından Türkiye’ye teslim edilip Amed’e getirilmiş Mecit Gümüş hevalin kanserden dolayı üç aylık ömrü olmasına rağmen neredeyse ringe kadar gelip vedalaşması; Cizre bodrumlarında canlı canlı ateşe verilen yüreklerin çığlıklarının televizyona aracılığıyla ruhumuza dinletilmesi... Böyle bir ortamdan ve mekândan sürgün yemek asimilasyona uğramaktan da beterdir.

Onunki de savaş yarası

Yukarıdaki durumu tekil anlattım. Tek başına sürgün edildiğimin anlaşılması gayet doğal. Aslında beş kişi yola çıktık. İki arkadaş Kandıra’ya, bir arkadaş Edirne’ye götürülürken ben ve Ersan Nazlıer arkadaş Silivri Kapalı Hapishanesi’ne getirildik. Ersan hevalin sağ kolu omuzdan kesilmiş. Onunki de savaş yarası. Oldukça dinamik, neşeli, güler yüzlü bir heval. Bizleri aynı koridorda, aralarında mesafe olacak şekilde üç kişilik odalara koyuyorlar. İki ay kadar gözlem sürecinde kalacakmışız. Aynı mekâna İmralı’dan Nasrullah ve Çetin hevallerin de getirildiklerinden haberdarız. Bir süre sonra onlarla haberleşiyoruz. Meğerse onlar da bir sonraki koridorda ayrı tutuluyorlarmış. Orada, Ada’da olup bitenleri merak ediyoruz. Yirmi gün sonra hapishane idaresi, Ersan hevali kolundan ötürü bulunduğum odaya getirmek zorunda kalıyor. Bu buluşma ikimize de iyi geliyor.

Yalnızlıkta birey, gerçekleri çok daha acımasız şekilde hissediyor. Bilgelik ile delilik arasındaki fark, bilge olanın gerçeklere dayanma gücünü gösterebilecek bir yaşam felsefesini geliştirebilmesidir. Delilik hali ise güç gösterememekten ileri gelir. Filozof Nietzsche de bu durumun önemine değinirken şunu söyler: “Bir kafa gerçeğe ne kadar dayanabilir?” Anlamak ve de anlaşılamamak onu yalnızlaştırır ve kendi yalnızlığında çıldırır. Filozofun onca gerçeğe dayanma gücü kalmamıştır. Yaşamı kendine dert edinmeyenin, bilgelikle delilik sınırlarında dolaşması pek mümkün değildir. Bunları, tutulduğumuz “tecrit” koşulları için söylediğim sanılmamalıdır. Önder Öcalan'ın yaşadıkları ortada iken yaşadığıma tecrit mi diyeceğim? Onca gerçeği, doğruyu, öngörüyü, tedbiri ortaya koymasına rağmen yaşanan bu kadar trajediye bir yürek nasıl dayanabilir? Hem de en yoğun psikolojik saldırı ortamında! Yalnızlığın ve hücrenin edebiyatını yapmayacağım.

Bekle ki tanrı sana ses versin! 

Yalnızlığın voltasında sosyolojik düşünebilmek önemlidir. Buna felsefi olmak da diyebiliriz, fark etmez. Cizîr ve tufan ilişkisini düşünüyorum. Ermeni, Yahudi, Kürt trajedilerini karşılaştırıyorum zihnimde. Yahudi toplumu, yaşadığı her trajedi sonrası kendini yeniden üretmeyi bilmiş. Öcalan da buna dikkat çeker; Yahudiler kendilerini ideolojik ve kültürel olarak üretirlerken, Kürtler biyolojik üremeye ağırlık veriyorlar. Çok çarpıcı bir karşılaştırma.. Yahudiler, tanrıları Yahve, eleştiri yapıyorlar. Trajedinin sebebi, aslında toplumsal bir kimlik olan tanrıyı unutmaktır! Biz Kürtler ise yaşadığımız trajedilerde ya çetele tutar gibi “fermanları” sayarız veya tanrıya “Ey xwedê ji me çi dixwazî?” diye feryat ederiz. Bekle ki tanrı sana ses versin! Kürtlerin bir dönemler kültürel kimliği ve ideolojisi olan Zerdüştlükteki gibi, uygarlık iblisine “Sen kimsin?” diye kafa tuttuğu zamanlar geride mi kaldı? Hayır, tarihlerinde hiç olmadığı kadar muazzam bir özgürlük bilinçleri var. Tanrısal (Theora) bir ses gibi yankılanan bilgelerinin, önderlerinin sesi var. Bu ses, tüm tehlikeler karşısında uyarır ve özgürlüğe giden yolu işaret eder.

Bu düşüncelerle volta atarken mazgal açılıyor: “Kitap!”

Yahudi toplulukları, sürgün sonrası gidecekleri yerde para eder diye değerli eşyaları (altın, gümüş vb.) alıp yola çıkarlar. Bir tutsak için en kıymetli şey kitaplarıdır. Ben de beraberimde epey kitap getiriyorum. Kitap kotasından dolayı Apologia serisi ile birlikte Walter Benjamin’in (1892-1940) Tek Yön adlı kitabını istiyorum. Zaman kaybetmeden bu kitabı elime alıp okumaya başlıyorum.

’Üzerine düşman bombaları inmeye başlamışsa…’

İncecik bir kitap olan Tek Yön, 1928’de yazılmış. Orijinal adı Einbahnstrasse olup 1995’te Frankfurt’ta basılmış. Walter Benjamin bir Alman Yahudisi olmakla birlikte, edebiyat eleştirmeni ve iyi bir entelektüel olarak bilinir. Faşizmin Almanya’da iktidara gelmesiyle öngörüde bulunarak Fransa’ya yerleşir. Buradaki çalışmalarını sürdürürken 1940 yılında Hitler faşizmi Fransa’ya dayanır. Benjamin İspanya’ya geçmek ister. İzin belgesi olmadığı için geri gönderileceğini anlar ve 1940’ta Fransa-İspanya sınırında intihar eder.

Sürgünden hemen sonra elime aldığım kitabının No:13 başlığının altında şu dizeler yer alıyor: “Görüntüyü barındıran saatler / Rüyanın binasında eriyip gitti”. Bölümün başlığına bakıyorum: “Bodrum katı”. Şöyle yazıyor Benjamin:“Hayatımızın evinin sahneye konuşuna yönetmenlik eden ritüeli çoktan unutmuşuzdur. Ama bu ev zaptolunmak üzereyse ve üzerine düşman bombaları inmeye başlamışsa...”

Bu, çağdaş Mem’in sesiydi, Mehmet Tunç’un..

Burada durup kitabın yazılış tarihine bakıyorum: 1928. “Cizre 2015-2016…” diyorum kendi kendime. Kitaptaki Benjamin’le tartışıyorum: “Kitap o tarihte kaleme alındığında benim ülkemde 1925-40 yılları arası neler yaşanmadı ki? Ağrı, Zilan, Piran, Dersim... Hitler Yahudi soykırımını gerçekleştirdiği için Türk-ulus-devletinin şefi için ‘Öğretmenim odur,’ demiştir.” Kürtler dağ halkı oldukları için savunma amacıyla mağaralara çekilmişlerdi. Kendilerine “medeniyet taşıyıcısı” diyenler, Kürtleri mağaralarda zehirli gazlarla -dönemin Malatya Emniyet müdürü olan İ. Sabri Çağlayangil’in söylediği gibi- “fare gibi” öldürürler. Yahudi Holokost’u ile Dersim tertelesi hemen hemen aynı dönemlere denk geliyor.

Devam ediyor Benjamin: “Büyücü duaları mırıldanarak neler görülmemiş, neler kurban edilmemiştir, ne dehşet verici bir garabet müzesidir, o aşağıda, derin bölmelerinin en gündelik şeylere ayrılmış olduğu yerde karşımıza çıkar. Umarsız bir gece rüyasında, on yıllar önce kaybettiğim ve bir daha da pek aklıma gelmeyen ilk sınıf arkadaşlarımla coşku içinde dostluk ve kardeşlik tazelediğimi görmüştüm. Ama uyanırken şunun farkına vardım: Yılgınlığın bir patlama gibi gün ışığına çıkardığı şey, bu insanın, o duvarların içine örülmüş olan ve ‘burada bir kere oturan hiçbir yönden benzemesin’ diyen kadavrasıydı.”

Kadavra kelimesi beni hiçbir zaman bu denli sarsmamıştı. Başka bir manada mı kullanıyordu acaba? Kadavra konuşuyor. Bizim ise birçok yerde küllerimiz konuşur, bulunmayan ölülerimiz. Yüce, büyük bir ruh saklı o küllerde: “Diz çökmedik, çökmeyeceğiz!” Bu, çağdaş Mem’in sesiydi, Mehmet Tunç’un...

Cizre’nin yaşadığı Holokost’u! 

Kitabı okurken Benjamin’e Cizre’yi anlatıyorum, tutsaklığımdaki zamanın izdüşümlerinde geziniyorum. Cizre’nin yaşadığı Holokost’u! Hem de tüm insanlığın gözleri önünde. Naziler Yahudileri krematoryumlarda toplarken, onları, yıkanmaları için götürdüklerini söylüyorlarmış. Cizîr’de ise her evin bodrum katı birer krematoryuma dönüşmüştü. Bir kent komple kuşatıldı. 

Tanıdıklarıma mektup yazmak istiyorum

Benjamin krematoryumları anlatmıyordu: Yükselen faşizmin ayak seslerini ve sonrasını duyuyor, görüyordu. Deneysel bilgiye kuşkuyla bakan bir halkın üyesi olarak, faşizmin, kendi üzerinde deney yapabileceğini sezmişti ama bu kadar uç düşünmemişti.

Kitabı okurken zihnimde o kadar çok şey uyanıyor ki... Zihnimin sayfalarını çevirmeye gücüm yetmiyor. Adres defterini alıp Cizîr’e, tanıdıklarıma mektup yazmak istiyorum. Amed’de kollarımda can veren Cizîr’in güzel insanı Beşir Özer hevalin ailesinin adresine bakıyorum. “Nuh mahallesi...” Sonra düşünüyorum: Sokak mı, ev numarası mı, mahalle mi kaldı Cizîr’de? Mektup göndersen kendisi gitmez... Umudumu, öfkemi kuşanıp kendimi voltaya vuruyorum. Cizîr, o yüce ruhların saklı olduğu küllerden daha güçlü doğacaktır. Büyük direnenler diyarında büyük yaşam er ya da geç kazanacaktır. Çünkü Mem’ler ile Zîn’ler ölü topraklarından bir kez uyandırılmışlardır.

 

Haziran 2016/Silivri Kapalı Hapishanesi

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.