“Welat kalk, kalk ben geldim”

Forum Haberleri —

.

.

  • Sesi kulaklarımda. Ve dağ koşullarının kaskatı kestiği yüzü… Sesi tozlu bir sis perdesinin ardında yankılanır gibi hala bana seslenip durur abim Murat, “Welat kalk kalk ben geldim, ben...”

WELAT AYAZ

Çok iyi hatırlıyorum. 1991 yılının sıcak bir yaz gecesiydi. Kurban bayramının arife günüydü ve ben günün yorgunluğu ardından dipsiz bir uykuya dalmıştım. Diyarbakır'ın yaz geceleri çok sıcak olurdu. Fakat arada bir, türlü bitki kokularıyla odaya dolan samyelleri insanı bir hoş eder, kendinden geçirirdi. İşte böylesi bir geceydi. Rüyamda biri, boyuna bana seslenip “Welat kalk kalk, ben geldim” diyordu. Gece odayı aydınlatan sarı loş ışıkta gözlerimi açtığımda abimi yanı başımdaki kanepeye oturmuş buluyordum. Gerçekten orada mıydı yoksa buda rüyalarımdan biri miydi? Kuşkuyla gözlerimi ovuşturup tekrar bakmıştım ona. Sonrada kalkıp yatağımda bağdaş kurmuş, abimin hayaleti sandığım silüete sessizce bakmayı sürdürmüştüm. Tam o sıra, abim bana tekrar seslenip “Welat ne yapisen?” diye söylenmişti. Ben ise hayretler içinde ona, yüzüne ve o cılız bedenine odaklanmış, onu süzüyordum öylece. Yüzü yara bere içindeydi. Yanakları ve gözlerinin altı mosmordu. İncecik, bir deri bir kemikti. Parçalanmış, toz toprak içindeki giyitleri odaya tuhaf bir dağ kokusu salıyordu. Daha önce hiç tanışmadığım bir kokuydu bu. Kan, ter, toprak ve çeşit çeşit bitki kokularıyla harmanlanmış çok garip bir kokuydu.

 

 

Abim Murat Ayaz (Avreş Jiyan) 1991'in baharında, 18 yaşındayken gerilla saflarına katılmıştı. Fedakarlığı ve her zaman en zor görevleri üstlenmesiyle çevresinde saygı uyandırırdı. ARGK saflarında kaldığı süre zarfında da bu karakteriyle örnek bir devrimci olmayı bilmişti. Bir gece vakti dışarıda çiseleyen soğuk yağmurun altında, çıplak toprağa serilmiş battaniyenin üzerinde onun da içinde yer aldığı manga birbirlerine sokulmuş uyumak için didiniyorlardı. O sıra, yaşça onlardan küçük bir gerilla üzerinde uyuyabileceği bir battaniye bulamamış olacak ki, gelip abimin yanına sokularak onu soğuk toprağın üzerine itmişti. Abim gece uyandığında bedeni kaskatı kesilmişti. Durumu anlamasına rağmen, henüz çocuk yaşlarındaki yoldaşının battaniye üzerinde rahatça uyuması için bulunduğu yere kıvrılıp tekrar uyumak için didinmişti. Günden güne onu yiyip bitiren o hastalık da o geceden sonra başlamıştı işte. Öksürük, ateş, halsizlik ve iştahsızlık onu ölümün kıyısına vardırmıştı. Bu haliyle bile yoldaşlarını kırmayıp, çalıp söyleyerek çevresine moral aşılamayı bilmişti. Günün birinde yetersiz imkanlar nedeniyle onun daha fazla yaşayamayacağına kanaat getiren komutanları, bir milisi onu şehre vardırması için görevlendirdiler. Milis onu alıp köyüne götürdü. Giyitlerini değiştirip yola koyulmak için hazırlandılar. Milisin annesi oğluna dönüp “Bir kaç gün sonra kurban bayramı. Onu arife günü annesine ulaştırmalısın. Bunu yapmazsan hakkımı sana helal etmem” diye tembihte bulunmuştu. O gece yola koyulmuşlardı. Lice'nin sarp tepelerinden aşıp Diyarbakır düzüne doğru hızla akmışlardı. Her taraf düşman kaynıyordu. Pusu birlikleri, kontralar, timler ve korucular ne ararsan vardı. Patikalar ve yollarda zırhlı araçlar cirit atıyordu. Abimin hastalığı da dayanılmaz bir hal almış, artık yürüyecek takati bulamadığından ikide bir kayalardan düşüp yara bere içinde kalıyordu. Bir ara milise dönüp “Bırak beni. Sen git kurtar kendini, ben artık yürüyemem” dediği bile olmuş, bunun üzerine tekrardan kalkması için milisten bir ton dayak yemişti. Bu şekilde birkaç gün halsizlik, takatsizlik ve dayak öylece sürüp gitmiş, sonunda bir şekilde Diyarbakır düzüne varmayı başarmışlardı.

Arife günü, gece vakti gizlice eve varmışlardı. Abim ile en unutulmaz, en değerli anılarım işte ondan sonra başlamıştı. Gizlice bir doktor bulunup getirtildi. Doktor tedaviden sonra babamın kulağına fısıldayıp “Fazla yaşayamaz” dedi. Ardından çaresizce iğne, serum ve ilaç zamanları başladı. Fakat insanı öldüren, bitiren o öksürük nöbetleri bir türlü dinmek bilmiyordu. Geceler boyunca elleri avucumda sabahlara dek onu izleyip dururdum. Derken yazın ortalarına doğru iyileşme gösterdi. Bu bir mucizeydi. Doktoru dahi, hepimiz şaşkın ve sevinçliydik.

Abim hastalığı süresince rüyalarında hep de yoldaşlarını sayıklayıp durmuştu. Sesi hala kulağımda, capcanlı içime işler. Tek tek arkadaşlarının ismini sıralar ve en son bir arkadaşın avucuna bir not iliştirirdi. Serumdaki kolu kalkar, eli diğer eline yönelirken ben sıkıca tutar, yere bastırırdım. İşte o zaman gözlerini açıp dalgın dalgın bakakalırdı bana. Ona “Abi ne yapıyordun?” diye sorduğumda “Şervan'ın eline bir not tutuşturuyordum” diye söylenirdi. Sözünü ettiği arkadaşı aylar önce bir çarpışmada şehit olmuş ve onun üzerinde büyük bir etki bırakmıştı. Sessizce odadan çıkıp bir köşede kendi kendime, onun duyamayacağı şekilde ağlamaya başlardım. O ilk geceyi asla unutamam. Annem gelip ona sıkıca sarılmıştı. Daha sonra benim yatağıma uzanması için koluna girmişlerdi. O ise çorapları kan, ter ve çamur içinde olduğundan yatak kirlenmesin diye çoraplarını çıkarmıştı. Çıplak ayakları hepten şişmiş her tarafında baloncuklar oluşmuştu. Artık bir kemikten ibaret olan bacaklarından dizlerine değin, öbek öbek yaralar zamanla kabuk bağlamıştı. Anneme dönüp, “Ana benim ayağım temizdir merak etme tamam mı?” diye söylenmiş, annem ağlayarak “Anan ayaklarına kurban olsun Muradım” demişti.

 

 

Onu büyük bir titizlikle gizledik. Belirli kişiler ancak odasına girip onunla ilgilenebiliyordu. O ise çoktan solmuş, ölmekte olan bir çiçeğin garip bir şekilde tekrardan yeşerip serpilmesi gibi günden güne eski sağlığına kavuşuyordu. Artık kendi kendine yetebildiği bir gün sazını istedi. Getirip eline tokuşturduk. Bir köşede bağdaş kurup çalıp söylemeye başladı.  O bir ozandı. Bizi kiminde coşturup kiminde de duygulandırdı. Zaman öylece akıp gitmişti işte. Eski sağlığına kavuşunca gözlerinde yeniden dağlar ve yoldaşları belirmeye başlamıştı. Şehirde kalmak çok riskliydi. Bir an önce çıkmazsa düşmanın eline geçmesi an meselesiydi. Her gece bir evde kalıyor, asla bir yerde uzun bir süre durmuyordu. Bende ondan hiç ayrılmıyor, onu korumayı görev biliyordum. Bir gün annem ve babam onu Avrupa'ya gidip sazıyla sözüyle devrime katkıda bulunması için ikna etmek istedilerse de o çoktan kararını vermişti. Tekrar yoldaşlarına varmak için yola koyulacaktı. Yazın sonlarıydı sanırım. Onun yiğit bedeni hala capcanlı karşımda durur. Yepyeni bir Mekap ayakkabı vardı ayaklarında. Kot gömlek ve kot pantolonun yanı sıra başında kasketi... Bıyıkları aşağı doğru sarkmıştı hafiften. Odanın ortasında tek tek vedalaşıyordu herkesle. Sonra bir yaz akşamı çekip gitti. Gidiş o gidiş bir daha asla onu göremeyecektim.

Aradan birkaç ay geçti. Birkaç resim ile mektup vardı elimize. O zamanlar çocuktum. Günlerce o resimlere bakar duygulanırdım. Bir özlem, tuhaf bir hasretlik çöreklenirdi üzerime. Şehirdeyken onunla geçirdiğimiz zamanları hep düşünür dururdum. Bazı geceler o anılar rüyalarıma ortak olur, şimdi gözümü açtığımda onu yine karşıki kanepede oturmuş bulacakmışım gibi bir duyguya kapılırdım. Sazı, küçük radyosu, kitapları ve birkaç giysi ondan artakalandı. Bu eşyalarla duygusal bir bağ kurmuştum. Üzerlerinde abimin dokunuşlarını hisseder ve parmak izlerini arardım. Giyitlerini alıp koklar, ondan geriye kalmışsa bir koku duyumsamaya çalışırdım. 30 yıl geçti aradan. Tuhaftır, şimdi bile hala geceleri uyandığımda onu başucumda bulacakmışım gibi tuhaf bir hisse kapılırım. Sesi kulaklarımda. Ve dağ koşullarının kaskatı kestiği yüzü… Sesi tozlu bir sis perdesinin ardında yankılanır gibi hala bana seslenip durur abim Murat, “Welat kalk kalk ben geldim, ben...” diye.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.