RÊNAS CÛDÎ
Covid-19 virüsünün pandemik etkileri sağlıktan ekonomiye, eğitimden siyasete birçok başlıkta sarsıcı bir şekilde hissedilirken ‘hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ söylemi de genel bir kabul halini almaya başladı. Salgın sonrası süreçte ‘yeni dünya düzeninin’ nasıl şekilleneceğine dair iyimser ve kötümser tahminlerin çekişmesi de hız kesmeden devam ediyor. Haliyle, Türkiye Cumhuriyet’inde de Erdoğan rejiminin salgınının yıkıcı etkisi altında bir yönetim krizine sürüklenip-sürüklenmeyeceği, uzun soluklu bir dizinin son bölümlerine gelinmiş edasıyla merakla izleniyor. Öte yandan tüm bu tartışmaların ortasında Maxmur Kampı’nı bombalayarak sivilleri katletmeyi ihmal etmeyen Türk Devleti'nin Kürdistan’a dönük ‘yılmaz’ ilgisinin yansımalarını gündemde tutmanın oldukça önemli olduğunu düşünüyoruz. Zira, özellikle Kuzey Kürdistan’da koronavirüsün yaratacağı çeşitli yapısal dönüşümlerin kısa vadede yeni bir özgürlük ortamı doğuracağını varsaymak kelimenin tam anlamıyla bir safdillilik olacaktır. ‘
Yeni-kolonyal müdahale ve eko-kırım’ başlıklı bir önceki yazımızda 2014 MGK kararlarının yansıması olan ‘Çöktürme Planı’ doğrultusunda, devletin yürürlüğe koyduğu savaş konseptinin tarihsel farklılığına işaret etmiştik. Sömürgeci Türk devlet aklı tüm ‘inceliklerine’ rağmen Kürt halkını yerinden edemeyince, yeri/mekanı halktan etme projesinin Cudi Dağı özelinde, koronavirüs pandemisinin varlığına rağmen, nasıl işlediğini analiz etmeye çalışmıştık. Bu yazıda ise Yeni-Kolonyal Müdahele’nin mekânsal yıkım konseptine eşlik eden, bedene kazınan, zamana yayılan ölüm olarak betimlediğimiz devlet uygulamalarının yakın tarihte yaşanmış çeşitli olaylar üzerinden nasıl işlediğine odaklanacağız.
[caption id="attachment_246284" align="alignnone" width="847"]

Çizim: Zehra Doğan[/caption]
Yaşamı ölüm üzerinden dizayn etme siyaseti
1919 tarihli Hevêrka ayaklanmasının bastırılmasından sonra direnişin önderlerinden Alikê Battê’nin cansız bedeni haftalarca Midyat Hükümet Konağı’nın önünde kasap çengellerine asılı olarak sergilenecekti. 2015 yılına geldiğimizde, şehir savaşlarında yaralı ele geçirildikten sonra vücuduna 28 kurşun sıkılan Hacı Lokman Birlik’in cenazesi polis aracına bağlanarak Şırnak sokaklarında sürükleniyordu. Türk devletinin Kuzey Kürdistan’a dönük yaşamı ölüm üzerinden dizayn etme siyasetini – akademik açıdan biyopolitikanın bir türevi olarak nekropolitika uygulamalarını – kavrayabilmenin ilk adımı tarihsel olarak örneklerini çoğaltabileceğimiz bu olaylar arasındaki bağlarda gizlidir. Geçtiğimiz 10 yıllık süre zarfında, ilk olarak Hişyar Özsoy ve Abdurrahman Aydın’ın çalışmalarında ve ardından bugün de süregelen akademik tartışmalarda bu bağın tarihsel sürekliliği ortaya çıkarılırken, özellikle PKK gerillalarının cenazeleri, mezarları ve ölü bedenleri üzerinden devletin Kürt toplumuna karşı yürüttüğü nekropolitika kapsamlı bir şekilde ele alınmıştır. Bu çalışmalar, tutulamayan yas ve melankolinin Kürt halkını nasıl ‘arafta kalma’ duygusuna sürüklediğini ve teşhir edilen ölü bedenler üzerinden sistematik ‘insandışılaştırma’ politikalarının nasıl birer topyekûn savaş konseptinin parçaları olarak tasarlandığını gözler önüne sermiştir. Fakat, Yeni-Kolonyal Müdahale olarak adlandırdığımız Türk devletinin güncel savaş konseptinin yaşamı ölüm üzerinden dizayn eden uygulamaları sadece gerillaların bedenlerini ve onların aileleri üzerinden toplumsal yapıyı sarsmayı hedeflemiyor. Öldürme biçimlerinin çeşitlenerek tüm topluma yayıldığı yeni nekropolitik konsept aynı zamanda fiziksel ve psikolojik şiddete ek olarak kurumsallaşmış sömürgeciliğin tüm olanaklarının kullanıldığı çok boyutlu bir yıkımın devrede olduğuna işaret ediyor. Bu yıkımın icrası, nekropolitik iktidarı temsilen artık sadece asker ve polis üzerinden değil, devletin birbiriyle bağlantılı ve ortak hareket eden tüm bürokratik kurumları aracılığıyla gerçekleşmektedir. ‘Zamana yayılan ölüm’ metaforu ile tanımlamaya çalışacağımız bu durumun artık ortaya çıkardığı bir hakikat var: Kürdistan’da hiçbir ölüm rastlantısal değildir!
Devlet failliğini görünmez kılıyor
Kürdistan’da ölüm olgusu uzun zamandır kaza-kader söylemine sıkıştırabilecek bir naiflikten uzakta yaşanıyor. Devlet bilinçli bir nekropolitika ile, şehir savaşları boyunca yakıp yıktığı yerlerde geride bıraktığı enkazlarının maliyetinden kaçınarak, adeta sofistike bir ölüm makinası olarak hizmet veriyor. Kürdistan sokaklarına sinen ölüme yakın olma duygusu artık hayatta kalanların kendilerini ölüler ve ölme biçimleri üzerinden tarif etmek zorunda olduğu bir iklime dönüşüyor: Bahçede oynarken bulduğu bomba atarın elinde patlaması sonucu hayatını kaybeden 8 yaşındaki Müslüm İlhan’ın babası, trafiğe kapalı bir yolda yürürken zırhlı araç çarpması sonucu hayata gözlerini yuman 85 yaşındaki Pakize Hazar’ın evladı, DEDAŞ’ın tüm bildirimlere rağmen 3 yıldır bakımını yapmadığı elektrik tellerine basarak hayatını kaybeden Abit Boz’un eşi ya da 2 kez baypas ameliyatı geçirdiği hem şeker hem de tansiyon hastası olduğu bilinmesine rağmen Siirt E Tipi Cezaevi’nde hayata gözlerini yuman 74 yaşındaki Nebi İlhan’ın görüşçüsü olabilirsiniz. 17 Şubat 2020 günü ekonomik destek talebinde bulunmak için girdiği Cizre’nin en korunaklı binasında beşinci kattan atlayarak intihar eden Nezir Kılıç’ın içimizden biri olduğuna şüphe yok. Eğer giderek olağanlaşan ve çeşitlenen bu ölüm biçimlerinin birer tesadüften ibaret olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Ne yazık ki bahse konu olan tüm ölüm biçimleri İHD ve TİHV yıllık-günlük raporlarında birer ‘istatiksel veri’ olarak kayıt altına alınsa da odaklanılması gereken asıl noktanın devletin zaman kavramına yüklediği anlamda saklı olduğunu iddia ediyoruz. Devletin tüm bu ölüm biçimlerindeki failliğini görünmez kılarak olaylara doğal bir görünüm havası veren ‘zamana yaslanma’ nedir ve nasıl işlemektedir?
Birer istisna olarak görülebilir mi?
Sömürgeci her gücün, özellikle kültürel soykırım pratikleri üzerinden, sömürge topraklarında ‘olması gereken’ yaşamı öne çıkaran bir siyasal yönetim iddiası vardır. Fakat, tüm çabalarına rağmen Kürt halkı üzerinde klasik bir mutlak sömürgeci idare kuramayan Türk devletinin bugün Kuzey Kürdistan topraklarını yönetmek gibi bir iddiası yoktur. Bu iddiasızlık hali kendisi dışında muhtemel bir politik idareye imkan tanımak yerine bir bütün olarak siyasal yönetim olgusunun iptal edilmesi ve yaşamın ölüm üzerinden yeniden dizayn edilmesi anlamına gelir. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, Türk devleti üzerinde egemenlik iddia ettiği Kuzey Kürdistan topraklarını bir iç savaş alanına çevirdikten sonra cezasızlık ve sorumsuzluk cephesine konumlanarak yıkımın fiziksel ve psikolojik sonuçlarının adım adım gerçekleşmesini gözetlemektedir. Kayyum atanmış belediye yönetimlerimden il özel idare yapılarına, TEDAŞ işletmelerinden kolluk kuvvetlerine kadar kurumsal sömürgeciliğin tüm aktörleri çok boyutlu savaş konseptine hizmet etmektedir. Adeta bir kriz bekçiliği olarak tarif edilebilecek bu rol dağılımları, adı konulmamış bir zamana kadar tüm toplumsal hücrelerin katman-katman yayılan ulusal ve sınıfsal umutsuzluk haline sürüklenmesinin teminatıdır. Bu tablo karşısında, zamana yayılan ölüm konsepti üzerine yeniden düşünmeliyiz: Altı aydır işsiz olan ve kısıtlı bir engelli maaşı ile ailesine bakmaya çalışan Cudi Mahallesi sakini Nezir Kılıç’ın Cizre Kaymakamlığı’ndaki intiharı, Kürdistan’ın muhtelif yerlerindeki bulunan sahipsiz bomba ya da mermilerin 1990’lardan beri bitmeyen varlığı ya da Abit Boz’un ölümünün ertesinde Derik Jandarma Komutanı’nın araması ile DEDAŞ’ın elektrik tellerini onarması birer istisna olarak görülebilir mi? 1250 gündür gösteri, yürüyüş ve basın açıklamaları yasağı devam eden bir kentte koronavirüs pandemisi ile mücadele ederken olmayan test-kitleri, solunum cihazları, yoğun bakım ünitelerinden bahsetmenin bir anlamı var mıdır?
‘Nasıl ölmesi’ gerektiğine odaklanmaktadır
Sömürgecilik literatürünün duayen isimlerinden Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri kitabında sömürge bir şehrin yaşantısından bahsederken şu ibareleri kullanıyordu: ‘Rastgele bir yerde, rastgele bir şekilde doğarsınız. Rastgele bir yerde, rastgele bir nedenle ölürsünüz.’ Bir sömürgenin ölümünün sömürgecinin dünyasında ne kadar ‘kıymetsiz’ olduğunu anlatan bu satırlar günümüz Kuzey Kürdistan’ını betimlemek için yetersizdir. Türk devleti bilinen sömürgeci uygulamaların dışına çıkarak bir Kürt’ün ‘nasıl yaşaması’ gerektiğine değil ‘nasıl ölmesi’ gerektiğine odaklanmaktadır. Beden ve mekan üzerinden şekillenen Yeni-Kolonyal Müdahale, kimin öleceği ile nasıl öleceği sorularının tesadüflere yer bırakmayacak şekilde iç-içe geçtiği ve yaşamın ölüm üzerinden yeniden dizayn edildiği bir siyasal çerçeve ile karşı karşıya olduğumuza işaret etmektedir. Bu yüzden Fanon’ un sömürgenin ölümü okumasını tersine çevirerek, Türk Devleti’nin zamana yayılmış ölüm konsepti karşısında artık şüpheye yer yok: Kürdistan’da hiçbir ölüm rastlantısal değildir!