‘Yeni Türkiye’de ve ‘eski Almanya’da akademisyenler

Haberleri —

Melih KIRLIDOÐ


11 Ocak 2016’da yayınlanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalayan 1128 akademisyenden 100 kadarı halen Almanya’da yaşıyor. 15 Temmuz 2016’da darbe girişiminde bulunan Gülen yanlılarının bir kısmının da Almanya’da kendilerine bir yaşam alanı yaratmaya çalıştıkları biliniyor. Bu insanların “hicreti” toplumsal dalgalanmaların ve ekonomik koşulların sonucu olarak Türkiye ve Almanya arasında meydana gelen göç hareketlerinin sonuncusunu oluşturuyor. İki ülke arasındaki göç hareketlerinin ilkinin I. Dünya Savaşı’ndan sonra sabık Sadrazam Talat Paşa ve Bahaeddin Şakir’in Almanya’ya gelmesiyle başladığı söylenebilir. (İkisi de Berlin’de Ermeniler tarafından öldürüldü.) 1933’de Nazilerin iktidarı almasıyla birçok Yahudi ve solcu akademisyen Türkiye’ye göç ederek ülkedeki akademik hayata önemli katkılar yaptılar. Çok sınırlı sayıda insanı kapsıyan bu göçleri 1960’larda ve 70’lerde Türkiye kökenli işçilerin kitlesel göçü izledi. Nihayet 1980 askeri darbesinden sonra binlerce sol görüşlü mülteci Almanya’ya göç etti. 

Günümüzde “Barış Akademisyenlerinin” göçü birçok yönden 1930’lardaki göçü andırıyor. Ancak arada önemli farklar da var. Nazilerin 1933’de 1700 civarında akademisyeni işten atmasına rağmen Türkiye’de bu rakam 5000’i geçti. Hitler toplama kamplarına gönderilenlerin haricindeki akademisyenlerin topluca ülkeyi terketmesini engellemedi. Bunu yaparken “o kadarı da fazla” diye mi düşündü, yoksa hiç aklına mı gelmedi bilmek zor ama birçok akademisyen Almanya dışındaki ülkelerde çalışmalarına devam edebildiler. Buna karşın halen Türkiye’de KHK ile seyahat özgürlükleri sınırlanmış binlerce akademisyen mevcut. 

Peki Marx ve Engels’le sosyalizmin, Hitler’le faşizmin ve Luther’le Protestanlığın anavatanı sayılabilecek bu ülkede akademisyenler Nazi döneminde nasıl bir tavır aldılar? “İdeolojisi” -İngiliz ekonomi politiği ve Fransız devrimciliği ile birlikte- Marksizm’e esin kaynağı olmuş Almanya’da var olan felsefi derinliğe rağmen bu dönemde akademik sicilin pek parlak olmadığı görülüyor. Endüstriyel becerinin inanılmaz bir etkinlikle katliam için kullanıldığı Nazi döneminde akademisyenler ölçüsüz vahşeti aktif olarak veya sessizce desteklediler. Diğer taraftan boşaltılan kürsüler ve kadrolar alttan gelenler tarafından mutlulukla dolduruldu. Nazi akademisyenlerden bazıları dünya çapında “üne” sahip oldular. Örneğin, dönemin önemli felsefecisi Martin Heidegger Führer’i kutsayan bir metni kaleme aldı. Hukukçu Carl Schmitt en ufak muhalefetin orantısız şiddetle bastırıldığı bir “hukuki” altyapının teorisini hazırlayıp hayata geçmesine önayak oldu. 1933’den beri SS ve Nazi partisi içinde önemli görevler üstlenen edebiyatçı-akademisyen Hans Ernst Schneider milyonlarca insanın katili olan Heinrich Himmler tarafından şahsen desteklenen “Germanischer Wissenschaftseinsatz” isimli Nazi araştırma kuruluşunun başına getirildi. (Schneider savaş sonrasında adını Hans Schwerte olarak değiştirdikten sonra inanılmaz bir şekilde dünyanın en önemli üniversitelerinden biri olan Aachen RWTH’a rektör olarak atandı!) 

Akademik dünyada Nazi döneminin temelleri 1933’den önceki burjuva-liberal Weimar döneminde atıldı. Bu dönemde Alman akademisinde güçlü olan sağ akımlar bilim üretimini bir “meslek” olarak değil, Eflatun’un Devlet’indeki düzen, hiyerarşi ve disiplini içeren neredeyse kutsal bir olgu olarak görüyorlar, Fransız devriminde vücut bulan özgürlük-eşitlik-kardeşlik ilkelerine karşı var güçleriyle mücadele ediyorlardı. Buna bağlı olarak “entelektüel” kavramı neredeyse iblisleştirildi. Bu ruh halinin sonucu olarak da her türlü milliyetçi ve faşist hareket “milli diriliş” olarak selamlandı. 

Naziler bu “verimli” topraktan yararlanıp iktidara geldiklerinde hala akademinin büyük çoğunluğu parti üyesi değildi. Bu durum 1933’de hızla değişmeye yüz tuttu. Heidegger ile birlikte birçok akademisyen aktif olarak parti ile birlikte saf tuttular. Kişisel planda sosyal ve ekonomik yarar beklentisi ile fikri yakınlıktan hangisinin bu değişimde daha fazla rol oynadığını bilmek imkansız. Ancak Kant’ın, Goethe’nin ve Beethoven’ın ülkesinin insanlık tarihinin en utandırıcı toplumuna dönüşme sürecinde bunlardan her ikisinin de Alman akademisinin dönüşümünde önemli rol oynadığı düşünülebilir. 

Alman akademisi savaş sonrası döneme de hızla uyum sağladı. İngiltere’ye göç etmek zorunda kalıp savaş sonrasında Almanya’ya geri dönen Victor Erdmann bu dönemde akademisyenler arasında suçluluk duygusunun yokluğuna dikkat çekiyor. Batı Almanya’daki "Nazilerden arındırma" programı da çok az istisna haricinde akademiye uğramadı. Nükleer savaş tehdidi gibi daha güncel sorunlar "toplu sessizlik" (Beschweigen) ortamının gelişip kök salmasına yardımcı oldu. Bu durum sadece Batı Almanya ile sınırlı değildi; sosyalist Doğu Almanya’da bile 1961’de profesörlerin üçte biri Nazi partisinin eski üyeleriydi. 

Boşalan kadroların kapışılması haricinde genel olarak ‘Yeni Türkiye’deki akademinin durumun ‘Eski Almanya’dakine fazla benzemediği söylenebilir. 1933-39 arasında dünyanın "en ileri" ülkesindeki saldırgan kibir ve bunun akademideki izdüşümüne karşı günümüz Türkiye’sindeki akademik ortamda genel bir karamsarlık var. Toplumsal doku ve kurumlardaki dağılma ve çöküş AKP-Cemaat ittifakı döneminde başladı, eski ortakların iktidar kavgasıyla günümüzde şahikasına ulaştı. 160 binden fazla kamu görevlisini işinden edip bunların üçte birini hapse atan ölçüsüzlük akademide de büyük tahribata yol açtı. Herkes ülkenin duvara doğru gittiğini görüyor. Bundan dolayı imkanı olan birçok kişi selameti yurtdışına gitmekte buluyor. Bunu da en kolaylıkla yapabilecek durumda olan meslek grubu akademisyenler. Dolayısıyla akademide mevcut durumdan bile fazla kan kaybının koşulları mevcut. 

AKP tüm çabasına karşın ülkedeki kültür-sanat ortamına ve akademik dünyaya yeterince hakim olamadı. Kendi atadığı üniversite yöneticilerinin çoğu emirlere harfiyen uyarken, bazıları hala kanunsuz emirlere karşı ayak sürüyebiliyorlar. Ülkedeki genel kaos eğitim ve araştırma ortamlarına da yansıyor. Bunun bir tezahürü olarak ülke hem PISA sonuçlarında, hem de Times Higher Education üniversiteler sıralamasında istikrarlı olarak geriliyor. 

‘Yeni Türkiye’ üniversitelerin gönüllü olarak Nazi ideolojisini benimsediği 1930’ların Almanya’sına birçok yönden fazla benzemiyor. Ancak bunun belirgin bir istisnası var: Günümüz Türkiye’si 1930’ların Almanya’sına entelektüel düşmanlığı yönünden çok benziyor. Tarihi ve sosyal koşullar Almanya’daki entelektüel düşmanlığının 1933-39 arasındaki ekonomik gelişme ile atbaşı gitmesine yol açmıştı. Ancak Türkiye’deki entelektüel düşmanlığı farklı bir seyir izliyor. Dış kaynakların kurumaya yüz tutmasıyla birlikte ekonomi çöküyor ve niteliksizlik kutsanıyor. AKP bunu yapmak zorunda, çünkü eğitimli kitlelerden destek bulamıyor ve yaklaşan fırtınaya karşı sadece lümpen/niteliksiz kalabalıklara güvenebileceğini görüyor. Savaş ve yıkım süreçlerinden geçen Alman faşizmine karşı Türkiye’deki süreci hep birlikte yaşayıp göreceğiz. Bu sürecin pratikteki tezahürü genel seçimle iktidarı bırakmaya hiç niyetli görünmeyen AKP’nin dağılması veya dağıtılması olabilir. Aksi halde şimdikinden daha bile kötü bir senaryo ülkeyi bekliyor olabilir. 

Kaynaklar: 

Bialas, W., Rabinbach, A. ‘Introduction: The Humanities in Nazi Germany’, in W. Bialas and A. Rabinbach (eds.), Nazi Germany and the Humanities: How German Academics Embraced Nazism, Oneworld Publications, London, 2007, pp. 1-12. 

Ringer, F.K. The Decline of the German Mandarins: The German Academic Community, 1890-1933, Wesleyan University Press, London, 1969. 

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.