Zilan DİYAR: Kavganın kanunlarını yeniden yazın!


Derin vadide saatlerce takatsiz yürüdüler. Sonra tırmandıkça yükselen bir tepe çıktı karşılarına. Tanrının huzuruna çıkar gibiydiler. Ya dünyanın sonu olmalıydı burası ya başlangıcı. Tepenin aşağısında sanki bir tek orada yaşayanların haberdar olduğu bir köy vardı. Böğürtlen çalılarının etrafında uçuşan yüzlerce kelebek, göğe uzanan ceviz ağaçları ve insanı mest eden taze ot kokusu. Bir kartal yuvasına benziyordu bu köy ve huzurla emiyordu tabiatın memesini. Cennet olmalıydı burası...
Bir masalın başlangıcı değil bu. Bedran Cûdî’nin köyü Gundik Remo… Önce uygarlık güçlerinin kurnazlıklarına, sonra şuursuz asker postallarına baş eğmeyip gurbete gidenlerin gerillalara emanet ettiği bir köy. Haritalarda küçüktür yeri, gerillanın yaşamında ise büyük. Derin vadilerin koynunda saklı bu köyü egemenlerin yazdığı tarihte bulamazsınız, ezilenlerin tarihinde ise ana sahne Gundik Remo’dur. Şimdi insan seslerini duyamazsınız, çünkü boyun eğdiremedikleri için gurbet yollarına düşmüştür bu köyün insanları. Meyve ağaçları, onları sulamak için yapılan kanallar, etrafına taşlar örülmüş tarlalarında halen yaşam belirtileri vardır. Çocukların rüyasını, yaşlıların duasını, kadınların ahını, gençlerin isyan dolu haykırışlarını birlikte götürmüştür. Uygarlığın ellerine teslim etmemek için olsa gerek; göç yollarına koyulduklarında huzuru bu köyde bırakmışlardır. Köye adımı atanların ‘cennet mi burası’ demesi ol sebeptendir.
Bedran Cûdî bu köyde doğdu ve büyüdü. Oraya giden gerillalar gibi büyülenmedi hiç. Bu asi coğrafyaya bakarken hayranlıkla karışan bir ürperdi dolaşmadı içinde. Bu köyden dünyaya baktı, dünyadan bu köye değil. Dağların, suların, ağaçların, mevsimlerin bilcümle tabiatın anlatmak istediği şeyler vardı. Durdu, dinledi ve yaşamayı öğrendi. Yaşamın sınırları köyün arka kısmındaki yalçın kayalıklarla, altındaki derin vadilerle çizilmişti.
Gün geldi, en fazla bir kaçakçının çalacağını sandıkları kapılarını filinta gibi delikanlılar, sonra kirpikleri kaşlarına değen kadınlar çaldı. Kapılarını açtılar onlara, ekmeklerini paylaştılar, soğuk kış gecelerini, onlar sobayı harladıkları ateşle, serüvenciler de anlattıkları gelecek düşleriyle ısıttılar. Sınırların ardına varmak isteyenlere inandılar ve serüvencilerin ardına düştüler.
Bedran Cûdî dağların dilini biliyordu. Karanlığın, ayın, güneşin, suların dilini... O gerillalara tabiatın dilini, gerillalar ona uygarlığın vahşetini anlattı. Bundan otuz yıl önce bir yemin içti. O gün bugündür bir derviştir Bedran Cûdî. Botan’ın her kuytusunu eliyle koymuş gibi bilir. Tabiatın onunla paylaştığı sırları herkese anlatmaz Bedran Cûdî. Kıymetini bilene, vefalı olana, direnene...
“Barış zamanlarında çocuklar babalarını, savaş zamanlarındaysa babalar çocuklarını gömer” derler. Bu sözü de değiştirin; anlatacaklarım var.
22 Nisan’da başa baş bir kavgada değil, baştan sona eşitsiz, çaresiz, gücünü zayıflığından alan kalleş bir pusuda şehit düştü. Yiğitlik bu çağı çoktan terk etmemiş olsaydı eğer, Bedran Cûdî yaşıyor olacaktı. Çılgın akan nehirlerin, baş eğmez dağların, kuytu ormanların, dağ keçilerinin dilini biliyordu ama namerdin dilini öğrenemedi. Ya da öğrenmek istemedi. Kalleş bir pusuda, kanatları demirden kuşların yağdırdığı bombalarla şehit düştü. Yol arkadaşları ve ailesiyle birlikte...
Bedran Cûdî iki evladını yitirdi bu savaşta. Gömdü demek isterdim ama savaş bu, masal değil. Kızı Aryen’in şehadetini duyduğunda çok uzağındaydı. Oğlu Hamza’ya ise son sözlerini söyleyebildi. Bedran Cudî, tecrübeli bir komutan olarak sınırın öte yanından, Haftanin’den izlediği bu amansız savaşta, çaresizlerin son kozu olan kobra helikopterlerinin geleceğini biliyordu. Oğlunun ve komuta ettiği yoldaşlarının üzerine bombalar yağdıracağını biliyordu. Bir baba olarak da savaşın onu bir kez daha evlat acısıyla daha sınayacağını biliyordu. Oğlu Hamza’nın, ilk kurşunu onları kırk yıl arasalar bile bulamayacak düşmana değil, kapılarına getiren haine sıkacağını bildiği gibi. Yiğitlik kanunlarını hatırlatmaya gerek duymadı oğluna. Komutan Agit’in, Ahmet Rapo’nun kahramanlık hikayeleriyle büyütmüştü onu. Telsizde yaptıkları konuşma sadece bir vedalaşmaydı. Sonrasında yapması gerekeni yaptı komutan Hamza.
Bedran Cûdî’nin en zor zamanlardaki sükunetinin, adaletinin, sarsılmaz ilkelerinin bu asırlık acıya boyun eğmeyişinden geldiğini bilen bilir. Pala bıyıklarının ardına saklar acısını. Gülüşünü ve sevgisini sözleri değil, gözleri ele verir. Hoş, kimseden sakınmak gibi bir derdi de yoktur. Cesaretini ve fedakarlığını sakınmayıp her göreve yatırdığı gibi. Bir gerilla birliğine komuta etmek kadar savaşın arka cephesindeki görevleri yerine getirmenin de aynı önemde olduğunu bilerek… Vücudundan bir parçayı yitirse bile tutumunu değiştirmeyerek… Her göreve aynı şaşmaz disiplinle, aşkla ve ibadet edercesine katılarak...
Otuz yıl her kuytusunu avucunun içi gibi bildiği bu dağlarda Adıl’a, Erdal’a, Ahmet Rapo’ya, büyük komutan Agit’e rehberlik ve yarenlik etti. Gerilla birliklerinin önüne düştü. Binlerce savaşçıyı kalleş pusulardan kurtardı. Geçit vermez kayaların arasında saklı yolları gösterdi, karlı dağ yamaçlarındaki keçi yollarından süzülmeyi, yükseğe, daha yükseğe çıkmayı öğretti. Ağaçların, suların, kuşların ve bilcümle tabiatın sesini dinleyerek var olmayı öğretti. İlkin 15 Ağustos atılımında Mahsum Korkmaz ile birlikte, sonrasında yüzlerce kez düşmanını gaflet uykusunda dize getirdi. Üç nesilin savaşına tanıklık etti Bedran Cûdî. Kara gecede gizlice süzüldüğü evlerin soluk ışıklarında ona merakla bakan, başlarını okşadığı esmer çocuklarla yoldaş oldu. Onlara tanıma fırsatı bulamadığı ağabeylerini, ablalarını, amcalarını, babalarını anlattı. ‘Tam burada, sizinle olduğu gibi ateş başında koyu bir sohbete dalmıştık onunla’ diye başladı sözlerine. Baktığı her gerillanın gözlerinde yitik nesilleri ve geleceğin ışıltısını gördü. Herkesi çok sevdi Bedran Cûdî. Yitirdiği oğlu, kızı, hısımları ve onlardan öte gördüğü yoldaşları gibi sevdi.
Değişmeli savaşın sınırlarını belirleyen sözler. Bizim kavgamızda sadece babalar oğullarını gömmedi. Beyin ve yürek bir olsa da anlatılamayacak şeyler yaşandı. Bedran Cûdî bu kavgada oğlunu (Hamza Cûdî) ve kızını (Aryen) gömdü. Kendi oğluyla (Mehmet) gömüldü. Kendi kızı (Engizek) gömdü onu. Üç kardeşini, babasını ve yüzlerce yoldaşını kaybetmenin acısını dağ gibi bir yürekle karşılayarak.
Yiğitlik kanunlarına denk bir dövüş olsaydı eğer, otuz yıllık gerilla, komutan Agit’in yoldaşı, Botan’ın emektarı, ömrünün son yıllarını kartal yuvasına benzeyen noktasında huzurlu geçiren, huzuru bir tek dağlarda bulan Bedran Cûdî yaşardı. Ve bize kahramanlık hikayeleri anlatırdı. Kısık gözlerini ateşe dikip konuşmaya başlardı. Herkesin aradığını bulacağı bir hikayesi vardı ne de olsa. Binlerce genç kadın ve erkeğin yoldaşı, komutanı, Bedran babası oldu. Yitik nesillerin peşine düşüp, dağları mekan tutan yiğit kadın ve erkeklere izleri o gösterebilirdi. Yarımlıkları o tamamlayabilir, gidenlerin son sözlerini geride kalanlara bir tek o anlatabilirdi.
Yiğitlik bu çağı çoktan terk etti. Bedran Cûdî şehit düştükten sonra dağlar sustu, kelebeklerin kanat çırpıntısını, kuşların cıvıltısını, nehirlerin fısıltısını, toprağın ninnisini duyamaz olduk.
