Bir yıldız söylencesi

Forum Haberleri —

BUGDAY TARLASI

BUGDAY TARLASI

  • Biliyordum, yeniden buğday ekeceğimiz mevsimden sonra Gudea’nın savaşçılarıyla tekrardan savaşmak için geri döneceğimizi ve zaferle kutsanacağımızı... Hiç kimseye bir şey söylemedim. Yalnızca İştar ve ben biliyorduk bunu.

MORDEM ALİŞER

Evlerimize döndüğümüzde, kadınlarımız ve çocuklarımıza, yüzleri ak tellerle dolu yaşlı ve saygın büyüklerimize ne diyeceğiz? Nasıl bakacağız iri ceylan gözlerine? Ölümü kutsal kılan yerin altındakine ne diyeceğiz? Elimizde hala kanlı lekeleri ile mağrur bir biçimde bize bakıp duran hançerlerimiz ve oklarımız, gürzlerimiz ve taş atıcılarımızla keskin bir ok gibi ileri atılırken boynu kırılmış bir halde niçin gerisin geriye döndüğümüzü nasıl anlatacağız?

O kemerli kubbenin önünde ellerimizin birden kaskatı kesildiğini, ve dillerimizden savaş naralarının çıkmaz olduğunu, ardımızda, ve önümüzde, ve yanımızda içimizdeki sıcak ve kızıl kanı ateşleyen arplarımızın vakur nağmelerinin o gün için o an’da neden bir korku bulutu gibi üstümüzde dolaştığını, ileriye değil de neden hep geriye çektiğini anlatamayacağız. Bir yandan kutsal güneşin sarı ve parlak okları altında olduğu gibi halen dumanı sıcak tutan o kutsal öpüşlerle mabedine dokunduğumuz, ve yakarılarımızı, ve sungularımızı sunduğumuz Fırtınanın ve Zaferin Tanrısı’na götüreceğimiz ilk muştulu haberi kafamızda yeniden canlandırırken, gerili kollarımızın artık sabırsızlandığını hissediyor, gözlerimize, yanaklarımıza ve göğsümüze her biri bir şerit gibi, ve tanrıların kutsal emaneti gibi taşıdığımız imlere bakarken düşmanımıza yaşatacağımız korkuyu şimdiden yaşıyor, ateş ateş yanıyorduk.

Bizi taşıyan atlarımızın keskin ve sıcak soluğu yüzümüzde gezinirken terli bedenlerine değen bacaklarımız daha bir ısınıyor, onları biraz daha ateşlerken rüzgârdan daha hızlı bir şekilde ovaya akıyorduk. Tanrılar bizimleydi. Ve Rüzgâr Ana türkü söylüyordu atalarımızdan kalan soluğuyla. Ve rengarenk çiçekler ve çimenle doluştuk ormana, atlarımızın terkisinde her biri bir yadigâr gibi yellenen heybelerle. Guti işi örülmüştü genç kızlarımızın ve kadınlarımızın ellerinde. Sevdalıydık. Ansızın, bir Gazal, yirmi elin parmaklarından çok tutan atlarımızın gürültülü adımları içinde hiç kıpırdamadan çıkıverdiğinde karşımıza, şaşırdık, ama vurmadık. Kocaman, su kadar berrak gözleriyle izledi bizi. Cenge giderken gazal vurmak uğursuzdur, biliyorduk. Ama nereden bilecektik ki asıl uğursuz olanın ve bizi kandıranın o büyücü Serug olduğunu!..

Evlerimize döndüğümüz şu anda, yol boyunca, onu düşünmeden alıkoyamıyorum kendimi. Biz üç adam, üç kardeş gibi ağacın dibinde, gözlerimiz mavi göğe çevrili, sırtüstü uzanırken, aklımızdan geçen ortak şeydi Serug. Bir an önce varıp başını uçurmak istiyorduk keskin hançerelerimizin ağzından. Serug bir yabancı ve yalancıydı artık gönlümüzde. Kızgın ateşte ellerini doladığında parlak alevlerin üstünde, gözlerini nasıl da bir parça nur gibi yapmıştı da akıtmıştı gönlümüze. “Yürüyün yiğitlerim, aslanlarım. Yürüyün cesur kartallarım, Gutilerim, Tanrılar yalan söylemez, Gudea’nın kellesini alın gelin. ”Kutsal yakarılar etmişti ardımızdan, biz yola çıkmadan az önce. Ah Serug! Yalancı tanıklığa saydık seni artık yurdumuzda. Onca kederi ve acıyı, ve sevinci birlikte paylaştığımız, ve evlerimizin, ve bahçelerimizin üstünde nurlu bir yüz gibi taşıdığımız Serug, şimdi gönlümüzün kırık ve incinen bir yarasıdır sadece. Adı toprağımıza hain. Yalancı ve zor veren tanrıların bir gölgesi gibi düşmüştür aramıza, kemerli kulübenin önünde dururken Gudea’nın savaşçılarının ardında, kirli bir beze sarılı kafasını gördüğümüzde anlamıştık artık.

Yüreğim kızgın bir boğa gibi şimdi, kendi kızgın ayaklarımla yüreğimi dövüyorum. Tırnaklarımla söküp almak istiyorum, canlılığı kafamda hiç silinmeyen o anları. Ben ki, Huşeya’nın, Media’nın, Gutiya ve Brahim’in babaları, büyük kahve gözleri ve baldan tatlı yanaklarıyla çocuklarımın kutsal anası Miyaser’e söz verdim. Düşmanımın bağından ala bir çiçek getirecektim saçlarımın arasında. Ah, yılgın bir yürekle dönüyorum şimdi, yorgun ayaklarımın çekemez olduğu bedenimi sürüye sürüye. Bu dağ kokusu, bu rüzgâr, bu çiçekler; her biri bir kokusunu getirse de sizden bana, takatimi Gudea’nın vahşi çığlıkları önünde bileğimle yükledim hançerime, yüreklerinden kan boşaltsın diye. Ve yalnız üç kardeş kaldı, artık gözleri dönmeyen o yorgun savaşçıların ardında. Heyecansız ve isteksiz geri dönerek.

Nasıl anlatabilirim ki, atlarımızın rüzgâr hızında koştuklarını, ve yüreklerimizin bir aslan gibi kükreyerek şehri saran surların önüne geldiğini. Çığlık çığlığa adını haykırıyorduk tanrılarımızın. Ala yurdumuzun sıcak kanı dolaşıyordu içimizde. Kendimizle büyümüştük çünkü, esareti tanımamıştık. Biz Guti idik, yalan bilmezdik ve tanrılarımızla birlikte çocukça oyunlar oynardık daha. Vadilerimizde şen yüzleri buğdayın, arpanın, cümle gıdalarımızın önünde gülümsüyordu bize. Dudaklarımızda tan atımının serin ve keskin kokusu, nağmesini taşıyorduk rüzgârın. Ululadık hepsini son kez. Sonra her biri kartal kanadıyla uçtu daldan ovaya doğru, hiç görünmeden indik surların dibine. İçeride ise Gudea’nın çakal başlı savaşçıları, her yanlarında çölün tozları dökülmekte. Kendilerine güvenle surlardan bakmakta. Gudea ki yurdumuzda gözü olan. Krallığını zor veren tanrılara dayayıp başımızda keskin ve sivri oklarıyla hançerlerini savurarak baştan başa geçmek isteyen. Gudea ki bir düzenbaz, bir hilekar, içimizden bizi vurmak isteyen. Tanrılar şahittir o gün Serug’un Gudea’nın yanında at koşturduğuna. Kendi gözlerimle gördüm, başındaki bezin bir yılan gibi dertop olduğuna.

Ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Göğüs göğüse dövüşüyorduk. Kalkanlara çarpan gürzlerin uğultulu sesleri, yorgun ve çığlık çığlıyaydı. İri cüsseli bedenler ulu bir ağaç gibi düşüyordu gözlerimizin önünde. Yenildik. Ansızın vuracaktık oysa her birini, kara gecede ağan yıldızlar gibi. Vurulduk ansızın, suların dibinde gizlice kazılmış hendeklerden çıkan Gudea’nın savaşları tarafından. Ne ağlamak için zamanımız ve ne de kutsal alınlarına dudaklarımızı dokunduracak kadar yengimiz vardı. Yorgun ve yaralıydık. Zorlu kollarımıza dayanarak yarıladık etrafımızdaki çemberi. İkinci defa güneş uykuya daldığında ancak biraz dinlenebilmiştik, usulca akan suyun başında. Ana sütü gibi helal akıyordu boğazımızdan. Utandık. Esirgememişti bizden vefasını. Anlayamadığımız tatlı bir sıcaklık kapladı içimizi. Umutlandık. Oysa yüreklerimizde yenilginin ıssız ve korkulu nağmeleri çalıyordu, hiç kesilmeden ve unutturmadan. Görmek istemeyen gözlerimizin üzerinde ölü tanrı Dumuzi’ninkiler gibi çaresiz, inançlı ve yalnız. Bana ihanet eder gibi kapkara kesildi bir an. Gök karardı. Yüreğimde anlatılmaz bir acıyla yıkıldım, bütün bedenim titriyordu. Öylece uyudum.

Gün açmıştı. Yalnızca sessizliği duyduk etrafımızda. Sessizlik! Tanrıların dünyayı yaratmadan öncekine benzeyen bir sessizlik! Tatlı, yumuşak, esirgeyici bir suskunluk. Ağaçların dalları usulca salınmakta. Nar ağacı yemişlerinden kıpkızıl parlamakta. Gök coşmakta, tanrıların inayeti gidip gelmekte. Esin verici bir duyguyla içim hafif hafif dalgalanmakta. Yorgundum hala, ama bütün bunları görmek için yeniden dünyaya gelmişim gibi kendimi hissetmekteyim.

Derken, sıra sıra geyikler mağrur ve nazlı bakışlarla baktıktan sonra ağır ağır yürüyüp geçtiler az ileriden. Ürkmeden, koşmadan ve çekinmeden sıra sıra geçip gittiler. Ardından keçiler ve atlar, kurtlar ve köpekler kimi zaman iç içe, kimi zaman ayrı ayrı geçip gidiyordu. Her biri tam karşıya geldiğinde dönüp bakıyor ve yine usulca yürüyüp gidiyordu, baştan başa ağaçlarla kaplı vadinin içinden yukarıya doğru. Bazen onları gözden kaybediyor ve sonra tekrar buluyordu m. Beyaz bir perdenin ardında yok olduktan sonra tekrar çıkıyorlardı. Süratle koştum birden, en başa geçtim gizlice. Görünmek istemiyordum. Gözlerine baktım her birinin, ağlıyorlardı. İri iri damlalar düşüyordu gözlerinden. Ah, dedim, nasıl olur, nasıl olur? Neden ağlıyorlar? Aynı anda bir kırlangıç gelip sol omuzuma kondu. “Senin zaferin için ey Kınakser” diye seslendi. Hayır, hayır! Ben yenildim, diye karşılık verirken kırlangıç hiçbir şey demeden uçtu gitti. Olduğum yerde kala kaldım. Hiçbir şey yapamadım.

Az sonra da bütün geyikler, keçiler, atlar ve kurtlar, köpekler, cümlesi bir yana çekildi, dört yanım sarıldı. Ulu bir boğa geçip gitti yanımdan, başını muzaffer bir şekilde kaldırmış ileri bakıyordu. Ardından bir aslan ve onun da ardından bir kartal, neredeyse kanatları yere değecek bir şekilde geçip gittiler. Onlara bakmaktan kendimi alamıyordum. Ardlarında baktığımda sarı, kızıl kocaman bir ateş topunun içinde ardı sıra ilerliyorlardı. Kanatları kartalın, yalım yalım yanıyordu. Zagros İşıl İşıldı. Bakamıyordum, gözlerim yanıyordu. “Bak” diyen bir ses duydum o an. Hiçbir şey görmüyordum. Üçüncü defa tekrarlandığında, yüksek bir kayanın önünde İşıl ışıl, bana bakıp duruyordu. Kıvrım kıvrım saçları ta beline kadar varıyordu. Kollarını çıplak göğsünde birleştirmişti. Her yanından bereket ve güzellik saçıyordu. Çeşit çeşit çiçeklerden örülü bir tacı başına geçirmişti. Öylece durup bana bakıyordu. Yüreğim ayaklarımı dövüyordu. Yanına yaklaştım. Yüzüne baktım, yanıyordu. Güneş gibi parlıyordu. “Ya İştar!” diyerek çığlık çığlığa kendimi ayaklarının önüne attım. Çıplak ayakları altın rozettalar gibi parlıyordu, dudaklarımla öpüyor, öpüyordum. Ateş kadar sıcak gözyaşlarımı ağır ağır, damla damla ayaklarına düşürüyordum.

Kendime geldiğimde güneş yoktu artık. Zagros dağlarından serin bir yel esiyordu. Yurdumun kokusuydu bu. Bizi çağırıyordu.

Biliyordum, yeniden buğday ekeceğimiz mevsimden sonra Gudea’nın savaşçılarıyla tekrardan savaşmak için geri döneceğimizi ve zaferle kutsanacağımızı... Hiç kimseye bir şey söylemedim. Yalnızca İştar ve ben biliyorduk bunu.

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.