Fatih Terim Fonu ve toplumsal çürüme

Cafer TAR yazdı —

  • “Türkiye’nin geldiği noktadan bizzat Erdoğan’ın kendisi sorumludur ve Erdoğan Beştepe’de durduğu müddetçe Türkiye’de vurgun, dolandırıcılık, rüşvet suçları bırakın bitmeyi, artarak devam eder.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan nihayet uzun süredir Türkiye kamuoyunu meşgul eden Türkiye’nin birçok tanınmış futbolcusunun adının karıştığı “Fatih Terim Fonu” hakkında konuştu. “Türkiye bir hukuk devletidir ve kim hukuksuzluk yapıyor ise cezasını çeker!” dedi. Gerçekten öyle mi? Türkiye gerçekten bir hukuk devleti ve hukuksuzluk yapanın cezasını çektiği bir ülke mi? Gelin buna biraz daha yakından bakalım. 

İlk tespitimiz şudur. “Türkiye’nin geldiği noktadan bizzat Erdoğan’ın kendisi sorumludur ve Erdoğan Beştepe’de durduğu müddetçe Türkiye’de vurgun, dolandırıcılık, rüşvet suçları bırakın bitmeyi, artarak devam eder.” Çünkü herkesten önce bizzat Erdoğan ve ailesi kamu kaynaklarını kullanarak hızla zenginleşme örneği olarak toplumun önünde rol model olarak duruyorlar. 

Türkiye’de siyasal İslamcılar yıllarca arkasına halklarımızın önemli bir çoğunluğunun kutsallarını da alarak mazlumların sesi olma iddiasıyla politika yaptılar, halbuki geldiğimiz noktada bu ülkede hangi zalimlik yaşanıyorsa arkasında ya bizzat AKP/MHP ikilisi veya onların koruyup kolladığı dostları var. Söz konusu dolandırıcılık davasında adı geçen; Arda Turan, Emre Belezoğlu gibi futbolcuların tamamı kamuoyunda AKP/MHP ikilisine verdikleri destekle tanınıyorlar.  

Geçmişte Erdoğan da dahil birçok AKP’linin grev alanlarında, Cumartesi Anneleri’nin toplantılarında, insan hakları haftalarında çekilmiş görüntüleri var. Her ağızlarını açtıklarında mazlumların yanında olduklarını söyleyenler iktidar olduktan sonra bu coğrafyanın en zalim insanlarına dönüştüler. 

Önlerindeki engelleri kaldırdıkça yüzlerindeki maske döküldü ve ardındaki iğrenç fetihçi/talancı zihniyet açığa çıktı. İslamcılarla/Türkçülerin ortak paydası gasp ve talan geleneğinin her iki çevrede de hala devam ediyor olmasıdır.  

Her iki gelenek de şimdilik bir uyumda Türkiye halklarının değerlerini gasp ediyorlar. Başta yargı olmak üzere bütün kurumların çürümesinin temel nedeni budur. Bu gelenekten gelen insanlarla doldurulan kurumlarda çalışan, önemli konumlarda olan yöneticiler kendilerini bu halka değil; önce kendi bireysel istikballerine sonra da onları oraya oturtan politik yapılara karşı sorumlu hissediyorlar.

Halbuki bu kurumların çoktan belirli ölçülerde kendi otonomilerinin oturmuş olması gerekirdi. Birçok demokratik toplumda bu süreç böyle işler. Özellikle yargı bir süre sonra kendi içinde otonom bir karakter kazanır, bu hem yapılan mesleğe olması gereken saygı gereği böyledir hem yargı erkinin işleyen bir toplumsal temponun ortaya çıkabilmesi için yapması gereken şey budur. 

Bir toplumda yargıya güven kalmamışsa sadece yargı işlevsiz kalmaz; önce devletin bütün kurumları yavaş yavaş işlemez hale gelir, sonra bu kurumlar birbirleri ile çıkar eksenli rekabet eden bir noktaya gelirler.  

Yargıyı sadece yargı olarak görmemek gerekir; şöyle ki; polis de Cumhuriyet savcıları üzerinden aslında yargının bir uzantısıdır. Polisten başlayan yargıya kadar uzanan bir çürüme hali bir süre sonra devlet kurumlarının tamamını etkisi altına alır ve devlet denilen mekanizma mafyatik bir karakter kazanır. 

Bütün bunların temelinde tabi ki siyaset kurumu vardır; Türkiye’de yaşanan en büyük trajedi siyaset kurumunun tamamen ideolojisiz ve çıkar üreten bir karakter kazanması olmuştur. Siyaset kurumu toplumun sorunlarına çözüm üretmek yerine var olanın nasıl, kimler arasında pay edileceğini belirleyen basit bir paylaşım sürecine indirgenmiş durumdadır. 

Kimse söz konusu çürümenin sadece siyaset kurumu ve başta yargı olmak üzere toplumu bir arada tutan kurumlarla sınırlı kalabileceğini düşünmemeli. Siyaset kurumu ve yargıda başlayan çürüme bir süre sonra kaçınılmaz olarak toplumun bütün kılcal damarlarına kadar yayılır.  

Bir toplumda hayatın kalitesini belirleyen en temel dinamik güvendir. Birbirlerine olan güvenini yitiren toplumlar hızla ahlaki yozlaşma sürecine girerler veya tersinden ahlaki olarak çürümeye başlayan toplumlar bir süre sonra birbirlerine olan güvenlerini de yitirirler. 

Türkiye’de olan tam da budur; toplumsal ayrışmada birçok insan kendini İslamcı, daha az angaje olanı Müslüman, geri kalanı milliyetçi, sosyal demokrat, sosyalist, yurtsever olarak tanımlıyorlar. Ama Türkiye toplumu buna rağmen müthiş bir ahlaki çürüme yaşıyor.  

Öyleyse bütün bu tanımlamaların hepsinin sahte olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Yani sahte İslamcı, sahte milliyetçi, sahte sosyal demokratların, sosyalistlerin yaşadığı bir ülke ile muhatabız. Eğer bu insanlar biraz olsun inançlarına angaje yaşasalardı bu kadar yoğun bir ahlaki çürüme ile karşı karşıya kalmazdık. 

Çünkü insanın ahlakını belirleyen onun dünya görüşüdür. İnsanların günlük yaşamlarındaki davranışlarını/ilkelerini belirleyen şey onların ideolojileri, inançlarıdır. Bu kadar her şeyin çürüdüğü bir toplumda ilk yapmamız gereken tespit söz konusu toplumda her şeyden önce inanç/ideoloji alanının çöktüğü olmalıdır. 

İşte tam da bu yüzden Kürtler/Aleviler ve namuslu sosyalistler her geçen gün ideolojik mücadele alanını daha fazla tanımlamalıdırlar. Güçlü ideolojik duruş, yozlaşmanın ve çürümenin panzehiridir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.