Hayat, böyle bir şey mi?

Kültür/Sanat Haberleri —

  • Hayat Filmi, Demirkubuz’un iyi işlerinden biri sayılabilir. Özellikle Kader ve Masumiyet üslubuna yakın duruşuyla uzun süre daha konuşulacağını varsayabiliriz. Birkaç problem dışında, oyuncu seçiminin ve performansların üst düzeyde olması da olumlu.

BİLGE AKSU

Edebiyattan da çok aşina olduğumuz temalardan biri arayış. Proust’tan Orhan Pamuk’a kadar uzanan bir gelenek bu. Bir sabah kahramanımız uyanır ve hayat arkadaşı kayıplara karışmıştır. Geri kalanı, mekanların ve şehirlerin karakterlerine dalış, tanıma çabası ve çeşitli varoluşsal problemler… Elbette sıradan bir yolculuk teması değil bu, öyle olsa meseleyi Odysseus’a hatta Gılgamış’a kadar götürmek gerekir. Bu versiyonda daha çok takıntılar, tutkular ve aşk başrolde…

Zeki Demirkubuz’un son filmi Hayat da bu temayı ödünç alan işlerden. Tabii ki bir Demirkubuz klasiği olarak, ortada dümdüz romantik bir yaklaşımın olmadığını baştan belirtmek lazım. Bu filmi herhangi bir yere koyacaksak, biraz masumlaştırılmış bir Masumiyet/Kader ekseni çizebiliriz. Ki filmin üslubu da bunu destekler nitelikte, birçoklarına göre Demirkubuz’un ‘özüne’ döndüğü bir hikaye.

Film Sinop çevresinde açılıyor. Bir babanın utanç içinde, önceden yapılan anlaşmayı iptal ettiğini görüyoruz. Anlaşma diyorum çünkü buradaki meselede, öyle iki gencin nişan atıp ayrılması söz konusu değil. Zaten görücü usulüyle bir araya getirilmiş bu iki kişiden kadın olanı, anlaşmayı bozup İstanbul’a kaçmış. Haliyle babası da epey mahcup, şaşkın ve öfkeli. Fakat karşısında dünyanın en bilge fırıncı dedesi oturuyor. Öylesine bir bilgelik ki, hem babanın kaçak kızıyla ilgili ettiği lafların yanlışlığını göstermeye çalışıyor hem de sonraları şirazeden çıktığını düşündüğü torununu karşısına alıp, erkeklik krizine girmemeyi nasıl başaracağını anlatıyor. Oyunculuklar konusundaki ilk takdirimiz bu minvalde, Osman Alkaş’a gelsin.

Erkeklik mi takıntı mı?

Rıza (Burak Dakak) ve Hicran (Miray Daner), orta halli bir kasabadan iki genç. Rıza, ailesini kaybettiği için dedesiyle yaşayan ve onun işini devralacak bir delikanlı. Sabah erken saatlerde uyanıp fırına gidiyor, gün boyu çalışıp akşamları arkadaşlarıyla demleniyor. Hicran ise muhafazakar eğilimli sıradan bir Anadolu ailesinin fazlasıyla güzel kızı. Görücü usulüyle evlenmeyi kabullenmemiş ama hiç sesini çıkarmamış. Günün birinde, İstanbul’daki akrabalarını ziyaret ettiği sırada evden çıkıyor ve bir daha haber alınamıyor. Aile perişan, Rıza da öyle. Aslında Rıza’nın pek öyle perişan olmasına gerek yok çünkü kızı toplamda iki kere görmüş. Herhangi bir bağ kurmuş değil. Bunu arkadaşıyla arabada içtikleri sahnede söylüyor bize. Ama işte, erkeklik mi diyelim yoksa takıntının bir başka hali mi bilemiyorum, ne oluyorsa oluyor ve Rıza bu kızın peşine düşmeye karar veriyor.

Hicran, tıpkı evlilik meselesinde olduğu gibi, film boyunca her konuda sessiz. Demirkubuz’un senelerdir vazgeçmediği bir izlek olarak, evden kaçtıktan sonra muhakkak ‘kötü yola düşen’ genç kıza dönüştüğü sahneler de öyle; geri dönüp evine kabul edilmeyi beklediği sahnelerde de; hatta radikal bir karar verip yaşı geçkin bir adamla evlendiği sahnelerde de. Filmi izlediğim esnada bu hususta git geller yaşadım. Önce Demirkubuz’un artık kadın karakter yazma inadından vazgeçmesinin iyi olacağını düşündüm, belli ki olmuyordu... Sonralarıysa özellikle bu karakter için, bilinçli bir tercih olduğu noktasına vardım. Hicran, Demirkubuz’un evreninde hem bir mağdur hem de bir felaketi temsil ediyordu çünkü.

Masumiyet ve Kader’in ikonik karakteri Uğur da tam böyleydi. Adının taşıdığı anlamı hiç üstlenmemesi bir yana, böyle bir hikayeyi defalarca düğümleyip sonra tek tek açacak bir kadere sahip oluşunun da etkisiydi bu. Demirkubuz’un çizdiği perspektifte Uğur adlı kişi, etrafına yalnızca felaketler getiriyordu. Hayat’ın Hicran’ıysa, yine adının taşıdığı anlama uygun olarak, yalnızca ayrılık, uzaklaşma ve üzüntüye sebep oluyordu. Demirkubuz böyle semantik takıntılara sahip midir bilemem ama seçtiği isimlerin tuhaflığı ayan beyan.

Filmin en ikonik sahnesi

Hicran’ı Uğur’dan ayıran en önemli yön de işte yukarıda bahsettiğim sessizliği. Derya Alabora’nın ya da Vildan Atasever’in canlandırdığı Uğur karakterleri, en zor meselelerde ya da en romantik anlarda dahi bağıra çağıra konuşup kendilerini anlatan kadınlardı. Bir bankın üzerinde oturup dertleşirken, bir otel odasında kavga ederken ya da karlı bir kış günü, hiç de beklemedikleri davetsiz bir misafiri ağırlarken daima konuşurlar, tartışırlar ve seslerini çıkarırlardı. Hicran bunların tam tersi bir yerde. Başına ne gelirse gelsin susması, talepkar olmaması, bir şeylere isyan ettiği anlarda dahi belirli bir düzeyde kabullenme içermesiyle bambaşka bir karakter çiziyor. İstanbul’da seks işçisi olarak çalıştığı kısımlarda, Yılmaz (Doğu Demirkol) ve Ferit’le (Seyit Nizam Yılmaz) olan diyaloglarında da görüyoruz bunu. Ferit’in Yılmaz’a eziyet ettiği sahnelerden birinde, belki de filmdeki ilk itirazını yapıyor. Fakat Ferit’in sert çıkışıyla anında geri çekiliyor. Nitekim, kendisini arayan Rıza’yla karşılaştığı cinayet sahnesinde de öyle. Filmin en ikonik sahnelerinden biri bu. Senelerce unutulmayacağını düşünüyorum. Ve sebebi tam da Hicran’ın o müthiş sessizliği. Demirkubuz, burada harika bir teknikle, cinayeti göstermeyi gereksiz bulup, yalnızca Hicran’ın tepkisine odaklıyor bizi. Hem harika bir sinematografi, hem de derin bir alt metin söz konusu. Etrafındaki türlü erkeğin arasında, onların eylemlerini yalnızca izleyen ve tepkilerini sürekli bastıran bir kadın…

Rıza’nın biraz romantik biraz takıntılı arayış hikayesi bu cinayet sahnesiyle son bulduktan sonra mecburen eve dönüyor Hicran. İlk olarak, sokaktaki bir çitin kenarında sessizce oturduğunu görüyoruz. Babası onu fark edince uzun bir dayak ve şiddet sekansı yaşanıyor. Komşuların araya girmesiyle son bulan bu kısımdan itibaren, Hicran’ın yeniden kabullenilme çabası ortaya çıkıyor. Bayram günü el öpme isteğinden tutalım, gündelik diyaloglarda görünmez olma haline kadar uzanıyor bu durum. Çok geçmeden böyle devam edemeyeceğine karar verip, 50’li yaşlardaki bir emekli öğretmenle yeniden görücü usulü bir evlilik yapıyor. Emekli öğretmen Orhan (Cem Davran), daha önce karşılaştığı erkeklere nazaran oldukça kibar ve anlayışlı biri. Okumuş, orta halli bir zenginliğe ulaşmış ve yalnızca konuşarak huzur arayan bu karakter, aslında Hicran’ın baba ikamesi belki de. Elbette tam tersi bir karakter yapısıyla. Çünkü babası Mehmet (Umut Kurt) ne kadar öfkeli ve anlayışsızsa, Orhan bir o kadar sakin ve diyaloğa açık. Benzediği tek yön, her ikisinin belli ölçüde özgüvensiz ve kompleksli olmaları. Babası tipik bir elalem ne der kompleksi taşırken, Orhan yaşlılık ve beğenilmeme konularına yoğunlaşmış. Hicran için bir kaçış anlamı taşıyan bu derme çatma evlilik de bir yere kadar sürüyor ve geri dönüş hikayesini yeniden izliyoruz. Fakat burayı geçmeden önce, Cem Davran’ın harika oyunculuğunu vurgulamamak olmaz, gerçekten müthiş bir performans izletiyor bize.

Tuhaf bir rüya sahnesi

Bu son geri dönüş noktasına geldiğimiz yer de epey dikkat çekici. Demirkubuz’da görmeye pek alışık olmadığımız, tuhaf bir rüya sahnesi söz konusu. Filmin başında Rıza’nın gördüğü rüya, bire bir aynı şekliyle Hicran tarafından görülüyor. Her ikisinde de, diğerini misafir eden karakterlerimiz, kendilerinden istenen bir bardak suyu getirmek için mutfağa gittiğinde, önce uzun süre bardak bulamıyor. Hepsi kirli. Yalnızca kendi kullandıkları bardaklar mevcut. Bir süre sonra çaresiz, o bardağa suyu koymaya kalkıyorlar ama bu kez de koydukları su bardaktan taşıp gidiyor. Ve geri döndüklerinde, suyu getirdikleri misafirleri uyuyakalmış oluyor. Böyle bir rüya sahnesi birkaç açıdan, yönetmen için sıra dışı. Aynı motifi bire bir kullanması ilk bakışta tuhaf. Bunun ötesindeyse, tek temiz bardağın kalmasından tutalım, ferahlatıcı bir etki beklenen su imgesinin fazlalığı da enteresan. İster aşk diyelim ister dert-tasa, belli ki Rıza için de Hicran için de kontrol edemedikleri bir dürtü. Ve diğerine yaramıyor, çoktan uyumuşlar ya da çekip gitmişler.

Film boyu süregiden karakter değişimi, hem Rıza hem Hicran için oldukça iyi işliyor. Rıza’nın kafası karışık genç erkek durumundan çıkıp olgunlaştığını görüyoruz. Hicran ise, başlarda ‘yazılamamış’ başarısız bir karakter gibi dururken, giderek daha sağlam ve gerçekçi birine dönüşüyor. Değiştiremediği tek şeyi, sessizliği. Ki onu da finale doğru giderken izlediğimiz ormanda ağlama sahnesiyle aşmaya çalışıyor yönetmen. Elbette yeterli ya da mantıklı değil ama en azından bir çaba mevcut diyebiliriz. Rıza’nın hapisten çıkıp onunla görüşmeye geldiği çay bahçesinde ilk kez bu iki karakter, oldukları haliyle karşı karşıya geliyor. Bu sahnede şahsen yönetmenin sesini fazla duyduğumuz kanaatindeyim. Çünkü her ne kadar başarılı yazılmış bir diyalog olsa da, Hicran’ın gördüğü tek şey, ‘yanlış erkekleri’ seçtiği. Nitekim hemen ardından gelen ağlama krizi de bu hususta bir ipucu sağlıyor bize.

Demirkubuzun erkeklik evreni

Filmin umutlu bittiğini söyleyenler epey fazla. Ki eski Demirkubuz filmlerine baktığımızda öyle gibi duruyor. Yıllar sonra olmaları gereken yere ulaşmış ve birbirini bulmuş iki karakterin, bir bayram seremonisine doğru yol alması genelde romantiktir. Ama burada yönetmenin imgelerle anlatıya dahil olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Arabada giderken, gece bir rüya gördüğünü söyleyen Hicran’ın sevgi dolu bakışlarıyla bitmiyor film, karanlık bir tünele girmeleriyle bitiyor. Yani yolculuk devam ediyor ve kimbilir daha ne tünellerden geçilecek, bu çok belli.

Hayat Filmi, Demirkubuz’un iyi işlerinden biri sayılabilir. Özellikle Kader ve Masumiyet üslubuna yakın duruşuyla uzun süre daha konuşulacağını varsayabiliriz. Birkaç problem dışında, oyuncu seçiminin ve performansların üst düzeyde olması da olumlu. Ama hikayenin kadın karaktere bakışı ve çözüm yolu olarak yine bazı erkekleri öne sürmesi epey sorunlu. Geniş bir çerçeveden baktığımızda, Hicran karakteri hem bazı yönlerden gerçekçi unsurlar taşımıyor hem de yönetmenin olmasını istediği biçimde bir başkaldırı simgesine dönüşemiyor. Çünkü babanızdan gördüğünüz şiddeti önlemenin yolu, başka bir erkeğin sizi koruyup kollaması değildir. Demirkubuz bunu kendi erkeklik evreninde romantik buluyor olabilir, ne yazık ki gerçek ‘hayat’ asla böyle değil.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.