Kanıksama…

Cihan DENİZ yazdı —

  • Kanıksama, son sekiz dokuz yıldır bu coğrafyaya özellikle de demokratik siyaset alanına, barış ve demokrasi mücadelesine musallat olmuş ve bir türlü onun yakasını bırakmayan bir hastalık halini almıştır. Artık iktidarın yapıp ettiklerine eskisi gibi tepki vermiyoruz.

Kanıksama, maruz kalınan olumsuz olaylara ve gelişmelere karşı tepki göstermeme, duyarsızlaşma halini ifade etmektedir. Çevrede yaşanılanlar artık insanı etkilememektedir, onu harekete geçirmemektedir; tersine edilgenlikle adeta değiştirilemez bir kader gibi kabullenilmektedir. Kanıksama, yaşananalar karşısında ilk önce duyarsızlaşma ve tepkisizleşme ve nihayetinde yaşananları “normal” olarak kabullenmedir.

Kanıksama dayatılanın kabulü ve ona boyun eğme olduğundan aynı zamanda da hakikate gözlerini kapama, onu inkar etmedir.

Dolayısıyla da hangi düzlemde bakarsak bakalım; ister politik, ister toplumsal isterse de bireysel, kanıksama bir hastalıktır; toplumu ve bireyi çürüten, onları özüne yabancılaştıran ve son noktada onu ortadan kaldıran bir kanserdir.

Kanıksama varsa tepki yoktur, değişim iradesi ve değişim mücadelesi yoktur. Bu ise insanın ve toplumun onları kuşatan, onlara dayatılan zindana mahkum edilmesi ve en nihayetinde de o zindan içinde yitip gitmesi demektir.

Tam da bu nedenle kanıksama veya kanıksatma, iktidarların varlıklarını sürdürme için başvurdukları en temel stratejilerdendir. İktidarlar iliklerine kadar insana, topluma, doğaya ait ne varsa ona taban tabana zıt olan varlıklarını ancak kendilerini topluma kanıksatarak, varlıklarını ve eylemlerini topluma normalleştirerek sürdürebilirler. Bu şekilde sömürü, tahakküm, inkar topluma kanıksatılarak normalleştirilmektedir.

Bu coğrafyada yapılmak istenen tam olarak budur. Bunun en tipik örneği 12 Eylül askeri faşist darbesi ile yaratılmak istenen apolitik toplum projesidir. Ama o zaman evdeki hesap çarşıya uymadı. 12 Eylül’ün apolitik, tepki vermeyen, iktidara koşulsuz boyun eğen toplum projesi Kürtlerin, kadınların, devrimcilerin, emekçilerin, gençlerin ve toplumun diğer tüm ezilen kesimlerinin büyük bedeller ile yarattığı direniş gerçekliği ile boşa çıkarılmıştı. 80’lerin ve 90’ların tüm karanlığına rağmen ezilenler reflekslerini büyük oranda korumuş ve iktidarın saldırılarına karşı aktif bir direniş içinde olmayı başarmıştı. Ezilenler kendilerine dayatılanı kabul etmemiş, onu değiştirmek ve dönüştürmek için büyük mücadeleler vermişti.

Bu bağlamda, Abdullah Öcalan’ın İmralı tecridi karşısındaki duruşu da kanıksatma stratejisine karşı hakikat isyanı olarak değerlendirilebilir. Abdullah Öcalan ne kendisine dayatılan tecrit siyasetini kabullendi ne Kürt Sorunundaki çözümsüzlüğü kabul etti. Tersine kendine dayatılan her şeyi elinin tersiyle itip en zorlu koşullarda, barış için, Kürt Sorunu’na çözüm için ve hatta bunların da ötesinde insanlığa adeta bir kadermiş gibi dayatılan kapitalist moderniteye bir alternatif yaratmak için tüm benliğini seferber etti.

Ama maalesef bugün gelinen noktada olumlu konuşmanın pek de imkanı yok. Kanıksama, son sekiz dokuz yıldır bu coğrafyaya özellikle de demokratik siyaset alanına, barış ve demokrasi mücadelesine musallat olmuş ve bir türlü onun yakasını bırakmayan bir hastalık halini almıştır. Artık iktidarın yapıp ettiklerine eskisi gibi tepki vermiyoruz. En acı en kabul edilmez denilen olaylar ve gelişmeler bile bizi harekete geçiremiyor.

Çok da geriye gitmeden 2000’li yılların ilk on beş yılı ile bugünü bir kıyaslarsak, siyasi reflekslerimizin, siyasi tepkilerimizin nasıl da geriye gittiğini görebiliriz. Savaş siyasetine, İmralı’daki tecride, 4 Kasım Darbesi’ne, kayyumlara, artık rutin hale gelmiş gözaltı ve tutuklamalara, KHK ile binlerce yurtsever, solcu, devrimci kamu emekçisinin ihraç edilmesine, cezaevlerindeki işkencelere, ekonomik kriz ile daha da ağırlaşan yoksulluk ve sömürüye ve benzeri daha nice haksızlığa ve baskıya geçmişte nasıl tepki veriliyordu, bugün ise neden böylesi bir sessizlik hakim?

Kafa yorulması gereken, yanıtını kolaya kaçmadan, bildik ve kısmen doğru da olabilecek nedenlerin ardına saklanmadan canımız acıtarak bulmamız gereken soru tam olarak budur.  Demokratik siyaset olarak kendimizden başlayarak ilk önce bu kanıksama halinin nedenlerine sonra da ona son vermenin yollarını, yöntemlerini bulmamız en ertelenmez görevlerin başında gelmektedir.

Aksi halde iktidarın bu kanıksatma stratejisi hiç sona ermeyen bir döngü şeklinde sürüp gidecektir. Biz bir şeyleri kanıksadıkça iktidar bir adım ileri gidip yeni bir şey bize dayatacaktır, sonra bir başka şeyi, sonra bir başka şeyi, ta ki toplumdan ve bireyden geriye bir şey kalmayıncaya kadar. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.