Kimi suçlamalı?
Forum Haberleri —
- İnsanların İsrail-Filistin çatışmasının koşullarını göz önünde bulundurmayı reddetmesi ahlaki bir felakettir.
SLAVOJ ZİZEK
Hamas’ın 7 Ekim’de gerçekleştirdiği saldırılara verilen tepkilerin birçoğunda tuhaf bir bükülme söz konusu: Saldırıların gerçekleştiği koşulları -İsrail’in Batı Şeria’yı işgali ve Gazze Şeridi’ni demirden kuşatması- anlama gereksiniminden bahsedildiği anda, Hamas terörizmini desteklemek ya da haklı çıkarmakla suçlanıyoruz. Bu yasağın ne kadar tuhaf olduğunun farkında mıyız? Ben bunu ahlaki bir felaket olarak görüyorum.
Koşulların anlaşılması derken, derin bir bilgelik kılığına bürünmüş tam bir budalalıktan bahsetmiyorum: “Düşman, hikâyesini duymadığınız kişidir”. Hitler’in sadece hikâyesi duyulmadığı için düşman olduğunu onaylamaya da hazır mıyız? Hitler hakkında ne kadar çok şey bilir ve onu ne kadar çok “anlarsam”, Hitler o kadar çok düşmanım olmaz mı? Kendimize anlattığımız hikâyelerin gerçek olmadığı gerçeğinden bahsetmiyorum bile -bunlar genellikle gerçekte başkalarına yaptığım dehşeti haklı çıkarmak için üretilmiş yalanlardır. Hakikat orada, gerçeklikte ne yaptığımızın içinde. Tüm etnik temizliklerde, her saldırgan kendisini bir saldırıya tepki gösteren bir kurban olarak sunar. İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, İsrail’in “insan hayvanlarla” savaştığını söylediğinde kendi insanlığını kaybetti.
Katar’da rahat bir yaşam süren Hamas lideri İsmail Haniye saldırı günü şunları söyledi “Size söyleyecek tek bir şeyimiz var: Topraklarımızdan defolun. Gözümüzün önünden defolun. (…) Bu topraklar bizim, el-Kuds [Kudüs] bizim, [buradaki] her şey bizim. (…) Sizin için ne yeriniz ne de güvenliğiniz var.”
Açık ve iğrenç. Ama İsrail hükümeti, daha az gaddarca olsa da, Gazze’deki Filistinliler için de benzerlerini söylemedi mi? İşte İsrail’in hâlihazırdaki hükümetinin resmi “temel ilkelerinden” ilki: “Yahudi halkı İsrail topraklarının her yerinde münhasır ve devredilemez bir hakka sahiptir. Hükümet, Celile, Negev, Golan ve Yahudiye ve Samiriye’de olmak üzere İsrail topraklarının tüm bölgelerinde yerleşimi teşvik edecek ve geliştirecektir.” Ya da İsrail başbakanı Benjamin Netanyahu’nun dediği gibi, “İsrail tüm yurttaşlarının değil, Yahudi halkının -ve sadece onun” devletidir.
Ulusal hukukuna böyle bir “ilke” mevzuata girmişken, İsrail Filistinlileri kendisiyle müzakere etmeyi reddettikleri için nasıl suçlayabilir? Bu “ilke” herhangi bir ciddi müzakereyi dışlamıyor mu? Filistinlilere şiddetli direniş seçeneğinden başka bir şey bırakmıyor mu? İsrail devleti Filistinlilere toplumdaki yerleri için hiçbir zaman umut ya da olumlu bir vizyon sunmadı; onlar kesinlikle hem kuvvet hem de hukuk yoluyla halledilmesi gereken bir sorun olarak ele alındı.
Peki ikinci bir Nakba olasılığı için kim suçlanmalı? İsrail Savunma Kuvvetleri’ni (IDF) mi yoksa gizli servislerini mi suçlamalıyız? Film yapımcısı Dror Moreh’in The Gatekeepers (2012) adlı belgeseli, İsrail’in iç güvenlik teşkilatı Shin Bet’in altı başkanıyla yapılan söyleşilerden oluşuyor ve hepsi de siyasetçilerin ne kadar tehlikeli olabileceği konusunda uyarıyor. Moreh, Şin Bet şefleriyle görüştükten sonra Economist‘e Netanyahu’nun “İsrail devletinin varlığı için büyük bir tehdit oluşturduğuna” karar verdiğini söyledi. Devamında, “liderlerimizin bu sorunu gerçekten çözmek istemediklerini onların gözlerinden gördüm. Bir liderden beklediğimiz cürete, cesarete, iradeye sahip değiller. Suçu sadece İsrailli liderlere yüklemiyorum. Filistinli liderlerin de aynı korkunç hastalıktan mustarip olduğunu düşünüyorum. Abba Eban’ın Filistinlilerin hiçbir fırsatı kaçırmadığına dair söylediklerinin her iki taraf için de geçerli olduğunu düşünüyorum,” dedi. IDF için de durum aynı -Batı Şeria’da görev yapmak istemeyen “retçilerin” kınanmasını hatırlayın. İsrail’de son Netanyahu hükümetiyle birlikte yaşananlar en saf haliyle siyasi bir süreçtir; dünya çapındaki milliyetçi-köktenci mücadelenin bir parçasıdır, hukuki devlete bile karşı çıkan bir popülizmdir.
Holocaust’tan kurtulan Simon Wiesenthal 1989’da şöyle yazmıştı: “Sürekli zafer kazanan İsrail devleti, ‘kurbanlara’ gösterilen sempatiye sonsuza kadar güvenemez.” Komünizm karşıtı büyük dönek Arthur Koestler bunu başka bir şekilde ifade etti: “Güç yozlaştırıyorsa, tersi de doğrudur; zulüm kurbanları yozlaştırır, belki daha ince ve trajik yollarla olsa da.” Bu durum devam eden savaşta her iki taraf için de geçerlidir. İlk nesil İsrailli liderler, Filistin toprakları üzerindeki hak iddialarının evrensel adalete dayandırılamayacağını ve 1940’ların sonuyla 1950’lerde bunun iki grup arasında arabuluculuk olasılığı olmayan basit bir fetih savaşı olduğunu açıkça itiraf etti. İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion şunları yazmıştı: “Herkes Araplar ve Yahudiler arasındaki ilişkilerdeki sorunların ağırlığını görebiliyor. Ama hiç kimse bu sorunlara bir çözüm olmadığını görmüyor. Çözüm yok! Burada bir uçurum var ve hiçbir şey bu uçurumun iki yakasını bir araya getiremez. (…) Biz halk olarak bu toprakların bizim olmasını istiyoruz; Araplar da halk olarak bu toprakların kendilerinin olmasını istiyor.”
29 Nisan 1956’da Gazze’den bir grup Filistinli, Nahal Oz Kibbutzu’nun tarlalarındaki hasadı yağmalamak için sınırı geçti. Tarlalarda devriye gezen Kibbutz üyesi genç bir Yahudi olan Roi, onları kovalamak için elindeki sopayı sallayarak atını onlara doğru dörtnala koşturdu. Filistinliler tarafından ele geçirildi, Gazze Şeridi’ne götürüldü ve BM aynı gün cesedini geri getirdiğinde bedeni parçalanmıştı.
O dönemde IDF Genelkurmay Başkanı olan Moshe Dayan, ertesi gün düzenlenen cenaze töreninde bir konuşma yaptı: “Bugün suçu katillerin üzerine atmayalım. Bize karşı duydukları ölümcül nefrete karşı nasıl bir hak iddia edebiliriz? Onlar son sekiz yıldır Gazze’deki mülteci kamplarında yaşarken, biz onların ve atalarının bir zamanlar yaşadığı toprakları ve köyleri gözlerinin önünde kendi mirasımıza dönüştürdük. Roi’nin kanını Gazze’deki Araplar arasında değil, kendi içimizde aramalıyız. Gözlerimizi nasıl kapattık ve kaderimize doğrudan bakmayı ve kuşağımızın kaderini tüm acımasızlığıyla görmeyi nasıl reddettik. Nahal Oz’da yaşayan bu genç grubun Gazze’nin kapılarının yükünü omuzlarında taşıdığını unuttuk mu?”
Bugün benzer bir açıklama hayal edilebilir mi? Birkaç on yıl önce “barış için toprak” antlaşmasından, iki devletli çözümden bahsederken, bugün İsrail’in en sadık destekçileri bile Batı Şeria’da yerleşim yerleri inşa etmemesi için baskı yaparken durumdan ne kadar uzak olduğumuzu hatırlıyor musunuz? 1994 yılında İsrail, Batı Şeria’yı 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan önceki haliyle İsrail’den ayıran bir duvar inşa etti ve böylece Batı Şeria’yı özel bir kendilik olarak tanıdı.
Tüm bu ilerleme, ne kadar sınırlı olursa olsun, şimdi buhar olup uçtu. Avrupa’nın burada yeniden kendi sesini bulması gerekiyor, sadece küresel tepkiye katılmakla kalmamalı. Bunu yapabilir çünkü durumun karmaşıklığını görmeye ve tüm tarafları dinlemeye her zaman hazır olarak on yıllar boyunca bunu yapabildi. Bu rolü Putin ve Çin’e bırakmak utanç verici olur.
Çeviri: S. Erdem Türközü
Kaynak metin: https://www.newstatesman.com/ideas/2023/10/israel-palestine-blame