Şili’de yeni anayasa tartışmaları

Dünya Haberleri —

  • Şili anayasa taslağı bu neoliberalleşme sürecini tersine çevirmeyi hedefliyordu. Bu yüzden çoğulculuğu öne çıkaran, yasama organında yerli halkların kamu yönetimindeyse kadınların temsilini sağlamayı hedefleyen, yerel yönetimlerin özerkliğini garanti altına alan, işçilerin güvencesiz çalıştırılmalarının önüne geçen, sendikaları güçlendiren, ekstraktivist ekonomiyi dönüştürmeye yönelik bir taslak metin hazırlandı.
ANALİZ / Serhat TUTKAL*

4 Eylül Pazar günü Şili’de sol hükümetin desteklediği anayasa taslağı yüzde 62 oranında oyla reddedildi. Yeni anayasa metnini hazırlamak için özel olarak seçimle oluşturulan ve solun çoğunlukta olduğu yasama organı tarafından hazırlanan metin neoliberal politikaların dönüştürülmesi yönünde önemli düzenlemeler içeriyordu. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve öz yönetim hakkının tanınması, yerli halkların dilsel ve kültürel taleplerinin yerine getirilmesi, toplumsal cinsiyet ayrımcılığıyla mücadele, ulusötesi şirketlerin çıkarlarına hizmet eden ekstraktivist ekonomik düzenin dönüştürülmesi gibi önemli düzenlemeler içeren taslak metnin büyük farkla reddedilmesi yalnızca Şili’de değil uluslararası sol camiada da hayal kırıklığıyla karşılandı.

Şili’de vatandaşların büyük çoğunluğu yeni bir anayasa yapılmasını istiyor. Her ne kadar çok sayıda değişiklikle güncellenmiş olsa da Pinochet döneminden kalma mevcut anayasanın değiştirilmesinin gerekliliği sağ siyasetin önde gelen partileri tarafından da kabul ediliyor. Bununla beraber Şili sağının temsilcilerinin reddedilen anayasa taslağından çok farklı bir anayasa metnini tercih edecekleri biliniyor.

Sağın mevcut anayasa taslağına getirdiği eleştirileri otoriter neoliberalizm kavramıyla ilişkilendirerek okuyabiliriz. 1973 yılında Şili’de ve Uruguay’da gerçekleşen askeri darbeler sonrasında bu ülkeler otoriter neoliberalizmin bir tür laboratuvarı oldular. Neoliberalizm, özellikle Alman ordoliberalizminin etkisiyle, başından beri otoriter eğilimleri içinde barındırmaktaydı. Foucault’nun neoliberalizmin bir laissez-faire (bırakınız yapsınlar) ideolojisi olmaktan ziyade sürekli denetimi ve müdahaleyi gerektiren bir sistem olduğu tespitinin doğru olduğu zaman içinde görüldü. Bununla beraber neoliberalizm, özellikle zengin ülkelerde, bu denetim ve müdahalelerin devlet dışı oluşumlara bırakılması ve devletin olabildiğince küçültülmesine yönelik politikaları beraberinde getirdi.

Fakat Şili örneği farklıydı. Darbeden sonra Şili’de amaç siyasal otoriterlikle ekonomik liberalliği bir arada yürütecek bir sistem inşa etmekti. Bir yandan tek adam yönetimini ve diktatörlüğü, bir yandansa neoliberal bir teknokrasiyi birlikte idare edebilmek amacıyla dönemin neoliberal düşünürleri adeta seferber oldular. Şili, anti-demokratik rejimlerde daha “verimli” ve “etkili” biçimde karar alınabildiğini savunan aşırı sağcıların sürekli öne sürdükleri bir örnek oldu. Demokrasinin “istikrarsız” olduğu yönündeki bu görüş, 2017 referandumunda Türkiye’de de farklı biçimlerde tekrarlanmıştı.

2007-2008 krizinden sonra neoliberal politikaların otoriter yönetimler tarafından yürütüldüğü Şili gibi örneklerin Avrupa’da da yavaş yavaş tekrar benimsendiği görülüyor. Yani, demokratik karar alma süreçlerinin, siyasal çoğulculuğun, güçlü yerel yönetimlerin, etkili bir sivil toplumun, toplumsal hareketler öncülüğünde gerçekleşen eylemlerin, medya ve akademi gibi kurumların eleştirel bağımsızlığının ve gerçek bir demokrasi için gereken diğer unsurların neoliberal politikaların uygulanmasını güçleştirdiği açıkça kabul edildi. Hızlı karar alıp uygulayabilen otoriter merkez yönetimler neoliberal politikaların destekçileri tarafından tercih edilmeye başlandı. Bu da özellikle kurumların zayıf olduğu ülkelerde, “atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” siyasal rejimlerin ortaya çıkmasıyla sonuçlandı.

Şili anayasa taslağı bu neoliberalleşme sürecini tersine çevirmeyi hedefliyordu. Bu yüzden çoğulculuğu öne çıkaran, yasama organında yerli halkların kamu yönetimindeyse kadınların temsilini sağlamayı hedefleyen, yerel yönetimlerin özerkliğini garanti altına alan, işçilerin güvencesiz çalıştırılmalarının önüne geçen, sendikaları güçlendiren, ekstraktivist ekonomiyi dönüştürmeye yönelik bir taslak metin hazırlandı. Hukuk ve eğitim sistemlerinde devlet tekelinin kaldırılması, öz yönetim hakkının tanınması, fosil yakıt ve maden şirketlerinin doğa talanının engellenmesi gibi hedefler doğrultusunda hazırlanan bu metnin böylesi büyük bir farkla reddedilmesi Şili sağının zaferi oldu.

Sağ oluşumların Boric’i köşeye sıkıştırmayı hedeflediklerini söyleyebiliriz. Yani, Boric’i taviz vermeye zorlayarak sol içi gerilimleri daha da büyütmek ve bu şekilde yeni anayasayı Boric hükümetinden sonra göreve gelmesi planlanan sağ hükümetin hazırlamasını sağlamak hedefleniyor gibi görünüyor. Böylece hem çokuluslu ve ulusötesi şirketleri hem de Şili’nin küçük imtiyazlı sınıfını tatmin edecek ama aynı zamanda vatandaşların çoğunluğunun da oyunu alacak bir düzenlemenin hayata geçirilmesi planlanıyor.

Şili solu neoliberal ekonomiden çıkış girişiminde başarısız oldu. Sanıyorum bunun en büyük nedeni meseleyi bir anayasa değişikliğine havale etmekti. Sağlıklı beslenme hakkının tanınması gibi düzenlemelerin yapılması için bunun bir anayasa maddesi olarak kabul edilmesini beklemeye gerek yok. Boric hükümeti elinden geldiğince toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik somut girişimlerde bulunabilirdi. Bu yöndeki çabaları yeterince kuvvetli olmadı. Haliyle, aslında neoliberal politikalardan memnuniyetsiz olan vatandaşlar bunun çözümü için bu politikaların doğrudan destekçisi olan sağ siyasetçilerin önerilerine itibar ettiler. Taşeron işçilik, güvencesiz çalışma gibi sorunları çözmeyi hedefleyen bir anayasa taslağı bizzat bu sorunlardan dolayı yoksullaşan vatandaşlar tarafından, “madenler kapatılır da işsiz kalıp daha da yoksullaşırım” korkusuyla reddedildi. Eğer Boric hükümeti, yönetiminin ilk 8 ayında vatandaşa yoksulluktan korunacağı güvencesini verebilmiş olsaydı belki de sonuç farklı olacaktı. İnsanları işsizlikle, evsiz kalmakla, açlıkla korkutan sağ siyasetlerin stratejisi başarılı oldu. Halbuki sol hükümet ve yerel örgütler vatandaşla farklı bir ilişki kurabilseydi bu türden korku siyasetlerinin başarılı olma ihtimali çok daha düşük olacaktı.

Şili, “yüksek gelirli” olarak sınıflandırılan bir ülke. Kişi başına düşen milli gelir Türkiye’nin neredeyse iki katı. 

Kolombiya ve Peru gibi yoksul ülkelerin aksine Şili’deki birçok vatandaş kaybedecek çok şeyi olduğunu düşünüyor, yoksullaşmaktan korkuyor. Neoliberal politikaların devamının bu yoksullaşmayı getireceği, bununla mücadele etmeyi hedefleyeninse sol siyasetler olduğunun gösterilmesi gerekiyor. Yani, eğer Şili solu yeni anayasa yapma görevini sağcılara bırakmak istemiyorsa öncelikli hedefi sağ siyasetlerle pazarlık yapmak değil Şili vatandaşlarının güvenini sağlamak, sol yönetimde olduğu müddetçe eğitim, sağlık, gıda, enerji, barınma vb. ihtiyaçların insan onuruna uygun biçimde karşılanmasında sorun yaşanmayacağına vatandaşları ikna etmek olmalı. Sağ siyasetlere karşı yürütülen sosyo-ekonomik dönüşüm mücadelesinin bir anayasa referandumu çerçevesinde gerçekleşmesi büyük bir yenilgiye yol açtı. Bunun üstesinden gelebilmenin yolunun bir an önce yeni bir halk oylamasına gitmek olmadığı ortada.

* Kolombiya Ulusal Üniversitesi’nde akademisyen

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.